Milletçe Birlik ve Beraberlik DİN KARDEŞLİĞİ

Osman Nûri TOPBAŞ

 

 

KARDEŞLER OLDUNUZ!

 

Âyet-i kerîmede buyurulur:

 

“Hep birlikte Allâh’ın ipine (kitâbına, dînine) sımsıkı sarılın. Parçalanıp ayrılmayın.

 

Allâh’ın üzerinizdeki nimetini düşünün. Hani siz birbirinize düşmanlar idiniz de O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte O’nun bu nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz.

 

Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı.

 

İşte Allah, doğru yola eresiniz diye âyetlerini size böyle apaçık bildiriyor.” (Âl-i İmrân, 103)

 

Hakikaten İslâm’dan önce, câhiliyye devrinde; bütün Arap Yarımadası, sürüp giden kabîle savaşlarıyla kan gölüne dönmüş vaziyetteydi.

 

Haklı ve haksız demeden, herkes kendi kabîlesinin üstünlük dâvâsını güder, basit sebeplerle başlayan ihtilâflar yıllar süren kanlı savaşlara dönüşürdü.

 

Meselâ Medine’deki Evs ve Hazrec kabîleleri, 110 sene boyunca birbirleriyle savaşmışlardı. Savaş sona ermişti fakat yaraları tazeydi ve Medine’de bir birlik yoktu. Bu durumdan şehirdeki yahudi kabîleleri istifâde hâlindeydi.

 

Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz’in Medîne-i Münevvere’yi teşrifleriyle bu ihtilâf sona erdi. Rasûl-i Ekrem sallâllâhu aleyhi ve sellem, bu iki kabîleyi; «Ensâr / Allâh’ın dîninin, Rasûlü’nün ve muhâcirlerin yardımcıları» ismiyle kaynaştırdı, birleştirdi.

 

Müteâkip yıllarda, yahudiler ve münafıklar; bu iki kabîlenin eski yaralarını kaşıyarak, aralarında yeniden ihtilâf çıkarmaya çalıştılar. Önceki savaşlarda öldürülen atalarını anarak, o dönemde yazılan şiirleri yeniden ortaya sürerek kin ve nefreti körüklemeye çalıştılar.

 

Ancak Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz; onların kalbine îman kardeşliğinin, bütün âidiyetlerden önde geldiğini aşılamıştı. Din asabiyeti, artık kan asabiyetinin önüne geçmişti. Fesat çıkarmaya çalışanlara fırsat verilmedi. Dâimâ îman kardeşliği perçinlendi.

 

Âlemlere Rahmet Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem; îman kardeşliğini kuvvetlendirmek için, muâhât / kardeşlik anlaşmaları yaptı. İki kişi birbirinin kardeşi oluyor, maddî-mânevî bütün ihtiyaçlarında kardeşlerini kendilerine zimmetli addediyorlardı. Mîras âyetleri ininceye kadar, birbirlerine vâris dahî oluyorlardı.

 

Peygamberimiz; bu kardeşlik tesisinde, husûsen; Mekke’den Medine’ye dînini yaşayabilmek için, evlerini barklarını, ailelerini terk ederek hicret eden muhâcirleri, ev sahibi olan Medineli ensar ile kardeş ilân etti.

 

Böylece, zamanımızda ülkemizde ve dünyanın her yerinde yaşanan yerli ile mültecî arasındaki soğukluğu bertaraf etti. Münafıkların, muhâcirler aleyhinde yaptıkları menfî propagandalara rağmen, îsâr sahibi ensar, çok güzel bir imtihan verdi. Tarlalarını, mal ve mülklerini, Mekkeli muhâcirlerle bölüşmeyi teklif ettiler.

 

MUHTEŞEM BİR MİSAL

 

Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem, Abdurrahman bin Avf radıyallâhu anh ile ensardan Sa‘d bin Rebîradıyallâhu anh arasında kardeşlik kurmuştu. Sa‘d bin Rebî, kardeşine derhâl;

 

“–Ben, mal bakımından ensârın en zenginiyim. Malımın yarısını sana ayırdım. İşte malım, buyur.” dedi.

 

Abdurrahman bin Avf radıyallâhu anh ise göz tokluğu içinde, kanaatkâr bir tavırla ona;

 

“–Allah malını ve imkânlarını sana hayırlı ve mübârek eylesin kardeşim. Benim bunlara ihtiyacım yok. Sen bana çarşının yolunu gösteriver, kâfî…” dedi.

 

Abdurrahman bin Avf radıyallâhu anh çarşıya gidip ticarete başladı. Çok geçmeden epeyce bir kazanç sağladı ve ağniyâ-i şâkirîn (şükreden zenginler) zümresine dâhil oldu. (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 3)

 

Muhtaç muhâcirler, ensar hazerâtının ikramlarını karşılıksız kabul etmediler; tarlalarda, bahçelerde hizmet ettiler. Toplumda bir tesânüd oluştu.

 

Peygamber Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem’in emek emek inşâ ettiği bu kardeşliği bozmaya çalışan şer güçler hep oldu.

 

Meselâ Benî Mustalik Gazvesi’nde, biri ensardan diğeri muhâcirlerden iki genç kavga etmişti. Sonrasında her iki taraf;

 

“–Yetişin ey muhâcirler!”

 

“–Yetişin ey ensâr!” şeklinde bağırmaya başladı. Sesleri işiten Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem derhâl hâdisenin yaşandığı yere gelerek;

 

“‒Bu câhiliyye çağrısı da nereden çıktı?!. deyip hemen kavgayı yatıştırdı. Sonra da şöyle buyurdu:

 

“‒Zâlim de olsa mazlum da olsa kardeşinize yardım ediniz.” (Müslim, Birr, 62)

 

Bu söz, eskiden beri söylenegelen bir vecîze idi. Fakat câhiliyye devrinde onlar bu sözü;

 

“–Haklı da olsa haksız da olsa kardeşine yardım etmelisin!” şeklinde anlıyorlardı. Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem’in bu sözü söylemesine çok şaşırdılar. Sahâbîlerden biri şöyle sordu:

 

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Eğer kardeşim mazlum ise yardım ederim, fakat zâlimse ona nasıl yardım edeceğim?”

 

Fahr-i Kâinat sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz; bu sözün, İslâm terbiyesiyle istikametli merkezini bulan hakikî mânâsını şöyle îzah buyurdu:

 

“–Onu (haksızlık eden kardeşini) zulümden uzaklaştırırsın veya onun zulmüne engel olursun. Ona yapacağın yardım işte budur.” (Buhârî, İkrâh, 7; Tirmizî, Fiten, 68)

 

Yani burada Efendimiz;

 

“–Ensar ve muhâcirler yetişin, diye bağırıp tarafgir bir kargaşa çıkarmamalı, mazlumu müdafaa edip, zâlimi zulmünden geri adım atmaya sevk etmeliydiniz!” demiş oluyordu.

 

Kardeşlik duygusu her dâim pekiştirildi.

 

Âyet-i kerîmede buyurulur:

 

Mü’minler ancak kardeştirler. Onun için kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun ki, rahmete nâil olasınız.” (elHucurât, 10)

 

Hadîs-i şerifte, kardeşliği bozan zehirli kötü huylar tek tek sayılarak şöyle buyurulur:

 

“Birbirinizle üstünlük yarışı (tefâhur) içine girmeyin! Birbirinize haset etmeyin! Birbirinize kin beslemeyin! Birbirinize sırt çevirmeyin! Ey Allâh’ın kulları! Kardeş olun!” (Müslim, Birr, 28)

 

Bütün ilâhî tedbir ve nebevî terbiyeye rağmen, zaman zaman hasbe’l-beşeriyye, ashâbın arasında; asabiyete, kavmiyete dayanan münferit çekişmeler meydana geldi. Bunlara da Fahr-i Âlem sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz çok yerinde müdahalelerde bulundu:

 

Meselâ bir gün Bilâl-i Habeşî ve Ebû Zer radıyallâhu anhümâ tartışmışlar, bu esnada Ebû Zer radıyallâhu anh, siyâhî olan annesinden dolayı;

 

“–Kara kadının oğlu!” diyerek Bilâl radıyallâhu anh’ı ayıplamıştı. Hazret-i Bilâl buna çok üzüldü. Durumu gidip Allah Rasûlü’ne haber verdi. Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem Ebû Zerr’i şöyle uyardı:

 

“Ebû Zer! Onu annesinden (annesinin ten renginden) dolayı mı ayıplıyorsun? Demek ki sen, kendisinde hâlâ câhiliyye(den izler) bulunan bir kimsesin.” (Müslim, Eymân, 38; Buhârî, Îmân, 22; Aynî, Umdetü’l-Kārî, I, 329)

 

Rivâyete göre; Ebû Zer Hazretleri, tevbe edip Hazret-i Bilâl’den özür diledi. Hattâ başını, mescidin eşiğine koyup «Hazret-i Bilâl, üstüne basmadıkça» kaldırmayacağını söyleyerek onunla helâlleşti. Bazı âlimlere göre bu hâdise, Ebû Zer Hazretleri ile kölesi arasında geçmiştir.

 

İslâm’ın gönüllerde meydana getirdiği kardeşlik heyecanı, meydana gelebilecek münferit hataları da böyle telâfî ediyordu.

 

Bir başka hâdise:

 

KİMİN OĞLUSUN?

 

Sa‘d bin Ebî Vakkas ile Selmân-ı Fârisî radıyallâhu anhümâ arasında bir kırgınlık olmuştu. Bir gün Mescid-i Nebevî’de beraber otururlarken Sa‘d bin Ebî Vakkas orada bulunan birkaç kişiye neseplerini sordu, onlar da soylarını anlattılar… Sonra da Selman radıyallâhu anh’a döndü ve aynı şekilde nesebini sordu. O bununla, Selmân’ın bunca soylu kimselerin arasına sığınmış bir garip olduğunu îmâ etmek istemişti. Bunu anlayan Selman radıyallâhu anh, şu cevabı verdi:

 

“–Ben, İslâm’ın oğlu Selmân’ım.”

 

Sonra da sözlerine şöyle devam etti:

 

“–Ben yolumu kaybetmiştim; Allah, beni Peygamberimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem ile hidâyete erdirdi.

 

•Ben fakirdim; Allah, beni Muhammed Mustafâ sallâllâhu aleyhi ve sellem ile zenginleştirdi.

 

•Ben köleydim; Allah, beni Rasûlü ile hürriyetime kavuşturdu.”

 

Bu konuşmalara şâhit olan Hazret-i Ömer radıyallâhu anh, orada bulunanlara biraz da sert bir üslûpla;

 

“–Benim de soyumu öğrenmek ister misiniz?” diye sordu ve akabinde de şöyle buyurdu:

 

“–Ben de İslâm’ın oğlu Ömer’im, İslâm’ın oğlu Selmân’ın kardeşiyim.” (Abdurrezzâk, Musannef, XI, 439)

 

Bu kıssalardan da anlaşılacağı üzere; Habeşli Bilâl, İran’dan gelen Selman, yahudi hahamıyken müslüman olan Abdullah bin Selâm radıyallâhu anhüm ve diğer âzadlı, köle, bedevî ve benzeri sahâbîler; İslâm’ın, ırk asabiyetine hiçbir ehemmiyet vermediğinin ilk şâhitleridir. Çünkü İslâm’da;

 

ÜSTÜNLÜK TAKVÂ İLE…

 

Câhilî anlayışlarda, üstünlük; soy, makam-mevki, servet, şöhret gibi şahsiyetin bir mârifeti olmayan, kader îcâbı hususlara istinat ettirilir. İslâm’da ise tefâhur ve kibir yasaklanmış, Allah katındaki üstünlüğün ise takvâ ile olduğu bildirilmiştir. Âyet-i kerîmede buyurulur:

 

“Ey insanlar! Doğrusu Biz sizi bir erkekle bir dişiden (Âdem ve Havvâ’dan) yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabîlelere ayırdık. Muhakkak ki Allah katında en değerli olanınız, en müttakî (en çok takvâ sahibi) olanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır.” (elHucurât, 13)

 

Bütün insanlık, Hazret-i Âdem ve Havvâ’nın evlâtlarıdır. Hazret-i Âdem de topraktan yaratılmıştır. Dolayısıyla, bütün insanlar aynı ebeveynden ve aynı mâyeden gelmiştir. Hadîs-i şerifte buyurulur:

 

“Bütün insanlar Âdem’in çocuklarıdır. Ve Allah Âdem’i topraktan yaratmıştır…” (Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ân, 49; Ebû Dâvûd, Edeb, 110-111)

 

Lâkin Cenâb-ı Hak; ilâhî sanatının bir tezâhürü olarak, insanları farklı ten renklerinde, farklı lisanlar konuşan, farklı iklimlerde yaşayıp, farklı kültürlere sahip olacak şekilde, çeşitli kavimler, kabîleler ve boylar hâlinde yaratmıştır.

 

Rabbimiz dileseydi; bütün insanlık birbirinin aynı ten renginde olur, tek bir dili konuşur ve tek bir kültürde yaşardı. Cenâb-ı Hak bu çeşitliliğin hikmetini, «birbirinizle tanışmanız için» beyânıyla bildirmiştir.

 

Yûnus Emre Hazretleri ne güzel söyler:

 

Gelin tanış olalım,

İşi kolay kılalım,

Sevelim sevilelim;

Dünya kimseye kalmaz!

 

Tarih boyunca milletler birbirlerinden birçok şeyi öğrenmiş, geliştirmiştir. Tanışmak, hayırda yarışmak, Allâh’ın sanatındaki zenginliği temâşâ etmek yanında, bu farklılığın bir de imtihan tarafı vardır:

 

Ham insanlar, bilmediklerinin düşmanıdır. Tanımadığı başka unsurlara, önce peşin hükümlü davranır. Rakip ve düşman beller. Kendisini ondan, mensup bulunduğu kavmi de karşısındakinden üstün tutar. Bunun adı ırkçılıktır.

 

IRKÇILIK

 

İlk ırkçılığı, Hazret-i Âdem’e karşı, İblis yapmıştır. Cenâb-ı Hak; Hazret-i Âdem’e bütün isimleri öğretip, onun hünerini gösterdikten sonra, meleklere onun önünde eğilmelerini emretmişti. Bütün melekler secde ettiği hâlde, orada bulunan İblis secde etmedi. Sebebi sorulunca ise şu kibirli cevabı verdi:

 

“–Ben ondan daha üstünüm. Beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan!”

 

Cenâb-ı Hak; kibir, kıskançlık ve cidalle dolu bu cevaptan hoşnut olmadı. Onu huzûrundan kovdu ve lânetledi. (Bkz. Sâd, 71-78)

 

Kendi ırkını, soyunu, kabîlesini, ten rengini başkalarınınkilerden üstün görenler, şeytanın açtığı bu yoldan gidenlerdir.

 

Peygamber Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem; ırkçılığı, yani kavmini diğerlerinden üstün görerek, bununla böbürlenmeyi, buna istinat ederek başkalarına haksızlık ve zulmetmeyi kesin bir dille yasaklamıştır:

 

“Ey insanlar! Allah sizden câhiliyye gururunu ve atalarla övünme âdetini gidermiştir.

 

İnsanlar iki gruptur:

 

İyilik ve takvâ sahibi, Allah katında değerli kişi ve

 

•Günahkâr, bedbaht, Allah katında değersiz kişi. İnsanlar Âdem’in çocuklarıdır. Ve Allah Âdem’i topraktan yaratmıştır…” (Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ân, 49; Ebû Dâvûd, Edeb, 110-111)

 

“Ey insanlar! Şunu iyi bilin ki, Rabbiniz birdir, atanız birdir. Arab’ın Arap olmayana, Arap olmayanın Arab’a, beyazın siyaha, siyahın beyaza üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvâdadır.” (Ahmed, V, 411)

 

Peygamberimiz; sadece farklı milletlerden olanlara değil, hizmetçilere, emri altında bulunanlara, mahrumlara da en güzel şekilde davranılmasını, onlara sahip çıkılmasını emretmiştir:

 

Enes –radıyallâhu anh, vefâtı esnasında Peygamberimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem’in yanında idi. Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem’in üç kez;

 

“–Namaz husûsunda Allah’tan korkun!” sözleriyle ferdî mes’ûliyetimize dikkat çektikten sonra, şu ifadeleriyle de içtimâî mes’ûliyetimizi hatırlattığını nakletmektedir:

 

“–Emriniz altındaki insanlar hakkında Allah’tan korkun, iki zayıf hakkında Allah’tan korkun: Dul kadın ve yetim çocuk. (Beyhakî, Şuab, VII, 477)

 

Unutmamalıyız ki;

 

Rasûl-i Ekrem sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz’in yetimleri himâye vasiyeti, ara sıra onların başını okşayıp, ellerine bir çikolata vermekle yerine getirilmiş olmaz. Onlara karşı esas vazifemiz; yetimleri İslâm karakter ve şahsiyetiyle teçhiz ederek, Allah yolunda güzel bir kul olarak yetiştirmemizdir.

 

Rivâyete göre, bir gün Hazret-i Mevlânâ; kızı Melike Hatun’un, hizmetçisini azarladığını görür. Ona şöyle nasihat eder:

 

“–Onu niçin incitiyorsun? Acaba sen onun hizmetçisi olsaydın ne yapardın?

 

Kızım, Allah’tan başka hiç kimsenin gerçek mânâda kulu-kölesi yoktur. Sana hizmette bulunanlar, asla hizmetçilerimiz değil, hepsi de ancak kardeşlerimizdir.” (Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri, c. I, s. 626)

 

Peygamber Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem’in mübârek düsturlarıyla birlik ve beraberlik yaşandığı müddetçe, İslâm’ın izzeti Çin’den Atlas Okyanusu’na kadar uzanmıştır.

 

Hadîs-i şerifte buyurulduğu gibi; vahdet rahmete, ayrılık zahmete yol açmıştır. (Bkz. Münâvî, III, 470)

 

Sekiz asır İslâm beldesi olan Endülüs; önce parçalanıp devletçiklere bölünme, ardından, diğer beyliklerle mücadele ederken düşmanla ittifak etme belâsı yüzünden elden çıkmıştır.

 

Selçuklu devletinin, Moğol istilâsıyla yıkılması üzerine, Anadolu da benzer bir tehlike yaşamış, ancak Osmanlı beyliğinin firâsetli siyaseti ve Hak dostlarının ilmek ilmek halkı işlemesi sayesinde -elhamdülillâh- burada birlik ve beraberlik sağlanabilmiştir.

 

Tarihte üç büyük şahsiyet; İslâm birliğini üstün tutarak, idareciliklerinden ferâgat etmişlerdir:

 

İlki Hazret-i Hasanradıyallâhu anh’tır.

 

Hazret-i Hasan; babası Hazret-i Ali’nin halîfe iken bir hâricî tarafından şehîd edilmesinden sonra, hilâfete geçmiş ve altı ay hilâfette bulunmuştu. Lâkin Hazret-i Osman’ın şehîd edilmesinden beri devam eden ihtilâf bir türlü sona ermiyordu.

 

Hazret-i Hasan; Hazret-i Muâviye’ye bir mektup yazarak, dâvâsında haklı olsa da, sırf müslüman kanı dökülmemesi için, hilâfetten ferâgat ettiğini bildirdi. Büyük bir kalbî olgunluk gösterdi. Yıllardır süren çekişme sona erince, ümmet büyük bir sevinç duydu ve o seneye; «Âmu’l-Cemâa / Birlik Yılı» denildi.

 

Fahr-i Kâinat sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz şöyle buyurmuştur:

 

“Benden sonra nübüvvete lâyık gerçek ve kâmil hilâfet, otuz senedir.” (Ebû Dâvûd, Sünnet, 8/4646; Ahmed, V, 50, 220, 221) Bu otuz yıl, Hazret-i Hasan’ın altı aylık hilâfeti dâhil edilince tamam olmaktadır. Peygamberimiz; Hazret-i Hasan’ın ileride gerçekleştireceği bu sulhü, daha o çocukken müjdelemişti.

 

İkincisi İdris-i Bitlisî Hazretleri’dir. Yavuz Sultan Selim Hân’ın şarkta birlik ve nizamı tesis etmek için çıktığı seferde; şiaya karşı, ehl-i sünnetin müdafii olan Osmanlı’ya tâbî oldu. Doğu illerinin de Osmanlı’ya tâbî olmasını sağladı. Yavuz da, onun bu fedâkâr tâbiiyyetine cömertçe karşılık verdi.

 

Üçüncüsü; Barbaros Hayreddin Paşa’dır, O da Kuzey Afrika’daki devletini Osmanlı’ya bağlayarak; Osmanlı’nın bahriye nâzırı olmayı, kendi devletinin sultanı olmaya tercih etti.

 

Bu fedâkâr ve firâsetli tercihler sayesinde; o yıllarda palazlanmaya başlayan sömürgeci Avrupalılara karşı İslâm beldeleri, uzun süre birliğin getirdiği dirlik içinde mukavemet ettiler.

 

Esâsen Osmanlı asla ırkçılık gütmemiştir. 235 sadrazamdan 150’sinin devşirme olması bunu ispata yeter. Meselâ bunlardan 33 sadrazam da Arnavut’tur. Millî şairimiz Mehmed Âkif de aslen Arnavut’tur.

 

Kavmiyetçilik, dünya tarihinde tek hânedanla en uzun ömrü süren Osmanlı Devleti’ne son dönemlerinde büyük zarar vermiştir.

 

Hâlbuki Osmanlı; asırlarca, meşhur tabirle yetmiş iki milleti sulh ve eman içinde kardeşçe yaşatmıştır. Balkanların fethinde; zâlim prens ve voyvodaların zulmüne mânî olduğu için, o bölgedeki halklar, Osmanlı’nın fethine çok memnun olmuş, birçok yerde fetihleri kolaylaştırmıştır.

 

İstanbul’un Fatih tarafından muhasarası devam ederken; Bizans’ta; «–Katolik Roma’dan yardım isteyelim!» diye bir teklif ortaya atıldı. Bizans asillerinden Notaras, bu teklifi şöyle reddetti:

 

“–İstanbul’da (bize zulmeden) kardinallerin şapkasını görmektense, Türklerin sarığını görmeyi tercih ederim!..”

 

SEYYAHLARIN İTİRAFLARI

 

Osmanlı’nın tebaasına gösterdiği adâlet, şefkat ve merhametin şâhidi, yabancı gazeteciler ve seyyahlardır:

 

Seyyah Villamont, kervansaraylardan bahsettiği eserinde şöyle der:

 

“…Ziyaret ettiğim kervansaraya tıpkı müslümanlar gibi hıristiyanlar da kabul edilip üç gün müddetle iâşeleri temin edilmektedir. Çünkü Osmanlı’daki bu hayrât, din farkına bakılmaksızın bütün insanlara şâmildir

 

Bu misafirhâneler, bazen çok uzaklardan getirilen suların akıtılması için tesis edilen müteaddit çeşmelerle müzeyyendir. Misafirlerin atları için ise, büyük ahırlar bulunmaktadır…”

 

Henri Mathieu ise ecdâdımızın doğruluğunu şöyle itiraf eder:

 

“Türklerde eşsiz bir hazine mâhiyetinde mevcut olan nâmus ve ahlâk anlayışını tasdik etmemek büyük bir haksızlık olur. Onlar; doğruluğu, fazîletin temeli olarak kabul eden ve verdiği sözü de mukaddes bilen kimselerdir.”

 

Corneille Le Bruyn’ın seyahatnâmesinden:

 

“…Türklerin hayrât ve hasenâta çok düşkün olduklarını ve hattâ hıristiyanlardan çok daha fazla hayrât vücuda getirdiklerini inkâra imkân yoktur. Osmanlı mülkünde yok denecek kadar az dilenciye tesadüf edilmesinin başlıca sebeplerinden biri de hayır ve hasenat vakıflarıdır.”

 

Viguier’in ifadeleri:

 

“…Birbirlerine karşı fikirlerini hürmetle müdafaa ederler. Söylenen sözlerde herhangi bir fenalık, koğuculuk, iftirâ gibi kötülükler ve edebe mugāyir, lâubâlî lâkırdılar yoktur. Yaşlı ve büyüklere karşı hürmet ve onların hakkına riâyet, hayal edilemeyecek bir nezâket içindedir.

 

Diyebilirim ki Osmanlıların ahlâkî husûsiyetleri, insanı âdeta teshîr eder. Yürüyüşlerinin serbestlik ve ihtişamı, misafir kabullerindeki güler yüzlülükleri ve nihayet selâmlığa girip çıkarken riâyet ettikleri teşrifâtın zarâfeti karşısında hayran olmamak elde değildir.”

 

Osmanlı; bütün İslâm dünyasından, bilhassa Mekke ve Medine’den, oranın içtimâî durumundan kendisini mes’ul addederdi. Bu mes’ûliyetin güzel bir nümûnesi, Hicaz’a gönderilen hediyelerdi:

 

SURRE ALAYLARI

 

Her sene, Kâbe’nin yeni örtüsü, Mescid-i Haram ve Mescid-i Nebevî’ye kıymetli hediyeler ve Haremeyn ahâlîsine ikramlardan müteşekkil büyük bir kervan teşkil edilir, Surre Emîni’nin riyâsetinde hac mevsiminde Hicaz’a gönderilirdi. Bu kervana halktan da; kimisi hediyelerini, kimisi mektubunu koyardı.

 

Yıllar önce Câfer Fakih adlı pîr-i fânî bir zâttan, Surre Alayı’nın şehre girişindeki hassâsiyeti şöyle dinlemiştim:

 

Surre Alayı, Medîne-i Münevvere’ye varınca şehre girmeden yakın bir yerde konaklardı. Sonra gusledip kendilerini Medine’nin mânevî havasına hazırlar, istihâre namazı kılarlardı. Ancak mânevî işaret gelince huzûr-i Rasûlullâh’a yaklaşırlar ve ziyaretlerini îfâ ederlerdi.

 

Hac, İslâm kardeşliğini pekiştiren pek mühim bir ibâdet olduğundan, Hicaz halkı, hacca gelenlere;

 

«–Bunlar, duyûfu’r-Rahmân / Allâh’ın misafirleridir, onlara hizmet edelim.” diye cömertçe gayret gösterirlerdi.

 

Muhtelif beldelerden gelen hacılar da;

 

“–Bunlar Allah Rasûlü’nün komşularıdır.” diye Haremeyn ehline fazla fazla ikrâm ederlerdi.

 

Müstesnâ bir İslâm kardeşliği yaşanırdı.

 

Maalesef, müslümanların güçlü ve birlik hâlindeki mevcudiyetini sona erdirmeyi hedefleyen yabancı güçler, Osmanlı’nın muhtevâsındaki unsurlara ayrılık fikrini sokmuş ve onların yıllar süren isyanları dışarıdan devamlı desteklenmiştir. O milletler; güyâ istiklâllerine kavuştuklarını zannetmişler, fakat devamında da dâimâ bir başka büyük gücün himaye ve tahakkümü altında kalmaya devam etmişlerdir.

 

Gayr-i müslim unsurlardan sonra; maalesef birlikten ayrılma isteği, müslüman unsurlara da sıçramış ve İslâm dünyasının zamanımızdaki parçalanmış hâline gelinmiştir.

 

DAĞINIK ÜMMET, BİRLEŞİK DÜŞMAN!

 

İki senedir devam eden İsrail zulmü tam bir ırkçı harekettir. Onlar dinlerini tahrif ederek, kendi ırklarına aitmiş gibi bir şekle sokmuşlardır. Kendilerinden olmayan milletleri; insan dahî kabul etmeyen, onlara her türlü zulmü revâ gören korkunç bir kavmiyetçilik anlayışı vicdanlarını kurutmuştur.

 

Diğer taraftan;

 

Gazze’nin imdadına, tam mânâsıyla ne soydaşları Araplar, ne dindaşları müslümanlar koşabiliyor. Çünkü büyük İslâm birliğinin parçalanmış küçük devletçiklerinin her biri, kendi küçük kavminin sözde menfaatlerine teksif oluyor. Kardeşlerine bîgâne kalıyor yahut; «Buna mecburum.» diyor. Kimi iktisâdî, kimi siyâsî, kimi başka sebeplerle…

 

Lâkin buna karşılık, zâlim Siyonistlere, Protestan hıristiyanlar büyük bir destek veriyor.

 

Câlib-i dikkattir ki;

 

Yahudiler Hazret-i Meryem’e iftira atıyor ve Hazret-i İsa’nın bir mûcize olarak babasız doğduğu hakikatini reddediyorlar. Yani Hazret-i İsa’ya -hâşâ- gayr-i meşrû evlât yakıştırmasında bulunuyorlar.

 

Buna rağmen hıristiyanlar, en aziz varlıklarına dil uzatan bu zâlimleri destekliyorlar.

 

Bu akıl almaz bir gaflet ve hıyânettir. Şahsiyetsizliğin geldiği noktadır. Bunlar menfaatlerinin etrafında tavaf eden insanlardır.

 

Diğer taraftan yahudi ve hıristiyanların bu dostluğunu; Kur’ân-ı Kerim, bir mûcize olarak haber veriyor. Zira âyet-i kerîmede, yahudi ve hıristiyanların birbirine dost oldukları bildirilmiştir:

 

“Ey îmân edenler! Yahudileri ve hıristiyanları dost edinmeyin. Zira onlar birbirinin dostudurlar (birbirinin tarafını tutarlar)(el-Mâide, 51)

 

Çünkü mevzu İslâm düşmanlığı olunca; yahudi ve hıristiyanlar, aralarındaki çekişmeleri bırakıp ittifak etmektedirler. Müslümanlar ise, maalesef, dâimâ; «Böl-parçala-yut!» şeklindeki yabancı oyununa aldanmaktadır.

 

MÜSBET MÂNÂDA SOY ve NESEP

 

Milletinin mefâhirini sevmek ve anmak, kendi lisânını zenginleştirmek, İslâm’a aykırı olmamak şartıyla; kültürünü, örf ve âdetlerini yaşatmakta elbette bir beis yoktur.

 

Hattâ, bu tercih; «birbirinizi tanıyasınız diye» sırrına muvâfıktır. İslâm âlemşümul bir dindir. Asla sadece Arabistan’a inmiş ve Araplara mahsus bir din değildir.

 

Bir defasında Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem’e;

 

“– Rasûlâllah! Kişinin kendi kavmini sevmesi kabîlecilik/ırkçılık sayılır mı?” diye sorulmuştu. Efendimiz bu suâli;

 

“–Hayır. Lâkin kabîlecilik/ırkçılık, kişinin kendi kavminin haksız davranışına arka çıkmasıdır.” diyerek cevaplamışlardır. (İbn-i Mâce, Fiten, 7)

 

Hilkat sırrı olarak; herkes kendi cinsiyle, kendi yakınıyla daha iyi kaynaşır. Tebliğe ve infâka en yakından başlanır. Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem zamanındaki gazvelere, ashab kendi kabîlelerinden oluşan birlikler hâlinde iştirâk ederlerdi.

 

Cenâb-ı Hakk’ın bazı tatbikatında da bu izi görmekteyiz: Meselâ Yâkubaleyhisselâmın 12 oğlundan, 12 boy meydana gelmişti.

 

Hazret-i Musa; kavmini Firavun’un zulmünden kurtardıktan sonra, ondan su istediler. Cenâb-ı Hak, taşa asâsıyla vurmasını emretti. Oradan mûcize olarak 12 pınar çıktı. Her bir boy, kendi suyunu bildi ve oradan su aldı. Tefsirde; nizâa düşmeden sudan istifâde etmeleri için, böyle ihsân edildiği bildirilmektedir.

 

Kezâ;

 

Cemiyetin çekirdeği olan evlilikte de zevcin, zevceye kefâeti / denkliği gözetilmiş ve nesep burada ehemmiyet verenler için bir esas olarak kabul edilmiştir.

 

Peygamberimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem; farklı kabîlelerden gelin ve damat arasında kıydığı bazı nikâhlarla, nesep üstünlüğü anlayışını yıkmaya gayret etmiş, ancak bir vâkıa olarak nesebin varlığını da reddetmemiştir.

 

Demek ki;

 

İnsanların millet, bölge ve akrabalık gibi esaslara dayanan gruplar içinde yaşaması, birbirleriyle tanışması ve yarışması ilâhî rızâya muvâfıktır. Yeter ki, bu bir tefâhur, kibir ve zulme vasıta kılınmasın…

 

Herkes kendi anne-babasını sever, fakat başka anne-babalara da hürmet etmesi zarûrîdir, onları istihfâfa (küçük görmeye) yeltenmesi haramdır.

 

Millî hissiyâtımızın en haklı ve güçlü olduğu yer ise, İslâm düşmanlarına karşıdır:

 

MİLLÎ ŞUUR, ECNEBÎYE KARŞI!

 

Hattâ millî şuur, İslâm düşmanı ecnebî milletlere benzememek, onların kültürel hegemonyasında eriyip gitmemek için, kuvvetli bir zırhtır. Buna şu misâli verebiliriz:

 

Avrupa’da savaşlarda ve âfetlerde sıhhî yardım için, Kızıl Haç teşkilâtı kurulunca; memleketimizde, bu aynen kabul edilmedi, Hilâl-i Ahmer / Kızılay ile karşılık verildi.

 

Fransız Medenî Kanunu’nu almayı teklif edenlere karşı, İslâm hukuk kaynaklarından Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye vücuda getirildi.

 

Lâkin bu şahsiyetli tavırların devamı getirilemedi…

 

Seyahat ve haberleşme imkânlarının büyük bir hız ve kolaylık kesbettiği zamanımızda, bütün dünyada farklı ırk, din ve kavimden insanların birbirine karışması geçmişe nazaran çok daha fazla hızlanmıştır.

 

Globalleşme, internet ve cep telefonlarıyla da hızla yayılmakta; bütün dünyayı batı kültürü istîlâ etmektedir.

 

Burada dînî bir gayret öne alınmazsa, millî şuur yeterli gelmez. Dînî gayret ise, millî haysiyeti de koruyan bir esas olacaktır.

 

Birçok mütefekkir; Türk milletinin ancak İslâm dînine mensup olanlarının, Türklüklerini koruyabildiklerini, diğer dinlere giren Bulgar, Macar ve benzeri Türk boylarının ise, milliyetlerini kaybettiklerini, başka milletler arasında eriyip gittiklerini tespit etmişlerdir.

 

Global dünyanın müsbet yanında ise;

 

Artık Afrika’daki kardeşlerimiz bile, bize sadece yarım günlük mesafedeki bir komşumuzdur. İslâm; kardeşlerimizi bize zimmetlediğine göre, mes’ûliyetimiz de imkânlarımızla mütenasip genişlemiş demektir.

 

İslâm’ın âlemşümul vasfı, din kardeşliği ve ümmet şuuru; âhirzaman müslümanlarına, cihan çapında bir tebliğ imkânı da sunmaktadır.

 

Cenâb-ı Hak, ümmet-i Muhammed olmanın şerefini ve din kardeşliğini idrâk edebilmemizi nasip buyursun. Asabiyet fitnesine dûçâr etmesin.

 

Bizlere mazlum ve muzdarip din kardeşlerimizin ve soydaşlarımızın imdadına koşabilecek güç, kuvvet ve şuur ihsân eylesin!..

 

Âmîn!..