NESİL ve SERVET MES’ÛLİYETİ

Osman Nûri TOPBAŞ

 

 

MÜHİM ÎKAZ

 

Kur’ân-ı Kerim’de Cenâb-ı Hak, birçok âyet-i kerîmede;

 

اَمْوَالُكُمْ وَاَوْلَادُكُمْ

«Mallar ve evlâtlar»a dikkatimizi çekmekte, bizi bu iki keyfiyet hakkında îkaz buyurmaktadır:

 

Meselâ buyurulur:

 

“Ey îmân edenler! Mallarınız ve çocuklarınız sizi Allâh’ı anmaktan alıkoymasın! Kim bunu yaparsa işte onlar ziyâna uğrayanlardır.” (elMünâfikûn, 9)

 

Demek ki;

 

Âhirete hazırlanma yurdu olan dünya hayatında, gafil insan; bu iki noktada bir oyalanışa dûçâr olmaktadır. Mallar ve evlâtlar; insanı Rabbine kulluk vazifesi olan zikirden, namazdan, farz ve nâfile ibâdetleri edâ etmekten alıkoymaktadır.

 

Ömür, insana âhireti kazanması için verilmiş değerli bir sermâye mesâbesindedir. Onu bu şekilde değerlendiremeyen, hüsrâna, zarar ve ziyâna düşmüş olur.

 

Bir başka âyet-i kerîmede buyurulur:

 

Doğrusu mallarınız ve çocuklarınız sizin için bir fitne (imtihan vesilesi)dir. Büyük mükâfât ise, ancak Allah katındadır.” (etTeğâbün, 15)

 

Fitnenin ne demek olduğunu anlamak için şu âyet-i kerîmeye müracaat edebiliriz:

 

“…Bir deneme olarak sizi hayırla da, şerle de imtihan ederiz…” (el-Enbiyâ, 35)

 

Yani, bir şeyin fitne / imtihan olması; onun hadd-i zâtında şerli, kötü olmasını gerektirmez. Hayırla, bollukla ve nimetle de imtihan vardır. Mühim olan bu nimetlerin nasıl kullanıldığıdır. Cenâb-ı Hak, «nesil / evlât» ve «servet / maddiyat» nimetlerini doğru kullanabilmemizi murâd etmektedir.

 

Hattâ hayırla imtihanın, sıkıntıyla imtihandan daha ağır olduğu ifade edilmiştir. Denilir ki:

 

Mü’min belâya sabreder, lâkin afiyete ancak sıddîk olan sabredebilir.”

 

Zengin sahâbîlerden Abdurrahman bin Avf sallâllâhu aleyhi ve sellemın şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir:

 

“Darlıkla imtihan edildik, sabrettik. Lâkin bollukla imtihan edildiğimizde sabredemedik!” (İbn-i Mübârek, Zühd, 181)

 

Onun gibi; muazzam hayır ve infaklarda bulunmuş, aşere-i mübeşşereden / cennetle müjdelenenlerden olan bir sahâbînin böyle söylemesi, tevâzuuyla beraber meselenin ciddiyetini de göstermektedir.

 

Şu âyet-i kerîmeden ise, bu nimetlerin doğru kullanıldığı takdirde, kulu Allâh’a yaklaştırmaya vesile olduğunu öğreniyoruz:

 

“Sizi huzûrumuza yaklaştıracak olan ne mallarınızdır ne de evlâtlarınızdır.

 

Îmân edip sâlih amel işleyenler müstesnâ; onlara yaptıklarının kat kat fazlası mükâfat vardır…” (Sebe’, 37)

 

Mallar ve evlâtlar, Allah yolunda istihdâm edilebilirse, kulu Allâh’a yaklaştırır. Kul vefât ettikten sonra, onun amel defterine hayırlar yazılmasına vesile olabilecek yegâne hususlara baktığımızda yine nesil ve servet hakikatlerini görüyoruz:

 

•Sadaka-i câriye

 

Duâ eden evlât…

 

Fakat bunun zıdd-ı kâmili de, kişi öldüğü hâlde, amel defterine günahların yazılmasına sebep olmasıdır:

 

•Seyyie-i câriye

 

•Kötü yetiştirildiği için günahlar işleyen evlât!..

 

Öyleyse; bu iki imtihan vesilesinin, bu iki büyük mes’ûliyetin, bu iki emânetin hak ve hukukunu iyi öğrenmemiz ve yerine getirmemiz lâzımdır.

 

MAL / MADDİYAT / SERVET MES’ÛLİYETİ

 

Mal kelimesi, meyilden gelir. İnsan; dünyada rahatını sağlayacak maddiyat, nimet ve eşyaya sahip olmak ister. Âyet-i kerîmede insana; «Altın ve gümüşün (paranın), atların (bugün türlü vasıtaların), sürülerin ve tarlaların (arazilerin ve her çeşit malın) süslü gösterildiği» bildirilmiştir. İnsanın servete karşı güçlü bir meyli vardır.

 

Ancak;

 

Servet husûsunda insanı şu imtihanlar bekler:

 

NEREDEN KAZANDIN?

 

İslâmiyet, kazanç husûsunda kaideler koymuştur.

 

•Fâizi yasaklamıştır. Bugün fâizli bankaların promosyonlarını da fâiz gibi görmek gerekir.

 

•Alışverişte gabin ve gararı; yani müşteri veya satıcıyı aldatma, kandırma ve bilgisizliğinden yararlanma gibi yanlışlara düşmeyi yasaklamıştır.

 

•Alışverişte yalan yere yemin, malın kusurunu saklamak vb. davranışlar da helâliyeti zedeleyen hususlardır.

 

Dînimiz rüşvet almayı ve vermeyi yasaklamıştır. Netâmeli, menfaat karşılığında âdetâ rüşvet mâhiyetinde hediyeler de bu bâbdandır.

 

•Her türlü hırsızlık, gasp ve irtikâbı men etmiş ve fâillerine ağır cezalar getirmiştir.

 

•Bir mü’minin kazancı; alınması, satılması ve kullanılması haram olan şeylerden olmamalıdır.

 

-Bir müslüman; içki alıp satamayacağı gibi, içki servisi yapan bir firmanın hisse senedini de alamaz.

 

-Giyilmesi haram olan açık-saçık kıyafetleri üretemez, satamaz.

 

-Dükkânını kiraya verecekse, yine fâiz ve benzeri günahların işleneceği bir işletmeye kiraya veremez.

 

Âyet-i kerîmede buyurulur:

 

“…Günah ve düşmanlıkta yardımlaşmayın!..” (el-Mâide, 2)

 

•Bir müslüman; çalışanlarını, ihtilât içine düşürecek şekilde bir ortamda çalıştıramaz. Kadın istihdâm edecek ise, onlara uygun mekânlar tanzim eder.

 

Kazancın kaynağı husûsunda dikkat edilecek mühim bir nokta da mîrastır. İslâm’ın bir mîras hukuku vardır. Cenâb-ı Hak, mîras hukukunu tek tek tâlim ettikten sonra şu îkazda bulunmuştur:

 

“Kim Allâh’a ve Peygamberi’ne karşı isyân eder ve (Allâh’ın) sınırlarını çiğnerse; Allah onu, devamlı kalacağı bir ateşe sokar ve onun için alçaltıcı bir azap vardır.” (en-Nisâ, 14)

 

ALDANIŞ

 

Gafil insanları çoğu defa aldatan bir şeytânî vesvese vardır:

 

“–Ben gayr-i meşrû bir şekilde kazanayım, sonra bir kısmını infâk ederek bu kazancı temizlerim!”

 

Hâlbuki bu vehim, şeytânî ve nefsânî aldanıştır. Zira;

 

•Allah temizdir ve temizi kabul eder. Haram kazançtan infâk olmaz. Yapılsa da makbul olmaz.

 

•Tecrübeyle de görülür ki, kazanç haram ise o para hayra gitmez. İsrâfa, günahlara doğru yönelir.

 

Tevbe etmiş bir kişi; geçmişte haramdan, meselâ fâizden, içkiden gelen parayı, sadece ondan ve vebâlinden kurtulmak için elinden çıkarır. Ondan infâk sevâbı bekleyemez. Umulur ki; o parayı elinden çıkarmış olması, onun teminindeki günahtan kurtulmasına bir nebze sebep olsun. Çünkü haramdan kazanılmış paranın harcanması ikinci bir günahtır.

 

Ancak kişi haberi olmadan kazancına karışması muhtemel olan şüpheler ve kul hakları için, bol bol infakta bulunmalıdır. Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz şöyle buyurmuştur:

 

“–Ey tüccar topluluğu! Muhakkak ki alışverişe yalan ve yemin bulaşır. Bunun için siz de ona sadaka karıştırınız!” (Ahmed, IV, 6; Ebû Dâvûd, Büyû’, 1/3326)

 

BİLHASSA MÂNEVİYAT YOLCULARI

 

Muhterem pederim Musa Efendi, mânevî ders almak üzere kendisine gelenlere önce birtakım sualler tevcih ederdi:

 

‒Geçimini nasıl temin ediyorsun? Kazancın helâl mi? Fâizle iştigalin var mı? Haram veya şüpheli bir vaziyetin var mı?

 

–Memursan, maaş aldığın vazifeni tam ve düzgün yapıyor musun? Mesâine dikkat ediyor musun? İhmalkârlık, iltimas, rüşvet vb. musîbetlerden kendini muhafaza ediyor musun?

 

–Çocuklarının mânevî mes’ûliyeti içinde misin? Onları nasıl yetiştiriyorsun?

 

–Esnaf isen, ticaretin nasıl? Alışverişinde bir yanlışlık var mı? Yalan, kandırma, gabn-i fâhiş, karaborsacılık ve benzeri haramlardan titizlikle sakınıyor musun?

 

–Alıp sattığın şeyler helâl mi, yoksa Allâh’ın yasak ettiği şeylerden mi?

 

–Kirada mülkün varsa, ne tür işlerde kullanılmak üzere kiraya verdin? Kazancına buradan haram veya şüpheli bir şey bulaşıyor mu?

 

–İşveren isen, hak-hukuka riâyetin nasıl? Kul hakkına dikkat ediyor musun? Çalışanlarının haklarını, daha onların alın teri kurumadan, vaktinde veriyor musun?

 

Yani Musa Efendi rahmetullâhi aleyh-; mânevî ders almak isteyenlere, evvelâ Kur’ân ve Sünnet ölçüleri içinde bir hayat yaşamalarını şart koşardı. Bu ahval düzgün olmadan, ders vermezdi. Bir misafire lokum ikrâm eder gibi, sadece ders kâğıdı verilip geçilmesini uygun bulmazdı. Zira tasavvufun gayesi, kulluk hayatımızda şerîati kâmil mânâda yaşayabilmektir. Böylece ilâhî emir ve nehiylere lâyıkıyla riâyeti temin edebilmektir. Her hâlimizi, Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz’in hâliyle mîzan edebilmektir.

 

Mal / servet imtihanının ikinci suâli:

 

NEREYE SARF ETTİN?

 

Dînimiz; mal ve mülkün, esâsen Allâh’a ait olduğunu bize dâimâ hatırlatır. Kul, dünya hayatında eline geçen mallar üzerinde bir emânetçi hükmündedir. Zira son nefes ile birlikte mülkü üzerinde tasarrufu kesilmekte ve hesabıyla baş başa kalmaktadır.

 

Emânetçiye düşen, mülk sahibinin koyduğu şartlara riâyet etmektir.

 

Evvelâ;

 

Nimetin şükrü, o nimeti, sahibinin istemediği yerlere sarf etmemektir.

 

“–Para benim değil mi? İstediğim gibi harcarım!” sözü bir müslümana yakışmaz.

 

Haramlara, rüşvete, kumara ve her türlü gayr-i meşrû yere para harcamak kesinlikle yasaktır.

 

Maalesef zamanımızda internet üzerinden kumar fitnesinin çok yayıldığını duyuyor ve üzülüyoruz. Yavrularımızı bilhassa bu tuzaklardan korumak zarûrîdir.

 

ALLÂH’IN ve FAKİRİN HAKKINI VER!

 

Mal sahibi olmak, dînimizde birtakım vecîbeler meydana getirir. İmkân sahibi müslümanlar; zekât, sadaka-i fıtır, hac ve kurban gibi vazifelerini, çok iyi öğrenmeli ve vazifelerini en üst seviyede titizlikle ve infâkın sevinciyle yerine getirmeli ve hayırlarını artırmalıdır.

 

Zekât vermekle, bir kulun vazifesi sona ermez. Kur’ân’da zekâttan daha geniş olarak; infak, ihsan, karzhasen gibi birçok maddî ibâdet çokça ve ısrarla emredilmiştir.

 

İmam Kurtubî rahmetullâhi aleyh-; hadîs-i şeriflerdeki beyanlardan ve bazı sahâbîlerin içtihâdından hareketle, zamanımızdaki gibi, dünyanın her yerinde mazlum müslümanların bulunduğu, zekâtın yeterince verilmediği, verilse de yetmediği durumlarda, şuurlu bir müslümanın zekât vermenin yanında daha fazla infâk etmekle mükellef olduğunu ifade etmiştir.

 

Servetin gerçek sahibi Cenâb-ı Hak;

 

•Cimriliği yasaklıyor.

 

İsrâfı yasaklıyor.

 

Bu iki âfet, servetin âdetâ kanseridir. Çünkü;

 

İsrâf edenlerin, saçıp savuranların şeytanların arkadaşları olduğu bildirilmiştir. (Bkz. el-İsrâ, 27)

 

•Cimrilik edip, malı nefsine tahsis eden pintiler hakkında ise; “Cimrilik ettikleri şey de kıyâmet gününde boyunlarına dolanacaktır.” tehdidi vâkî olmuştur. (Bkz. Âl-i İmrân, 180)

 

Bir mü’min bu iki âfetten şiddetle uzak durmalıdır.

 

Rabbimiz; kişinin kendisine, aile ve bakmakla mükellef olduğu kişilere, mâkul ölçülerde harcama yapmasına izin veriyor.

 

Fazlası ise âhiret sermâyesi olmalıdır. Âyet-i kerîmede;

 

“–Neyi infâk edelim, ne kadar infâk edelim?” diye suâl edenlere şu cevap veriliyor:

 

قُلِ الْعَفْوَ

 

“…De ki: İhtiyaç fazlasını!..” (el-Bakara, 219)

 

Fahr-i Kâinât Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem ve sahâbe-i kiram dâimâ ihtiyaç fazlasını infâk içinde yaşadılar.

 

Hazret-i Ömer zamanında; Irak, İran, Mısır ve Kuzey Afrika fethedildi. Muazzam servet aktı. Fakat sahâbe-i kirâmın evlerinin maddî ve mânevî durumu değişmedi. Onlar dâimâ o servetleri infâk etmenin huzurunu yaşadılar. Cenâb-ı Hak, bize de sahâbe-i kirâmı örnek almamızı işaret etmektedir. (Bkz. et-Tevbe, 100)

 

Sahâbe-i kiram; dünyaya karşı kanaat ile zenginleşen bir tokluk, uhrevî hazlara karşı ise bitmeyen bir açlık içinde oldular. Tabiî bir riyâzat hâli yaşadılar. Aşırı tüketim, oburluk, lüks, gösteriş; sahâbî çevresinin ve toplumunun asla tanımadığı hayat tarzlarıydı.

 

Çünkü dâimî telâkkîleri; «Yarın bu nefsin konağının mezar olacağı» idi.

 

Muhterem pederim Musa Efendi, zühd ve riyâzatın hakikatine şöyle davet ederdi:

 

“‒Evlâdım, mutlaka riyâzat hâlinde yaşayın ve Allâh’ın verdiklerini, yine Allah için infâk edin! Riyâzat hâliniz sadece üç aylara ve Ramazân’a mahsus olmasın! Onu, hayatınızın her safhasına yayın ve ihtiyaç fazlasını Allah yolunda infâk edin!

 

Şunu iyi bilin ki; Dolmabahçe veya Topkapı Sarayı’nda bile yaşasanız, yine riyâzatla yaşamaya mecbursunuz. Onun için iktisâdî yaşayın. Malı da mülkü de ancak kalbinizin dışında taşıyın. Eğer ihtiyaç fazlasını Allah yolunda infâk etmezseniz, Allâh’ın verdiği nimetlere karşı nankörlük etmiş olursunuz. Unutmayın ki, infâk edilmeyen nimetler ziyân edilmiş demektir. Ziyân edilen nimetler de hesabı çok ağır birer âhiret vebâlidir.”

 

Hikmet ehli tarafından şöyle haber verilmiştir:

 

“Bir kul öldüğünde, malı husûsunda iki musîbetle karşılaşır ki, daha önce bunlar gibisini hiç görmemiştir:

 

Birincisi; bütün malının elinden alınmasıdır.

 

Diğeri de; bütün malı elinden gitmesine rağmen bunların hepsinden inceden inceye hesaba çekilmesidir.”

 

Âyet-i kerîmede buyurulur:

 

عَامِلَةٌ نَاصِبَةٌ

 

“Çalışmıştır, yorulmuştur, boşuna!” (elĞâşiye, 3)

 

RIZKIN BOLLUĞU ve DARLIĞI

 

Bazı kullar, hayatları boyunca ancak kendilerine ve ailelerine yetecek kadar imkânla rızıklandırılırlar.

 

Kendi ihtiyacından fazla bir maddiyatla rızıklandırılanlar, şu tefekkürü yapmakla mükelleftirler:

 

“–Cenâb-ı Hak; niye bazı kardeşlerime ihtiyaçlarından az rızık verirken, bana ihtiyacımdan fazla rızık verdi?

 

Demek ki;

 

Beni imtihan ediyor. Kardeşlerimi bana zimmetliyor.”

 

Bunun zıddına;

 

“–Ben aklımla, zekâmla veya aile servetimle bu imkânlara kavuştum! İmkânları olmayanlar şansına küssün!” şeklinde hodgâm / bencil, cimri ve mahrumlardan bîgâne bir anlayış, İslâmiyet’te merduttur. Hadîs-i şerifte buyurulur:

 

Mü’minlerin dertleriyle dertlenmeyen, onlardan değildir.” (Hâkim, Müstedrek, IV, 352; Heysemî, Mecmau‘z-Zevâid, I, 87)

 

Peygamberimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem, teşvik mâhiyetinde ashâbına sorarlardı:

 

“Ey ümmetim!

 

Bugün bir yetim başı okşadınız mı?

 

Bugün bir aç doyurdunuz mu?

 

Bugün bir hasta ziyaretinde bulundunuz mu?

 

Bugün bir cenâze teşyiinde bulundunuz mu?” (Bkz. Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe, 12)

 

Yani bir mü’min dâimâ ümmetin derdiyle hemhâl olmalıdır. Paraya ve servete muhabbet duymak, Cenâb-ı Hak tarafından zemmedilmiş, kınanmıştır:

 

“Malı aşırı biçimde seviyorsunuz!” (elFecr, 20. Ayr. bkz. el-Âdiyât, 8; Hümeze, 2-3)

 

Paranın harcanması husûsunda son iki senedir mühim bir mevzu da;

 

BOYKOT

 

Bir müslüman; parasıyla, alışverişiyle kimi desteklediğinin de şuurunda olmalıdır.

 

Ecnebîler; yatırım yaparken, fonlarını yönetirken, kendi bozuk anlayışlarını şart koşuyorlar, servetlerinin gücüyle ahlâksızlıkları destekliyor, günahların ve haramların önünü açmaya çalışıyorlar.

 

Sayısı iki milyara yaklaşan müslümanların da, mü’min kardeşlerinin düşmanlarına bir kuruş dahî kazandırmamak için dikkatli olmaları iktizâ eder.

 

Bu hususta bîgânelik, müslüman kardeşliğine sığmaz.

 

İslâm âlimlerinden İzz bin Abdüsselâm rahmetullâhi aleyh-; işgalci haçlılara elbise dikmenin, hattâ onlara bir iğne dahî satmanın, zulme ortak olmak olacağını bildirmiştir.

 

Malın nereden geldiği ile nereye gideceği arasında mühim bir râbıta vardır.

 

İnsan, parası husûsunda iradenin kendisinde olduğunu zanneder. Hâlbuki; kaderî bir tesirle, para, kazanıldığı yöne doğru gider:

 

•Kazanç haram ise; haramlara, isrâfa doğru çekilir. Sahibine günah sebebi olur.

 

•Kazanç helâl ise; infâka, hasenâta doğru akar. Sahibine ecir vesilesi olur.

 

•Kazanç karışık ise; bazen o tarafa, bazen bu tarafa sevk olunur.

 

MALINA ŞEYTANI ORTAK ETME!..

 

Makalenin başında, âyet-i kerîmelerde; mal ve evlâdın, mühim bir imtihan vesilesi, namaz ve zikirden alıkoyan bir meşgale olarak vasfedildiğini ifade etmiştik. Bir âyet-i kerîmede daha da ileri bir tehlike beyan buyurulur:

 

(Ey İblis!) Onlardan gücünün yettiği kimseleri davetinle şaşırt; süvârilerinle, yayalarınla onları yaygaraya boğ; mallarına, evlâtlarına ortak ol!..” (elİsrâ, 64)

 

Şeytan, âdemoğullarını iğvâ etmek için izin istediğinde; Rabbimiz, ona böyle hitâb ederek, şeytanın kullanacağı yollar husûsunda bizi îkaz buyurmaktadır.

 

Şeytanın «gücünün yettiği» kimseler; ihlâstan uzak kalan, ilâhî emir ve yasaklara ittibâ etmekte kusur ve gevşeklik gösteren, böylece şeytanı uzak tutan tedbirleri kendi elleriyle kaldıran kişilerdir.

 

Şeytan bir mala ortak olursa; o mal, sahibine hayır getirmez. Şer getirir, günah getirir, vebal getirir.

 

Şeytan bir mala ortak olursa, orada mânevî feyiz ve bereket kalmaz.

 

Fâiz gibi haramlar; zâhiren bir malı artırıyor gibi gözükse de, aslında feyiz ve bereketi yok ederek, onu mahveder.

 

İnfâk ise; zâhiren malı eksiltiyor gibi gözükse de, aslında ona büyük bir bereket katar.

 

Âyet-i kerîmelerde buyurulur:

 

“…Sen, akrabaya, yoksula, yolda kalmışa hakkını ver. Allâh’ın rızâsını isteyenler için bu, en iyisidir. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.

 

•İnsanların mallarında artış olsun diye verdiğiniz herhangi bir fâiz, Allah katında artmaz.

 

Allâh’ın rızâsını isteyerek verdiğiniz zekâta gelince; işte zekâtı veren o kimseler, evet onlar (sevaplarını ve mallarını) kat kat artıranlardır.” (erRûm, 38-39)

 

Sadece zâhir gözüyle bakan, bu eksilmeyi ve bu bereketlenmeyi görmez, göremez. Göremeyince, şeytanın fakirlikle korkutmasına mağlûp olur ve kazancın helâl-haram husûsunda taviz vermekle hâsıl olacağını sanır. Gitgide şüpheli ve haram şeylere dalıp gider.

 

Fâiz öyle bir fecâattir ki; âyette buyurulur:

 

“Eğer fâizcilikten vazgeçmezseniz; artık Allah ve Rasûlü’ne karşı savaş açtığınızı, onların da size savaş açtığını bilin!..” (el-Bakara, 279)

 

Fâize dalan bir müslümanı, iki âkıbetten biri bekler:

 

•İflâs ve mal kaybı.

 

Îmânın kaybı.

 

Birincisi çok daha hayırlıdır. Zira mü’min, malını fâize veya haramlara bulaştığı için kaybettiğini anlar ve tevbe eder.

 

İkincisinde ise; istidrâç nev‘inden kişinin mülevves dünya kazancı daha da artar, gitgide kendisini cehenneme götürecek haram bataklığına batar gider. Rabbim cümle ehl-i İslâm’ı bu âkıbetten muhafaza buyursun.

 

İşte bu bereketsiz bolluğa ve çokluğa asla gıpta etmemek lâzımdır:

 

İMRENME!

 

«Mallar ve evlâtlar» ifadesinin yer aldığı bazı âyetler, fakirin nazarından zenginlerin mal ve evlâtlarının imrendirici manzarası hakkındadır:

 

(Ey Habîbim!) Onların (münafıkların) malları ve çocukları seni imrendirmesin. Çünkü Allah bunlarla, ancak dünya hayatında onların azaplarını çoğaltmayı ve onların kâfir olarak canlarının çıkmasını istiyor.” (etTevbe, 55)

 

Âyet-i kerîmede; imrenme duygusunun, insanları yanlış yollara itmesine karşı tedbir alınmaktadır.

 

Meselâ;

 

•Bir esnaf, fâiz alıp işini güya büyüten bir komşusuna imrenmemelidir. O işin âkıbeti yukarıda zikredildiği gibi bir sefâlet ve fecâattir.

 

•Bir fakir de, -isterse helâl yoldan olsun- bir başkasının nâil olduğu nimetlere imrenmemelidir. Kendi hâline râzı olmalı, Cenâb-ı Hak’tan dünya ve âhirette hasene / iyilik ve afiyet istemelidir.

 

Hadîs-i şeriflerde buyurulur:

 

“Sizden biri; mal ve yaratılışça kendisinden üstün olana baktığı zaman, nazarını bir de kendisinden aşağıda olana çevirsin.” (Buhârî, Rikāk, 30)

 

“Hayat şartları (maddî bakımdan);

 

•Sizinkinden daha aşağı olanlara bakınız;

 

•Sizden daha iyi olanlara bakmayınız!

 

Bu, Allâh’ın üzerinizdeki nimetini hor görmemeniz için daha uygun bir davranıştır.” (Müslim, Zühd, 9)

 

Bu bakış, gereksiz mal hırsına karşı da insanı muhafaza eder.

 

MAL ve HIRS

 

Unutmamalıyız ki;

 

Cenâb-ı Hak bize zengin olmamızı emretmiyor. Bizim için takdir ettiği rızık ne ise, o rızkı kendi yolunda doğru bir şekilde harcamamızı emrediyor.

 

Üzülerek görüyoruz ki;

 

Zengin daha da zengin olmak için hırslanıyor. Bu hırs, kişiyi birtakım tavizlere sevk ediyor. Zenginlik hırsı, âdetâ tiryakilik hâline geliyor. O tiryakilikten vazgeçemiyor, ama nice vazifelerini ihmal ve tehir ediyor.

 

Hâlbuki Cenâb-ı Hak, râzı olduğu müttâkî kulları tarif ederken;

 

“Onlar kendilerine verdiğimiz rızıklardan (Allah yolunda) infâk ederler.” (el-Bakara, 2; el-Enfâl, 3) buyurur.

 

Gafil, mevcut rızıktan infâk edemiyor da;

 

“–Daha fazla kazanıp öyle infâk edeyim!” diye kendini kandırıyor. Erteliyor.

 

Hak dostları; dünya malına karşı gösterilen hırsı, deniz suyu içmeye benzetmişlerdir. O tuzlu suyu içen kişinin susuzluğu gitmez. Daha fazla içer, fakat o zararlı su ile helâk olur gider.

 

Bir de, dünyaya hırsla sarılan ve birtakım tavizler veren bir kişiye;

 

“–Bu ne hırs?” denilecek olsa;

 

“–Ben şu kadar kişiye ekmek veriyorum!” şeklinde ifadelerle enâniyeti palazlandırır.

 

Hâlbuki;

 

İşçi, iş sahibine muhtaç olduğu gibi, iş sahibi de işçinin emeğine, çalışmasına muhtaçtır. Yani o ekmeği, karşılıksız olarak değil, çalıştırdığı kişinin alın terinin karşılığı olarak vermektedir.

 

Hâsılı; maddiyat imtihanında muvaffakiyetin yolu, Allâh’ın tâlimatlarına titizlikle riâyet etmektir.

 

Bütün bu âyetlerde bir de evlâtlar yer almaktaydı.

 

EVLÂT MES’ÛLİYETİ

 

Evlâtların imtihan olması da mevzu ile kuvvetli bir alâka içindedir. Belli bir yaşın üstündeki insanlar, artık kendilerinden ziyade, evlâtlarına mîras bırakmak için dünya malını biriktirmeye, çoğaltmaya gayret ederler.

 

Hâlbuki unutmamalıyız ki;

 

Cenâb-ı Hak; bize evlâtlarımızın dünya rahatını, konforunu en üst seviyede temin etmemizi emretmiyor.

 

Biz evlâtlarımızın nafakasını mâkul ve mâruf ölçülerde temin ederiz. Maîşetlerini temin edecekleri bir meslek kazanmalarında yardımcı oluruz.

 

Lâkin onlara karşı asıl vecîbemiz; onların âhiretlerini kazanmalarına yardımcı olmamızdır. Bunun yolu, onlara;

 

Allah ve Rasûlullah sevgisini aşılamaktır.

 

Kur’ân’ı sevdirmek ve onun tilâvetini ve ahkâmını öğretmektir. Helâl-haram ölçülerini kazandırmaktır.

 

•İslâm kültür ve medeniyetini onlara telkin etmektir.

 

Ez-cümle onlara mîras olarak bırakabileceğimiz en kıymetli şey;

 

•İslâm şahsiyet ve karakterini kazandırmamızdır.

 

Aksi takdirde;

 

Evlâtlarımızın dünyasına dalar ve bununla oyalanırsak, evlâtlarımız; bizim için, bizi Allâh’ı zikretmekten alıkoyan bir meşgale olur. Bizim için fitne, bir imtihan olur.

 

O gafil anne-babalar; evlâtlarımız için çalışıyoruz zannederken, mahşer günü, bir de bakarlar ki, evlâtları kendilerinden dâvâcı olmuş!..

 

Bir de görürler ki;

 

Evlâtları kendilerinden kaçıyor, onlar evlâtlarından firar ediyor!..

 

Bir de görürler ki;

 

Dünyada gözünün önünden ayırmak istemediği ciğerpâresi ile yollar ayrılıyor!..

 

“Ayrılın bakalım ey mücrimler!” nidâsı yükseldiğinde, kendisi bir tarafa, evlâdı bir tarafa düşüyor. “Ah, vah, keşke!” feryatları hiçbir işe yaramıyor!

 

Daha da garibi, daha dünyada iken, onlara mîras yığalım diye uğraşan anne-babalar ile evlâtların arası bozuluyor. Evlâtlar, anne-babalarına daha dünyada iken düşman kesiliyor. Bîgâne ve vefâsız birer evlât oluyor. Anne-babasına saç-baş yolduruyor.

 

Bilhassa bugün;

 

Çünkü zamanımızda anne-babanın hükmü kalktı. İnternet, cep telefonları ve bilgisayarlar, anne-babanın vazifesini eline aldı. Körpe dimağları artık anneler değil, tabletler şekillendiriyor. Hayatı evlâtlara artık babalar değil; kirli sokaklar, mülevves programlar öğretiyor.

 

Öyleyse, Kur’ân’ın; «mallarınız ve evlâtlarınız!» diye tekrar tekrar îkaz buyurduğu esasları göz önünde bulunduralım. Cenâb-ı Hakk’ın bize lutfettiği evlât ve serveti, birer ilâhî emânet ve mes’ûliyet olarak görüp, Rabbimiz’in istediği esaslara göre evlâtları yetiştirelim ve maddiyâtı buna göre değerlendirelim.

 

Maddiyat ve nesil; âhiret yolunun çengeli ve iki cihan saâdetinin engeli değil, onları kazanmanın vesilesi olsun.

 

Bu nimet imtihanlarında kaybedenlerden değil, şükredip kazananlardan olalım.

 

Bu hususta; hakkı bâtıl, bâtılı hak göstermeye çalışan sinsi vesveseci şeytanı, mal ve evlâtlarımıza ortak etmeyelim!..

 

Rabbimiz, duygu ve düşüncelerimizi rızâsıyla te’lif buyursun.

 

Bizlere emânet ettiği dünya malını, Zatına yaklaşmaya vesile olacak mâhiyette değerlendirebilmeyi nasîb eylesin.

 

Bizlere lutfettiği evlâtları da, amel defterimizi hasenâta açık tutacak keyfiyette yetiştirebilmeyi müyesser kılsın!

 

Âmîn!..