Evlâtlar ve İstikbal Bahsinde; ASIL ZİYÂN OLAN NEDİR?
Osman Nûri TOPBAŞ
NASIL KORURUZ?
Zeyd bin Eslem –rahmetullâhi aleyh- anlatır:
“Ey îmân edenler! Kendinizi ve aile efrâdınızı yakıtı insanlar ve taşlardan ibaret olan ateşten koruyunuz…” (et-Tahrîm, 6) âyet-i kerîmesi nâzil olduğunda ashâb-ı kiram;
“–Yâ Rasûlâllah! Kendimizi koruyabiliriz; ya ehlimizi, ailemizi nasıl koruyacağız?” diye sordular.
Rasûlullah –sallâllâhu aleyhi ve sellem– şu cevabı verdi:
“–Onlara;
•Allâh’a kul olmayı, tâat ve ibâdeti emredersiniz.
•Allâh’a isyân etmekten ve günah işlemekten de nehyeder yani alıkoyarsınız.
İşte bu onları korumak demektir.” (Âlûsî, XXVIII, 156)
Evlâtlar; dünya hayatının ziyneti, gönüllerin sevinci, Cenâb-ı Hakk’ın insana en güzel ikramlarından biridir.
Lâkin, bu nimetin âhirette de devam edebilmesi için; anne-babaların, evlâtlarına karşı vazifelerini yerine getirmesi lâzımdır. Aksi takdirde; o nimet, imtihana dönüşür.
Anne-babaların evlâtlarına karşı en mühim vazifeleri; onlara İslâm’ı, îmânı, haramı-helâli, güzel ahlâkı öğretmeleridir.
Mâlûm olduğu üzere;
Mükellefiyet bülûğ çağıyla başlar. Lâkin o zamana kadar evlâtları ilâhî emirlere alıştırmak, onları sevdirmek ve bu hususlarda gerekli tâlim ve terbiyeyi onlara kazandırmak gerekir. Bu, anne-babanın vazifesidir. Evlâtlar yetişkin olduktan sonra da anne-babalar, evlâtlarına hakkı tavsiye etmeye devam ederler.
Âyet-i kerîmede buyurulur:
“Ailene namaz kılmayı emret, kendin de ona sabırla devam et!..” (Tâhâ, 132)
Bu âyet-i kerîmenin nüzûlünden sonra, Fahr-i Kâinât Efendimiz, her sabah kızı Fâtıma –radıyallâhu anhâ–’nın evine gidip;
“–(Haydi) namaza!” diye buyurmaya başladı ve buna aylarca devam etti. (Buhârî, Teheccüd, 5; Tefsîr [18], 1; Müslim, Müsâfirîn, 206; Müsned, I, 112)
Hazret-i İsmail de âyet-i kerîmede şöyle medh ü senâ edilir:
“(İsmail), ehline (ailesi başta olmak üzere bütün halkına) namaz kılmayı ve zekât vermeyi emrederdi. O, Rabbinin rızâsına ermiş seçkin bir kuldu.” (Meryem, 55)
Ebu’d-Derdâ –radıyallâhu anh–’ın rivâyet ettiğine göre Rasûlullah Efendimiz, bu sahâbîsine nasihatleri arasında şöyle buyurdu:
“Ailenin terbiye ve edebini ihmâl etme; onlara Allah korkusunu tâlim et!” (Buhârî, Edebü’l-Müfred, 9)
Bir başka hadîs-i şerif şöyledir:
“Çocuklarınıza ikrâm edin ve terbiyelerini güzel yapın.” (İbn-i Mâce, Edeb, 3)
Bu cümleden olarak;
Rasûl-i Ekrem Efendimiz; evlâtları 7 yaşından itibaren namaza alıştırmayı, 10 yaşından sonra da, namaz kılmalarının üzerinde ciddiyetle durmayı emretmiştir.
İslâm, çok büyük bir kültürdür. En büyük, en mükemmel nizamdır. Hayatın her safhasını, en muazzam şekilde tanzim eden ilâhî dünya görüşüdür.
EVLÂDIN İSTİKBÂLİYLE DERTLENMEK
Bir ebeveyn; daha evlâtları anne karnında iken, onun âhiret saâdetiyle dertlenmeye başlamalıdır. Bunun güzîde bir misâli, Hazret-i Meryem’in annesi Hanne Hatun’dur.
O henüz hâmile iken; erkek evlât doğuracağını düşünerek, evlâdını Beyt-i Makdis’in hizmetine adadı. Hazret-i Zekeriyyâ’nın nübüvveti zamanıydı. O devirde, müttakî anne-babalar; erkek evlâtlarını Beyt-i Makdis’in hizmetine adarlar, evlâtlarının o mânevî iklimde yetişmesini temin ederlerdi.
Hanne Hatun; kız evlât dünyaya getirdiğini görünce, nezrinden / adağından dönmedi. Onu yine mâbedin hizmetine verdi. O evlât; Hazret-i Zekeriyyâ’nın terbiyesinde, mâbeddeki kapalı odasında ibâdet ve hizmetlerine devam ederdi. Meryem Vâlidemiz’in odasında; Allâh’ın ikrâmı bir kerâmet olarak, kışın yaz meyveleri, yazın kış meyveleri görülürdü.
Hanne Hatun’dan başlayan bu takvâlı eğitim neticesinde; Hazret-i Meryem, ülü’l-azm peygamberlerden biri olan Hazret-i İsa’yı babasız olarak dünyaya getirdi. Hazret-i Meryem, Kur’ân’da; «İffetini koruyan Meryem» diye methedildi. Kur’ân’da ismi bizzat zikredilen tek hanım oldu. İsmi bir sûreye verildi.
Dört mezhebden birinin imamı olan Ahmed bin Hanbel –rahmetullâhi aleyh-; annesinin, kendisinin yetişmesindeki gayret ve fedâkârlıklarını, şu minnettar ifadelerle anlatır:
“On yaşımdayken Kur’ân-ı Kerîm’i ezberlemiştim. Sabah namazından önce annem beni kaldırır, soğuk Bağdat günlerinde abdest suyumu ısıtırdı. Sonra elbiselerimi giydirirdi. Evimiz uzak ve yol karanlık olduğu için, kendisi de başörtüsünü takıp tesettüre bürünerek benimle birlikte camiye kadar gelirdi.” (Ali el-Karnî, Durûs, XXVI, 4, XLIII, 21)
Bu misalleri zikretmemizin bir sebebi de şudur:
MÜESSESE YARDIMI ŞART…
Hanne Hatun; diğer sebepler arasında, evlâdına verilmesi gereken terbiyeyi tek başına veremeyeceğini bildiği için, onu mâbede adamıştır.
Bugün evlâtlarının terbiyesini tek başına verebilmek, hemen hemen hiçbir anne-baba için mümkün değildir. Bu sebeple evlâtların; Kur’ân tahsili, dînî bilgileri öğrenmesi ve bunları hayatlarına tatbik etmeleri noktasında, Kur’ân kurslarına veya güzel bir Kur’ân eğitimi veren İmam-hatip okullarına gönderilmesi lâzımdır.
Peygamberimiz –sallâllâhu aleyhi ve sellem-; Mekke’de Dâru’l-Erkam, Medine’de Suffa’yı tesis ederek, bu mekânlarda dâimâ istikbalde İslâm’ı tebliğ edecek, muallim ve mübelliğ olacak nesilleri yetiştirmeye gayret etmiştir.
Günümüzde; Kur’ân kursları ve takvâ üzerine kurulmuş dînî eğitim müesseseleri, kuruyan gönüllere Suffa’dan bir nebze ferahlık serpmeye hizmet eden gönül pınarlarıdır.
Lâkin;
NE ACIDIR Kİ!
Zamanımızda maalesef, birçok gafil anne-baba tarafından, dînî eğitim müesseselerine gerekli ehemmiyet verilmemektedir.
Tablolar ortadadır:
•Ülke çapında, hiç değilse bir yıl Kur’ân kursunda eğitim alabilmiş talebe sayısı kaçtır?
•Hiç Kur’ân eğitimi almadan, alamadan; dünyevî tahsilin yolunu tutan talebe sayısı kaçtır?
Ülke çapında düşünürsek, Kur’ân eğitimi alanlar, eskiden 10.000’de 1 idi, yapılan çalışmalarla zamanımızda belki 1000’de 1 veya 3-5 olmuştur. O kadar!..
Yüzde 98’i müslüman diye iftihar ettiğimiz; namaz kılma, oruç tutma nisbetlerinin de yarıdan fazla olduğunu tahmin ettiğimiz ülkemizde, Kur’ân eğitiminin böyle öksüz kalmasının sebebi nedir?
Maalesef, bu ihmâlin altında yatan sebep; ekseriyâ rızık korkusu ve istikbal endişesidir.
Mütedeyyin anne-babalar bile bu şeytan iğvâsı yüzünden;
“–Aman çocuğum iyi bir dünyevî tahsil yapsın da dünyasını kazansın! Kimseye muhtaç olmasın. Ben namaz kılıyorum ya o da kılar. Dînini, namazını nasıl olsa öğrenir…” diyor.
Bu bozuk anlayışla, ebeveynler; evlâdının Kur’ân eğitimine, uhrevî tahsiline lâkayt kalırken; üniversite hattâ lise imtihanlarında mekteplerin kapısında heyecanla bekliyor. Çocuğunu gece-gündüz; şu imtihana hazırlansın, bu imtihanı kazansın diye, teşvik ediyor.
Evlâtlarına tamamen dünyevî bir tahsil rotası çizen anne-babalara;
“–Hiç değilse, evlâdını bir yıl Kur’ân kursuna gönder. Sonra yine nereye gidecekse gitsin!” denilse;
“–Bir senesi ziyân olmasın!” diyor.
Hâşâ! Kur’ân tahsiline sarf edilecek bir zamanı ziyân olarak görmek, nasıl bir hüsrandır!.. Nasıl bir gaflettir!..
ASIL ZİYÂN OLAN NEDİR?
Büsbütün dünya istikametinde yetiştirilen; uhrevî, mânevî eğitimi ihmâl edilen bir evlâdın bütün âhireti ziyân oluyor.
Âhiretin ziyân olmasına bir misal verelim:
Gazze’de aylardır korkunç bir vahşet, bir dehşet yaşanıyor. Vicdanları donduran bir merhametsizlik, bir sadizm çılgınlığı yaşanıyor. Zâlimler, zavallı mazlumların vatanını işgal ediyor, hastahâneleri bombalıyor, bebekleri öldürüyor, yaralıyor, kalanları da aç bırakıyor.
Bu zulmü yaşatanlara ve destekleyenlere bakıyoruz: Umumiyetle yüksek tahsilliler.
Demek ki bir gence, tahsil çağında dînî ve ahlâkî duygular kazandırılmazsa, Allah korkusu onun gönlüne yerleştirilmezse; bu kişi aygırlaşıyor, bencilleşiyor, insanlığa baş belâsı kesiliyor!.. Evlâtlarımızın bu zâlimlerden olmaması için, mânevî eğitimlerine ihtimam göstermemiz zarûrîdir.
Evlâtlarının sadece dünyasını düşünenlere soralım:
Fânî olanı alıp, bâkî olanı bırakmak ahmaklık değildir de nedir? Damlayı tercih edip, deryâyı terk etmek nasıl bir âmâlıktır!..
Üstelik, rızık Allah Teâlâ’nın kefil olduğu bir husûsiyettir. Mahdut ömründe herkes, az veya çok Cenâb-ı Hakk’ın takdir ettiği rızıkla perverde olur.
Ya esas hayat olan âhiret?
Cenâb-ı Hak; ne bize ne de evlâtlarımıza, âhiret ile alâkalı bir teminatı asla vermemiştir.
Heyhât!
Câhiliyye insanı, rızık endişesiyle kız çocuklarını öldürürdü. Modern câhiliyye insanı da; aynı bozuk endişeyle, evlâtlarının âhiretini mahvediyor.
Hâlbuki;
İstikbâli veren Allah’tır.
Hadîs-i şerifte buyurulur:
“Allah şu Kur’ân ile birtakım kimselerin kıymetini yükseltir; bazılarını da (Kur’ân’a ihtimam göstermemesi sebebiyle) alçaltır.” (Müslim, Müsâfirîn, 269)
Sahâbe-i kiram, Kur’ân sayesinde nice beldelere hâkim oldular. Nice servetlere nâil oldular. Kısa sürede İslâm hâkimiyeti; Çin’den, Atlas Okyanusu’na kadar uzandı. Bütün imkânlarını yine Allah yolunda infâk ettiler.
Osmanlı da, Kur’ân-ı Kerîm’e olan hürmetle 600 küsur sene saltanat sürdü. Böyle uzun hüküm süren ikinci bir devlet yoktur. Maalesef Kur’ân’a olan bu îtinâ azalınca yavaş yavaş inişe geçmiştir.
Hayata ibret nazarıyla bakanlar; tercihlerini Allah yolunda yapanlara, Cenâb-ı Hakk’ın iki dünyada da nice lütuflarda bulunduğunu görür.
Şunu unutmamalıyız ki;
Allâh’ın yardımı, kulluğumuz nisbetinde tecellî eder.
Her Fâtiha’da bir söz veriyoruz:
“Yalnız Sana ibâdet eder, yalnız Sen’den yardım isteriz.”
Demek ki;
Ne kadar samimî ve ihlâslı kulluk edersek, Rabbimiz o kadar yardım eder. Kulluk için Kur’ân eğitimi şarttır. Âbâd olmak Kur’ân iledir.
Ehl-i dünya, çocuklarını hangi koleje vereceğini ihtimamla seçiyor. Müslümanlar; evlâtlarının ebedî istikbâli için, bundan çok daha fazla îtinâ göstermelidir.
Çünkü;
Esas hayat âhiret hayatıdır.
Evlâtların uhrevî istikbâline ehemmiyet vermek, Allâh’ı sevmenin güzel bir nişânesidir. Allâh’ı seven, O’nun kitâbını sever. O kitâbın tahsili için sarf edilen ömrü, ziyân olarak görmez!..
Âyet-i kerîmede buyurulur:
“Sevdiklerinizden infâk etmedikçe «birr»e (hayrın kemâline) ulaşamazsınız…” (Âl-i İmrân, 92)
Bu âyetteki «sevdikleriniz» ifadesini, ekseriyâ servet olarak anlıyoruz. Lâkin, mallar ve evlâtlar birçok yerde beraber zikredildiği için; Allâh’ın rızâsına erişmek ve sâlihlerden olmak yolunda, evlâtların tahsilinde de doğru tercihler ve uhrevî fedâkârlıklar yapmamız gerektiğini idrâk ederiz.
Anne-babaları, evlâtlarının terbiyesinde gevşekliğe sevk eden bir husus da, zamanımızın hassâsiyetini idrâk edememektir:
FATİH DEVRİNDE DEĞİLİZ!
İslâm’ın ve müslümanların izzetli olduğu, toplumdaki hemen herkesin dînimizin hak ve hakikatlerini temsil ve tebliğ ettiği devirlerde, husûsî medreselere gönderilmeseler de, evlâtlara, aile ve toplumun verdiği irşad kâfî geliyordu.
Zira o gün, müslümanların evlerine kadar giren; internet, televizyon ve medya gibi menfî neşriyat vasıtaları yoktu. Gayr-i müslimleri taklit etme modası gibi hezeyanlar yoktu.
Hattâ yakın zamana kadar, hayâ ve iffet içinde yaşayan bir mahalle vardı. Yaramazlık yapacak gaflet ehli bile, mahalle hudutları içinde bunu yapmaktan hayâ ederdi.
Geniş ailenin de, evlât üstündeki tesiri kuvvetliydi. Anne-babanın yanında; fazîlet ve firâset sahibi, güngörmüş aile büyükleri vardı. İşte o devirde; belki yazın camiye gidivermek, bir çocuğun temel dînî bilgileri almasına ve avâmî seviyede de olsa, bir istikamet kazanmasına yetebilirdi.
Bunlar bugün maalesef kayboldu. Bu kaybolanları telâfî edecek mâhiyette bir gayret lâzımdır.
Maalesef modern hayatın dayattığı yapı, bugün evlâtları o güzel terbiyeden mahrum bıraktı. Dede ve nineler ayrı bir evde. Anne-baba da maîşet temini için iş hayatının koşturmacasında.
Dolayısıyla yalnız kalan çocuklarımızın şahsiyet ve karakterini;
–Mektepte seküler eğitim sistemi ve arkadaş çevresi,
–Evde ve sokakta ise televizyon ve internet şekillendiriyor.
Bugün evlâdın sırf biyolojik anne-babası olmak, kâfî değil. Onun rûhunu şeytan emziriyorsa, dimağını ehl-i küfür besliyorsa, onların evlâdı oluyor.
Bir anne-baba, çocuğu ateşli bir hastalığa tutulsa, sabaha kadar uyumaz, uyuyamaz. Doktor doktor gezer. Ya âhiretteki ateşe karşı ne yapıyoruz?
Maalesef bugün bir mâneviyat fukarâlığı başladı.
Çocuklarının dünyevî istikbâlini ebedî istikbâlinden daha önemli görme gafleti, dindar dediğimiz ailelere bile sirâyet etti.
Toplumun cam kırıklarıyla dolduğu bir devirdeyiz.
Cemiyet bir sahrâ hastahânesi hâlinde.
Bu sebeple, evlâtları ve toplumu irşâda koşmak, Kur’ân-ı Kerîm müesseselerine hizmet etmek, bu zamanda artık neredeyse bir farz-ı kifâye olmaktan çıkarak farz-ı ayn hâline gelmiştir.
Anne-babalar, evlâtlarının istikbâli husûsunda asıl ziyânın ne olduğunu şu âyet-i kerîme ışığında düşünmelidirler:
“…De ki: Gerçekten hüsrana uğrayanlar, kıyâmet günü hem kendilerini, hem de ailelerini ziyâna sokanlardır. Bilesiniz ki, bu apaçık hüsrandır.” (ez–Zümer, 15)
Âhiret gününde, insanların kendilerini ziyâna uğratmaları; ebedî istikballerini mahvederek, cehennem ehli olmalarıdır. Ehillerini, ailelerini ziyâna uğratmaları ise, müfessirlere göre şöyle anlaşılır:
•Evlâtlarını da kendileri gibi; Allah yolundan uzak, îman ve İslâm’dan habersiz yetiştirdikleri için onları ziyân etmiş olurlar!..
•Eğer evlâtları, kendi gayretleriyle ehl-i cennet olmuşlarsa; evlâtlarından ebediyyen ayrı düşmüş olarak, yine onları kaybetmiş olurlar. Onları görmekten ve onlardan istifâde etmekten mahrum kalırlar. Nitekim o gün;
“Bugün ayrılın bir tarafa ey mücrimler!” (Yâsîn, 59) buyurulacak ve o ayrılık en fecî hasret olacaktır.
Belki orada nice karı-koca birbirinden ayrı düşecek.
Nice evlâtla anne-baba farklı yollara gidecek.
Dünyada beraber yaşayan akrabaların bir kısmı bir tarafa, bir kısmı diğer tarafa ayrılacak. Çok hazin bir gün olacak!..
Evlâtlarının uhrevî tahsillerini ihmâl eden ve nasıl olsa hallolur zanneden anne-babalar, daha dünyada iken pişmanlığa düşmektedir.
Bazen anne-babalar bize gelip şöyle yakınıyorlar:
–Aman ne olur duâ edin, bir şeyler yapın! Kendisi için, dünyevî tahsili için her türlü fedâkârlığı yaptığım oğlum veya kızım, tamamen çığırından çıktı. Şimdi bize hakaret ediyor. Büsbütün yabancılaştı!
Ne yazık ki, böyle feryat edenlere söylenecek söz şundan ibaret kalıyor:
–Dün evlâdın için ne yaptın ki, bugün ondan ne bekliyorsun?
Evlâtların rızık ve istikbâli mevzuunda, anne-babaların düşünmesi gereken bir husus da; kazancın helâliyeti ve makam-mevkiin insana vereceği menfî tesirlerdir.
MAL İMTİHANI
Evlâtlarımızın ne pahasına olursa olsun; servet, makam ve mevki sahibi olmasını istemek de, İslâmî nazarda doğru bir talep değildir.
Zira âyette buyurulduğu üzere;
Nice hoşumuza giden şey vardır ki, hakkımızda hayırlı değildir.
Nice hoşlanmadığımız şey vardır ki, hakkımızda daha hayırlıdır. (Bkz. el-Bakara, 216)
Âyet-i kerîmede “şeytanın mallara ve evlâtlara ortak olacağı” ifade ediliyor. (Bkz. el-İsrâ, 64)
Şeytan;
•Kazanca fâiz, ihtikâr, promosyon vb. karıştırarak mallara ortak oluyor.
•İnternet ve medyanın zebûnu ederek de evlâtlara ortak oluyor.
Bizim bilmediklerimizi bilen Fahr-i Kâinat –sallâllâhu aleyhi ve sellem– Efendimiz şöyle buyurur:
“…Allâh’a yemin ederim ki sizler için fakirlikten korkmuyorum. Fakat ben, sizden öncekilerin önüne serildiği gibi dünyanın sizin de önünüze serilip onların dünya için yarıştıkları gibi sizin de yarışa girmenizden, dünyanın onları helâk ettiği gibi sizi de helâk etmesinden korkuyorum.” (Buhârî, Rikāk, 7)
Yani evlâtlarımız için hayırlı olanı isteyelim, dünya ve âhirette onlar için «hasene / iyilik» niyâz edelim. Hayırlı rızık için ilticâ edelim.
Ömer bin Abdülaziz –rahmetullâhi aleyh-; tahsisâtını artırıp, evlâtlarına mîras mal bırakması gerektiğini söyleyenlere şu cevabı verdi:
“–Eğer geride kalan evlâtlarım sâlih kimselerden olurlarsa, onların sıkıntıya düşmelerinden korkmam. Zira Cenâb-ı Hak;
وَهُوَ يَتَوَلَّى الصَّالِح۪ينَ
«…Allah sâlih kullarının velâyet ve vesâyetini bizzat deruhte eder.» (el–A‘râf, 196) buyurmuştur. Cenâb-ı Hak; onların velîsi ve vasîsi olduktan sonra, onların ileride karşılaşacakları hâllerden hiç endişe etmem.
Yok, eğer sâlih değil de sefih olacaklarsa, böyleleri hakkında da yine Kur’ân-ı Kerim’de;
وَلَا تُؤْتُوا السُّفَهَٓاءَ اَمْوَالَكُمُ
«Mallarınızı sefihlere vermeyiniz!..» (en-Nisâ, 5) buyurulmuştur.
Bu ilâhî nehye rağmen, sefih olacak çocuklarıma mal mı toplayacağım?!.” (Ebu’l-Ulâ Mardin, Huzur Dersleri, İstanbul 1966, II-III, 769-770; Krş. İbn-i Asâkir, Târîhu Dimaşk, XL, 251-252)
YÜKSEK TAHSİL FURYASI
Bu bakımdan, her evlâdın illâ üniversitede okutulmaya çalışılması da başka memleketlerde görülmeyen, garip bir hatadır. Bu hatalı cereyan yüzünden; memleketimizde, hem tahsilli işsizlik, hem de birçok sektörde çalışacak eleman bulamama problemi beraber yaşanıyor.
Bu anlayış; evlâtların senelerce tahsil adı altında, âtıl kalmasına sebebiyet veriyor. Hayata atılmalarını geciktiriyor. Meslek dahî kazandırmayan bazı fakültelerde evlâtlar yıllarca senelerini ziyân ediyor. Maalesef ortamları da ekseriyâ, mâneviyatlarına zehir saçan mekânlar oluyor.
İlk ve orta mektep, evlâtların temâyüllerini görüp doğru şekilde yönlendirildikleri bir zaman dilimi olmalıdır. Çıraklık, ustalık ve meslekî eğitim hor görülmemelidir.
Her ne eğitim verilirse verilsin; uhrevî tahsil ihmâl edilmeden, onunla mezcedilerek gerçekleştirilmelidir.
VELHÂSIL
Bugün bir müslümanın vazifesi;
Kendisinin ve evlâdının;
•Helâl kazanç elde etmesini,
•Sâlih arkadaşlarla ve müttakî bir çevrede hayat sürmesini sağlamak olmalıdır.
Zira insanın mâneviyâtı üzerinde en müessir iki husus:
•Gıdâ ve
•Arkadaştır.
Gerçek ziyan, âhireti ziyân etmek olduğu gibi; gerçek kazanç ve gerçek başarı da, Allâh’ın rızâsına erişmek ve cenneti kazanmaktır. Birçok âyet-i kerîmede;
ذٰلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظ۪يمُ
“İşte asıl büyük başarı, kazanç budur!” buyurulur.
Tehlikelerle dolu âhiret yolculuğunda, korku ve hüzünden âzâde olabilmek için yegâne çare; Allah ile dostlukta mesafe alabilmektir. Zira âyet-i kerîmelerde buyurulur:
“Şunu iyi bilin ki, Allah dostlarına hiçbir korku yoktur ve onlar asla üzülmeyeceklerdir.
Onlar, îmân edip de takvâya ermiş olanlardır.
Onlar için dünya hayatında da, âhirette de müjdeler vardır. Allâh’ın verdiği sözlerde ve hükümlerinde asla değişme olmaz.
İşte en büyük başarı ve kurtuluş budur.” (Yûnus, 62-64)
Rabbimiz; bizleri ve nesillerimizi, ebedî hüsrandan ve ziyandan âzâde eylesin.
Evlâtlarımızı; en büyük muvaffakiyet ve kazanç olan, ilâhî rızâya nâiliyyet ve cennet-i âlâya vuslat ile mükâfatlandırsın.
Âmîn!..