HANGİ TERAKKÎ?

Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

Ziyâ Paşa demişti ki:

 

İslâm imiş devlete bend-i terakkî,

Evvel yoğ idi işbu rivâyet yeni çıktı.

 

İslâm, devletin yükselmesine, ilerlemesine güya ayak bağı imiş!.. Eskiden böyle bir iddia yoktu. Yeni çıktı!”

 

Biz bu suçlamanın daima İslâm’ı ilgilendiren tarafına cevap yetiştirdik:

 

“İslâm, ilme, fenne, gelişmeye ve îcatlara karşı değildir. Bakın tarihimizde nice buluşlar, îcatlar, keşifler müslümanlara aittir.” dedik. Doğruydu da. Pîrî Reis haritası, Mimar Sinan dehâsı, Fatih’in topları desek bu iddiayı çürütmeye yetmez mi?

 

Ama asıl bu suçlamanın diğer kısmına eğilmeliydi:

 

Hangi terakkiymiş o?

 

Sizin terakkî dediğiniz de nedir bakayım?

 

Artık günlük lisanda terakkî kelimesi kullanılmıyor. Geçmişte İttihat Terakkî Cemiyetinin adında dahî geçen bu kelime, yakın zamana kadar ilericilik kelimesiyle karşılanıyordu. Dindarlara da buna mukabil gerici deniyordu. Mürtecî sıfatı da işte bu terakkîye(!) karşı çıkıp eskiye dönüş isteyenlere veriliyordu. Yani karşı devrimci, reaksiyoner… Yine zamanımızda da; çağdaşlık, modernlik gibi süslü lâflarla devam ediyor.

 

Arapça menşeli terakkînin kelime mânâsı «yükselmek» demek. Lâkin o dönem batılı dillerdeki progress kelimesinin karşılığı olarak husûsî bir mânâda kullanılıyordu. Progress ilerleme demekti.

 

Bizimkilerin terakkî adına yaptıklarına bakılırsa; ortada yükselme, ilerleme, ileri gitme değil; başkalaşma, yabancılaşma, taklitçilik ve Avrupâîleşme vardı sadece.

 

Merhum şair Doç. Dr. Dilâver CEBECİ’nin Tanzîmat ve Türk Ailesi kitabından pasajlarla tefekkür yolculuğumuza devam edelim:

 

“Bizde Avrupâî reformların öncülüğünü yapan bir padişah olarak bilinen II. Mahmud, Vak‘a-yi Hayriyye’den sonra orduya ve mülkiye ricâline Avrupa usûlü kıyafeti getirmişti. Bu sırada sivil halk da yavaş yavaş sarıkları atıp, setre pantolon giymeye başlamıştı. Fakat medrese camiası beyaz ve yeşil sarıkta ısrar ediyordu. Devrin Şeyhü’l-İslâm’ı;

 

«–Padişah efendimiz dilerse kölesinin başını alabilir ama o başa saygısızlık edemez.» diye tepki gösterince azledilmişti. Rusya ile savaş hazırlığı içinde olan Padişah; meselenin üzerine fazla gidememiş, bu sebeple medreselilerin muhalefeti devam etmişti.

 

Tanzîmat döneminde Osmanlı cemiyetinde meydana gelen değişmeler, yukarıdan ve cebrî bir karakter arz etmektedir. Bunlar tabandan mahrum ve mekanik olmaları sebebi ile muhafazakâr halktan ve dînî çevrelerden tepki görmüş, bu hâl hep böyle devam etmiştir.”

 

Pantolon mu terakkî?

 

Sarık mı ilerlemeye mâni?

 

Bakın başka terakkî (!) değişmelerine:

 

Tanzîmatçı Türk; fotoğrafını çektirir, Fransızca konuşur ve tiyatroya giderdi. Kısaca gazete tesbihin, sigara çubuğun, şarap iyi suyun, yaylı araba arabanın, piyano davulun, Fransız grameri Arap sarf ve nahvinin, kârgir ev ahşap evin yerini almaya başlamıştı.”

 

Bakın:

 

“Karısının Avrupalı temâyüllerini destekleyen gençlerin haremi, Avrupalı bir hanımın evine benzer. Burada piyano ve onu öğreten bir hıristiyan kadın vardır. Dikiş kutuları, küçük hasır iskemleler, şezlong, bir yazıhâne, efendinin Peralı bir İtalyan ressam tarafından yapılmış karakalem bir resmi, küçük bir kitaplık, Türkçe-Fransızca Lügat, resimli moda mecmûası, resim için gerekli malzemeler, bu evin dekoru içinde hemen göze çarparlardı. Bazen Galatalı bir Alman fotoğrafçı, kadının fotoğrafını çekmeye gelir. Hastalandığında bir Avrupalı hekime gidilir…”

 

Bu sayılanlar arasında bir terakkî var mı?

 

Bu mürebbiyelerin edebiyatımızda yansımaları olmuştu:

 

“19. ve 20. asırları idrak etmiş ünlü romancımız Hüseyin Rahmi GÜRPINAR (1865-1944) asrın sonlarında neşrettiği fakat Tanzîmat döneminin son zamanlarındaki bir konak hayatını konu edinen Mürebbiye isimli romanında, çocukların eğitiminin yabancı mürebbiyelere verilmesinin meydana getireceği kötülükleri anlatmaya çalışmıştır. Bu romanda şahısların çoğu, sadece dünyayı ve maddeyi ön plâna alan tiplerdir. Fransız mürebbiye Anjel konaktaki namus anlayışını değiştirmiş; bir Tanzîmat kalıntısı olan Dehrî Efendi’den, Sadri ve Amcabeğ’e kadar diğer birçok konak efrâdını baştan çıkarmıştır. Bu konakta, Türk aile yapısının aslî özellikleri olan; sevgi, fedâkârlık, merhamet ve iffet gibi bütün değerler altüst olmuştur.

 

Kötünün misal gösterilerek iyinin bulunmasına yardımcı olmak maksadıyla yazılmış olan bu romanda, körü körüne ve kompleks içinde bir batı taklitçiliğinin Türk ailesine verdiği zararlar anlatılmaktadır. Anjel; konakta çocuklara alafrangalığı ustalıkla öğretmiş, millî gelenekleri yıkmıştır. H. Rahmi’nin çocukluğunda komşuları olan Ahmed Vefik Paşa’nın aile hayatından çıkardığı bilinen bu roman, o günün sosyal hayatı hakkında mükemmel bir belgedir.

 

Kezâ H. Rahmi’nin Mürebbiye’sinden on sene önce (1889)’da da neşrettiği Sergüzeşt romanı ile ünlü Sâmipaşazâde Sezai (1860-1936), bu eserinin bir yerinde şu ifadelere yer vermektedir:

 

«Tesliye’nin mürebbiyesi olan bu ihtiyar Fransız hanımı on seneden beri İstanbul’da bulunduğu hâlde Türkçe olarak; ‘Bakalım, kısmet, yavaş yavaş…’ gibi bir iki kelime ve cümleden başka bir şey bilmez, fakat misyonerlerin protestanlığı yaymak için gösterdikleri derecede bir taassupla kendi milletinin dilini herkese öğretmek isterdi.»

 

Tanzîmat döneminin birçok zengin aileleri mürebbiyelerin tesiriyle Türk irfânını kaybediyorlardı. Fakat orta hâlli ve fakir Türk aileleri an‘anevî aile yapısını muhafazaya devam ediyorlardı.”

 

Günümüzde cep telefonu ve tabletler bu mürebbiyelerin yerini aldı. Çocuklar dili de, kültürü de internette karşılaştıkları muhtevâlardan öğreniyorlar.

 

Bir de güya terakkî diye terk ettiklerimize batılı bir nazarın nasıl hayran hayran baktığını okuyalım:

 

“Kırım Harbi’ne tekaddüm eden yıllarda Osmanlı ulemâsı an‘anevî kıyafetini muhafaza ediyordu. Bu yıllarda İstanbul’da bulunan Fontmagne onların kıyafetlerinden hayranlıkla bahsederken şu ifadelere yer veriyor:

 

«Uzun güzel sakalları, hafifçe dalgalanan beyaz, yeşil ve altun sırma işlemeli elbiseleri ve sarıklarıyla çok heybetli bir görünüşleri vardı. Her hâlleriyle asâleti ve kudreti ifade ediyorlardı. Bu güzel kıyafetler, giyenlere öylesine bir haşmet ve seçkinlik veriyor ki…»

 

Türklerin millî kıyafetlerine bu derece hayran olan Fontmagne, uzun redingot ve fesi sevmiyor. O; Sultan’ın, sadrazamları giyim kuşam zenginliğinden mahrum bırakarak, onları mânevî bakımdan da küçülttüğü inancındadır.”

 

Kıyafeti bir tarafa bırakalım, asıl o toplumdaki ahlâkî değerler bir başkaydı:

 

“Türkler yardımlaşmadan çok hoşlanan bir millet olarak her fırsatta bu imkânı oluşturmaya çalışırlardı. Meselâ; bir düğün sırasında gelin hamama götürülürken, o mahallenin bütün hanımları da götürülürdü. Hattâ bunlara elbise ve para verilirdi.

 

Camilerin müştemilâtı içinde yoksulları ve yolcuları barındıran misafirhâneler, hastalar için hastahâneler, öğrencilerin kaldıkları odalar vardı. Türklerdeki bu üstün dayanışma ve merhamet duygusu zamanla birçok vakfın ortaya çıkmasını sağlamıştır. Bu vakıflar sayesinde, insanlar bir yana, hayvanlar bile kendilerini emniyet içinde hissedebiliyorlardı. Bu vakıfların o kadar çok çeşidi vardı ki burada hepsini saymaya imkân yoktur. Ancak bunlardan; cami, medrese, okul, hamam, hastahâne, misafirhâne, imârethâne, çamaşırhâne, köprü, çeşme, yetişmiş kızlara çeyiz, mahpusların borçlarını ödeme, yoksullara cenâze masrafı, yaşlılara giyecek, kuşlara darı, ilkbaharda çocuklara piknik, askerlere ve ailelerine yardım, gemi, kale inşaatı ve tamiri vakfı gibi vakıflar akla ilk gelenlerdir.

 

Ayrıca İslâm dîninin komşuluk hakkı ile ilgili olarak ortaya koyduğu prensipler; zekât gibi ibâdetler ve sadaka müessesesi, aileler arasında yüksek seviyede bir yardımlaşma sağlıyordu. Bunların dışında; gerek aralarında akrabalık bulunan, gerekse münasebetleri komşuluk gibi bir yakınlıktan ibaret olan aileler, birbirleriyle çeşitli sahalarda yardımlaşıyorlardı. Hattâ ekonomik vaziyeti zayıf olan birçok aile, komşularının yardımları ile kendilerini toparlayıncaya kadar büyük bir sıkıntı çekmeden yaşayabiliyorlardı.”

 

Terakkî ettirmeye değil, tagayyür ettirmeye çalışıyorlardı. Başkalaştırmak, özüne yabancılaştırmak idi hedef:

 

Tanzîmat münevveri; halkı câhil ve âciz buluyor, ona ilim ve fen götürmekle her şeyin halledileceğine inanıyordu. Aydınların üniversitede meydana getirecekleri zihnî yapı, yukarıdan aşağıya inerek halka yayılacaktı. Tanzîmat’tan çok yıllar sonra bile Ahmed Mithat Efendi Anadolu Türklüğünün bütün kültür unsurlarını bâtıl îtikat ve; «Acem basması» şeklinde değerlendiriyor ve onları unutturmaya çalışıyordu.”

 

Dün; «Acem basması» diyenler bugün Arapçılık diyorlar.

 

Kültür değişmeleriyle başımız o kadar döndü ki; zamanımızda bazı insanlar, İslâm medeniyetinde inşâ ettiğimiz kültür varlığımızı Araplık olarak addetmeye ve göstermeye çalışıyorlar. Bu aynı döneme yani Tanzîmat’a kadar izi sürülebilecek ırkçılık cereyanlarının menfî izleri.

 

Buyurun bir Arap seyyaha kulak verelim:

 

“10’uncu asırda Oğuzlar arasında gezen Arap seyyahı İbn-i Fadlân; onların zinâ nedir bilmediklerini, zinâ edenleri iki parçaya bölmek sûretiyle öldürdüklerini nakletmektedir.”

 

Çok mu sert başladık!

 

Batının ne anne ne baba, ne erkek ne kadın derdi kaldı!.. Ama bir zaman pederşâhî / ataerkil aile diyerek doğu kültürlerini kadını ezmekle suçlarlardı. Bizim İslâm’ı ayak bağı görmeye devam eden tayfa da İslâm öncesindeki Türklerde erkek hâkimiyetinin olmadığını, bunu Araplıktan(!) aldığımızı iddia ediyorlar. Hâlbuki incelemeler, Türklerin İslâm’dan önce de pederşâhî değilse de pederî olduğunu ispatlıyor. Babanın aile reisliğinden; mîrâsın, evlât olmadığında erkek tarafına verilmesine kadar…

 

Müslümanların terakkîye, gelişmeye, yeniliğe karşı oldukları suçlaması, maalesef bize tesir etti. Tersinden tesir etti.

 

60’lı, 70’li yıllarda birçok dindar insan; televizyona karşı mesafeliyken, 2000’li yıllarda yayılan bilgisayar ve internet, evimize, ocağımıza çok daha hızlı girdi. Fütursuzca girdi, tedbirsizce girdi.

 

Halkın idareye çökmüş olan taklitçi zihniyete karşı tepkisi, evlâtlarını okutmamak olurdu. Çünkü mekteplerin evlâtları bozduğunu biliyorlardı. Çocuklarını esnaf, sonrasında da sanayici yapan bu tercih günümüzde kırıldı. Şimdi bir tutam sakalıyla;

 

“–Çocuklarını hâfız yapmayın, hukukçu yapın!” diyen hocalarımız(!) var.

 

Şimdi ailemiz için dövünürken, keşke inancımız bu kadar da taklitçiliğe pâ-bend / engel olaydı diyoruz.

 

Keşke hayâmız ailemizin içine en mahrem görüntüleri, en hayâsız lâkırdıları dolduran televizyonun evlerimizin baş köşesine konmasına pâ-bend olaydı!..

 

Keşke îmânımız, evlâtlarımızı inançsız mürebbîlerin eline teslim etmeye mânî olaydı!..

 

Keşke örfümüz, âdetimiz, modaları, trendleri, reklâmları bu kadar kolayca benimsememize mânî olaydı!..