İstikbâli Kazanmak İçin; BİRLİK OLMAK
B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

Allah Teâlâ sonsuz rahmeti mûcibince, bir hikmetler dîvânı olarak yarattığı kâinâtı, yine bir hikmetler dîvânı olan insana müsahhar kılmış; aldanmaması, ebedî saâdete kavuşması için de yine bir hikmetler dîvânı olan ilâhî kitapları ve onları tâlim edecek ilâhî rehberleri lutfetmiştir. Kur’ân-ı Kerim’de, insanın mazhar olduğu ilâhî taltif şöyle beyan buyurulur:
“O Allah ki, içinde gemiler O’nun koyduğu kanunlara göre akıp gitsin ve siz de O’nun lutfundan nasibinizi arayasınız diye denizleri sizin hizmetinize verdi. Umulur ki şükredersiniz. Ayrıca O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini kendi tarafından bir lütuf olarak sizin hizmetinize verdi. Bütün bunlarda düşünen bir toplum için elbette nice dersler ve ibretler vardır.” (el–Câsiye 12-13)
Sonsuz lütuflara mazhar olması itibarıyla insan; varlıklar içinde en kıymetli, en şerefli eser mesâbesindedir.
Ahmed Gazâlî –rahmetullâhi aleyh- Hazretleri;
“Allah Teâlâ insanı kendisi için; kâinâtı da insan için yarattı. Hâl böyle iken; insanın yaratıcısını unutup da yaratılanlarla meşgul olması ne gaflettir.” buyurur. İnsana lutfedilen bu değerle asla bağdaşmayan gafletin farkına varılması; ancak, dünya hayatının bir imtihan sahnesi olmasının idrâk edilmesiyle mümkündür. Nitekim, Kur’ân-ı Kerim’de buyurulan;
“O; hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için, ölümü ve hayatı yaratandır. O; mutlak güç sahibidir, çok bağışlayandır.” (el-Mülk, 2) ifadesinde bu hususa da bir işaret vardır.
Bir bütün parçalardan ibaret olup, verimliliği ve maksada uygunluğu, parçalar arasındaki kaynaşmanın kuvvetine bağlıdır. Nasıl ki; bir insanın, organları arasındaki âhenk, onun sıhhatini belirliyorsa; canlı bir bünye mesâbesindeki milletin fertleri arasındaki beraberlik şuuru da, onun içtimâî huzur ve nizâmını belirler. Nitekim Peygamber –sallâllâhu aleyhi ve sellem– Efendimiz bu hususa şöyle işaret buyurur:
“Mü’minler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar.” (Buhârî, Edeb, 27; Müslim, Birr, 66)
Bu münasebetle, milletin teşkilâtlanmış hâli olan devlet; güçlü bir şekilde istikbâle ulaşabilmek için, bu beraberliği temin etmek mecburiyetindedir. Bulunduğu bölgede güçlü bir şekilde varolmuş irili-ufaklı pek çok devletin; bu beraberliği koruyamadığı için, tarihin karanlıklarına gömülmüş olduğu biliniyor.
Allah Teâlâ; hikmetine binâen, sonsuz ilmi çerçevesinde her insanı gerek zâhirî, gerekse rûhî bakımdan kendine mahsus hususiyetlerle yaratmıştır. Şimdiye kadar gelmiş geçmiş bütün insanların; ikizler de dâhil olmak üzere, birbirlerinden farklı hususiyetlere sahip olmaları, havsalaya sığmayan bir ihtişamdır. Her ferdin kendine mahsus küçük bir dünyası vardır; mesele bunları, içinde varolunan umumî dünya ile te’lif edebilmektir. Allah Teâlâ, hayvanat ve nebâtâtı iradesiz olarak yaratmıştır; hepsi de emrolunanı yapmakla vazifelidirler; kendiliklerinden, farklı, ilâve işler ihdâs edemezler. Kezâ melekût âlemi de, sadece tayin buyuruldukları vazifeleri îfâ etmekle mükelleftirler. Sadece insandır ki; yanlışı ve doğruyu, iyi ile kötüyü kendi tercihiyle seçer ve bunun bedeli olarak «esfel-i sâfilîn» ile «a‘lâ-yı illiyyîn» arasında bir yer hak eder.
Bir cemiyeti teşkil eden fertlerin her biri; inanç, mezhep, lisan, ırkî köken, boy-kabîle, içtimâî mevki gibi farklılıklar arz eder. Bu fertler arasında mutâbakat temin edip, barış içinde güçlü bir cemiyeti hayata geçirmek, tarihî vetîre içinde fevkalâde zor bir iş olagelmiş; bu birliği sağlayabilmeyi, ancak basîret, firâset ve dirayet sahibi, kuvvetli şahsiyetler başarabilmiştir. Dünyanın bir imtihan sahnesi olmasının ve insanın mazhar olduğu sonsuz lütufların hikmeti, bütün diğer varlıklardan olan bu farklılıklarıdır. Kur’ân-ı Kerim’de;
“Ey insanlar! Şüphe yok ki, Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi boylara ve kabîlelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız, O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. Şüphesiz Allah; hakkıyla bilendir, hakkıyla haberdar olandır.” (el–Hucurât, 13) âyet-i kerîmesinde bu hikmete de işaret buyurulmaktadır. Burada mesele; her farklı hususiyetin üstünlük yarışı yerine, -ki; yüce dînimiz, hayırda yarışı âmirdir. (Bkz. el-Bakara, 148)– bu imtihan âmilini barış vesilesi addederek, asıl üstünlüğün takvâda olduğu îkazını anlayabilmektir. Nitekim Peygamber –sallâllâhu aleyhi ve sellem– Efendimiz de, bu hususta şöyle îkaz buyurur:
“Allah indinde en şerefliniz takvâca en ileri olanınızdır. Arab’ın Arap olmayan (Acem) üzerine bir üstünlüğü yoktur. Arap olmayanın da Arap üzerine bir üstünlüğü yoktur. Beyaz derili olanın siyah derili üzerine bir üstünlüğü yoktur, siyah derili olanın da beyaz derili üzerine bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük sadece takvâ iledir.” (İbn-i Hanbel, 5/411)
Irk asabiyetinin, ne kadar tehlikeli bir hâlet-i rûhiye olduğuna dair şöyle bir hâdise vardır:
“Yaşlı bir yahudi, bir gün Evs ve Hazrec’ten kişilerin oturduğu bir meclise uğradı. Evs ve Hazrec’in câhiliyyedeki düşmanlıklarından sonra müslim olmalarıyla birlikte, aralarında meydana gelen birlik ve ülfetin kendi menfaatlerine yaramayacağını düşündü. Yahudilerden bir genci onların meclisine göndererek ona, Buâs Savaşı ve savaş esnasında meydana gelen hâdiseler hakkında şiir okuyarak oturanlara anlatmasını istedi.
Buâs, Evs ve Hazrec’in birbirini katlettiği ve Evs kabîlesinin, Hazrec’e karşı zafer kazandığı bir savaştı.
Yahudi gencin bu şekilde konuşmasıyla birlikte iki taraf arasında tartışma başladı ve silâhlanıp savaşmaya karar verdiler. Bu durum Peygamber –sallâllâhu aleyhi ve sellem– Efendimiz’e ulaştığında, yanında muhâcirlerle birlikte onlara geldi ve;
«–Ey müslimler topluluğu! Allah sizi İslâm’la şereflendirdikten, câhiliyye işini ortadan kaldırdıktan ve sizi birleştirdikten sonra ve ben aranızdayken câhiliyye dâvâsı mı güdüyorsunuz? Daha önce üzerinde olduğunuz küfre dönmeyi mi istiyorsunuz?» buyurdu. Bunun üzerine taraflar bunun şeytanın bir dürtüsü ve düşmanlarının bir hilesi olduğunu anladılar. Ellerindeki silâhları atarak birbirlerine sarıldılar ve Peygamber’le birlikte geriye döndüler.”1 Bu hususla alâkalı olarak, Kur’ân-ı Kerim’de;
“Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra, parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte onlar için büyük bir azap vardır.” (Âl-i İmrân, 105) buyurulur.
Kâinatta tesadüfî ve fuzûlî yaratılmış bir şey olmayıp, her şey bir ölçü ve hikmet üzere vâr edilmiştir. Allah Teâlâ, her işinde hüküm ve hikmet sahibidir. Bu cümleden olarak, bir cemiyeti teşkil eden fertlerdeki farklı aidiyet unsurları da bir hikmete dayanır. Tefekkürden mahrum zihinler, bencil hissiyat ile bu hususlardan kendilerine üstünlük payı çıkarma vehmiyle hareket ederken; meselenin hikmet yönünü dikkate alanlar, îkaz buyurulduğu şekilde, üstünlüğün ancak takvâ ile olduğu şuuruyla, bunu kültür zenginliği olarak kabul ederler.
“Kâmil insan modelinin iki vasfı vardır: Bunlardan ilki Allâh’ın bütün emirlerini büyük bir huşû, vecd ve istiğrak hâlinde îfâ edebilmek; diğeri de, Allâh’ın bütün mahlûkatına merhamet ve şefkat göstermektir.”2
Bir cemiyetin, bir medeniyetin istikbâli; halkın huzuru ve iç barışın sağlanması ile mümkündür. Asr-ı saâdetten aldığı ilhamla tesis ettiği rahmet iklimi ile asırlara damgasını vuran şanlı medeniyetimiz, bu hususta da kâbına varılamaz bir örnek olmuştur.
Cihâdın asıl gayesi olan «gönülleri fethetmek» şuuruyla coşan nesillerin eseri olan şanlı medeniyetimizde; Yûnus Emre’de;
“Yaratılanı severiz Yaratan’dan ötürü.” deyişinde ifadesini bulan rahmet cemiyeti olmak mûcibince, her fert; şefkat, merhamet, hoşgörü, sevgi değerleriyle kucaklanmış, içtimâî yapı huzur ve adâletle inşâ edilmiştir. Bu cümleden olarak; müslüman olmayan tebaa bile, kendilerini devletin sâdık bir ferdi olarak görmüşlerdir. Hattâ, Selçuklu ve Osmanlı asırlarında, hıristiyan tebaanın, kendilerine alışık olmadıkları bir şefkatle yaklaşan sultanlar hakkında, gizli hıristiyan oldukları zehâbına bile kapıldıkları, tarihî kayıtlara geçmiştir. Bu sağlam içtimâî yapı, Osmanlı’nın son asırlarına kadar devam etmiş; ancak Osmanlı’yı yıkma gayesindeki sömürgeci devletlerin sürekli kışkırtmalarıyla ve kurulan tedhiş teşkilâtlarıyla, devlete isyan hareketleri başlamış ve neticede devlet dağılıp yerine kırk civarında devlet kurulmuştur. İngiliz tarihçi Arnold Toynbee (1889-1975), bu insanlık için vâkî olan vahâmeti, «Osmanlı’nın durdurulması» olarak açıklar.
Hususiyle İslâm coğrafyasını iliklerine kadar sömürüp, kan ve ateşler içinde bırakan İngiltere’nin; bu zulmünün aracı olan «böl-parçala-hükmet» usûlü, bütün sömürgeci devletlerin de kullandığı fevkalâde verimli bir vasıta olmuştur. Günümüzde de, bu usûlle savaş gibi büyük külfetlere girmeden, hedefteki devlet üzerinde istenilen ameliyenin başarıyla yapıldığına dair, bölgemizde ve bütün dünyada pek çok örnekler vardır. Bizim ülkemizde de çeşitli devirlerde bu yol başarıyla tatbik edilmiş, içtimâî hayattaki buhranların körüklenmesiyle fevkalâde sıkıntılı devirler yaşanmıştır. Bilhassa İkinci Dünya Harbi’nden sonra; bizimle aynı seviyede olan pek çok devlet, hızla kalkınma yolunda ilerlediği hâlde, bizim maalesef bu seviyeye ulaşamadığımız acı bir vâkıadır. Bir cemiyet içinde olması tabiî olan farklı partilere, mezheplere, fikirlere, etnik gruplara mensubiyet ve mevhum korkular, ülkemizin her kalkınma vetîresine girdiğinde, sömürgeciler ve onların içte bulunan işbirlikçileri tarafından körüklenmiş, çıkarılan kargaşa vasatı hem bu kalkınma hamlelerini akamete uğratmış hem de kanlı çatışmalara zemin hazırlamıştır.
Câhiliyye devrini, asr-ı saâdete çeviren Peygamber –sallâllâhu aleyhi ve sellem– Efendimiz;
“Size iki şey bırakıyorum. Bunlara sımsıkı sarıldığınız müddetçe asla dalâlete düşmezsiniz:
•Allâh’ın kitâbı (Kur’ân-ı Kerim) ve
•Rasûlü’nün sünneti.” (Muvattâ, Kader, 3) buyurarak sağlam ve huzurlu bir cemiyetin esâsı olan düsturu ortaya koymuştur. İttihat yani birlik ve beraberlik bir ülkenin en büyük gücüdür. Peygamber –sallâllâhu aleyhi ve sellem– Efendimiz bu hususu da şöyle ifade buyurur:
“Toplulukta rahmet, ayrılıkta azap vardır.” (Münâvî, III, 470)
Kısa süren hükümdarlığında İslâm birliğini sağlayıp sonraki fetihlere de yol açan Yavuz Sultan Selim Han bu mefkûresini şöyle terennüm eder:
İttihadken savlet-i a‘dâyı def’e çaremiz;
İttihâd etmezse millet, dâğdâr eyler beni!
Tefrika, istikbâle giden yolda pek dehşetli bir engeldir; bu içtimâî zehiri tesirsiz kılacak devâ ise birlik ve beraberliğin teminidir. Bu gaye için Millî Mücadele’de Anadolu’yu gezerek, harbin kazanılmasında büyük emeği geçen İstiklâl Marşı şairimiz Mehmed Âkif bu birliğin gücünü;
Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez;
Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez!
diye ifade eder. Milletçe, tarihe altın sayfalar eklemiş şanlı bir medeniyetin vârisleri olarak, istikbâli yeni dirilişlerle kazanabilmek için, Anadolu’muzun gönül sultanlarından Hacı Bektaş Velî Hazretleri’nin şu deyişi şiârımız olmalıdır:
“Bir olalım, diri olalım, iri olalım!”
__________________
1 Enes YELGÜN, Tevhid Dergisi, Aralık-2020.
2 Osman Nûri TOPBAŞ, 40 Soru 40 Cevap, Erkam Yay.