İslâm’ın İlk Büyük Savaşı BEDİR GAZVESİ -11-
Âdem SARAÇ vardisarac@yahoo.com.tr
Sahâbî ordusu, yüce Allâh’a sığınarak, Rasûlullah –aleyhisselâm– komutasında ve tekbirler ile vuruşurken, müşrik ordusu putlarına sığınıyorlardı. Bu arada Ebû Cehil kâfirinin mensup olduğu Mahzumoğulları; adamlarından çoğunun öldürüldüğünü görünce, aralarında liderlerini koruma yarışına girdiler:
–Ebu’l-Hakem Amr bin Hişâm’ın (Ebû Cehil) yanına yaklaşılamaz!
–Ebu’l-Hakem’e kimseyi yaklaştırmayın!
–Utbe bin Rebîa, Şeybe bin Rebîa, Velid bin Utbe peş peşe öldürüldü!
–Onlar acele ettiler ve ölüp gittiler!
–Kabîleleri onları koruyamadılar!
–Ama biz, Mahzumoğulları olarak, Ebu’l-Hakem Amr bin Hişâm’ı koruyacağız!
Bir yandan böyle bağrışıyorlar; bir yandan da Ebû Cehil’in etrafında, deve sürüsü gibi etrafını çevirip, onu ortalarına alıyorlardı. Bununla da yetinmeyip, içlerinden birini Ebû Cehil’e benzetmeyi ve onun gibi giydirmeyi kararlaştırdılar. Ebû Kays bin Fâke’yi ona benzeterek giydirdiler.
Bu sahneyi gören Hazret-i Hamza, Ebû Kays’ın üzerine yürüdü ve bir darbede yere serdi! Ardından da gerçek Ebû Cehil’e bakıp, haykırdı:
–Rasûlullâh’ın amcası Hamza’yım ben!
Mahzumoğulları, bu sefer de Abdullah bin Münzir’i giydirip Ebû Cehil’e benzettiler. Bir anda yıldırım gibi fırlayıp gelen Hazret-i Ali, bir kılıç darbesiyle onu yere serdi. Ardından da Ebû Cehil’e bakarak haykırdı:
–Rasûlullâh’ın amcası oğlu Ali’yim ben!
Liderlerini korumak için, kendilerini fedâ eden Mahzumoğulları; hiç vakit kaybetmeden Harmele bin Avf’ı, Ebû Cehil gibi giydirdiler. Ancak daha oradan ayrılmamış olan Hazret-i Ali, onu da bir kılıç darbesiyle yere serdi ve yine haykırdı:
–Rasûlullâh’ın amcası oğlu Ali’yim ben!
İçlerinden kimi Ebû Cehil’e benzetiyorlarsa; İslâm ordusundan biri çıkıp, ânında yere seriyordu onu! Bu şekilde çok kişi öldürülünce; Mahzumoğulları kabîlesinden olsa bile, artık kimseyi Ebû Cehil gibi giydiremediler!1
Savaş şiddetlendiğinde müslümanlar ile müşriklerin orduları birbirine karışmıştı. Kum tepesinin üzerinde müşriklerin birisiyle Hazret-i Sa‘d bin Hayseme çarpışıyordu. Saldırgan bir müşrik, bir oyuna getirip onu şehîd etti. Bu manzarayı gören Hazret-i Ali; Hazret-i Sa‘d bin Hayseme’yi tanıyıp koşsa da, o tepeye çıkıncaya kadar onu şehîd ettiler. Başına miğfer geçirmişti ve atlı olan bu müşrik; «Kimdir?» diye bakarken, attan inip dönünce, yukarı doğru gelmekte olan, Hazret-i Ali’yi tanıdı. Hazret-i Ali ise onu yine tanıyamadı.
–Ebû Tâlib’in oğlu, sen ha!
–Benim ya, sen kimsin peki?
–Gücün yetiyorsa çarpışmak için, gel!
–Geliyorum!
Yukarıdan aşağı atılırcasına gelen müşrik, Hazret-i Ali’ye sert bir kılıç darbesi indirdi. Hazret-i Ali, kalkanıyla siperlendi. Kılıç kalkana saplanıp kaldı. Karşı bir hamle ile kılıç vuran Hazret-i Ali, onun omuzundan göğsüne doğru zırhını enlemesine biçti! Zâlim müşrik, titredi ve sarsıldı. Hazret-i Ali, onu öldürdüğünü sandı. Ve başka yöne döndü. Tam o sırada; arkasından bir kılıcın parladığını ve şakıdığını görünce, Hazret-i Ali süratle başını eğdi. Kılıcı parlatan, haykırdı:
–Rasûlullâh’ın amcası Hamza’yım ben!
Bir anda olup biten bu sahnede, kâfirin kellesi miğferiyle birlikte yere yuvarlandı! Hazret-i Ali; dönüp arkasına baktığı zaman, Hazret-i Hamza’yı görüp gülümsedi.2
–Sen hem çok dikkatli ve hem de çok yiğit birisin ey sevgili yeğenim, nasıl olur da böyle bir hata yaparsın? Kılıç darbesi alman an meselesiydi!
–Neyse ki zamanında yetiştin ey sevgili amcam!
Hazret-i Hamza, gerçekten son anda yetişmişti. Bu tehlikeyi savdıktan sonra, amca yeğen savaş meydanında yine fırtına gibi esmeye başladılar.
Savaş bütün şiddetiyle sürüyordu:
–Ey Kureyş topluluğu! Bugün ululuk, yücelik ve zafer günüdür! Bir tek müslüman kalmasın, vurun, kırın, hepsini öldürün; hepsini!
Böyle delicesine haykıran zâlim; Nevfel bin Huveylid olup, müşrik saflarının yenilmez aslanıydı. Mekke döneminde Rasûlullah ve ashâbına yapmadığı zulmü bırakmayan cânîlerden biriydi! Hatice Annemiz gibi bir muhteremenin kardeşi, Rasûlullah –aleyhisselâm-’ın kayın birâderi olduğu hâlde, düşmanlıkta sınır tanımayan bir düşman olup çıkmıştı! Onun böyle haykırıp müşrik ordusunu iyice tahrik ettiğini gören Peygamberimiz –aleyhisselâm-, ellerini yüce Allâh’a açtı:
–Allâh’ım! Nevfel bin Huveylid’e karşı, Sen bize yardımcı ol, onun hakkından Sen gel Rabbim!3
Rasûlullah –aleyhisselâm– daha yeni duâ etmişti ki, Hazret-i Ali onu görüp üzerine hücum etti. Kendisine doğru koşarak geldiğini gören Nevfel, yakınında bulunan Hazret-i Cebbâr bin Sahr’a korkuyla sordu:
–Ey ensârî! Şu gelen zât, kimdir? Lât ve Uzzâ’ya and ederim ki; gördüğüm o adam beni öldürmek istiyor!
–O, Ali bin Ebû Tâlib’dir!
–Ölüm geldi desene sen şuna!
Hazret-i Ali, yetişip sert bir hamleyle kılıç çaldı. Kılıç onun kalkanına battı. Kılıcını kalkandan kurtardıktan sonra, vurup bacaklarını zırhıyla birlikte kesti. Sonra da bir vuruşta başını gövdesinden ayırdı!
Ortalığı kaplayan toz dumandan dolayı, o sahneyi göremeyen ama İbn-i Huveylid’in ne yaptığını bilmek isteyen Peygamberimiz –aleyhisselâm-, yanındakilere sordu:
–Nevfel bin Huveylid hakkında kimde bilgi var?
Nevfel’i cehenneme gönderen Hazret-i Ali, soluk soluğa Rasûlullah –aleyhisselâm-’ın yanına koştu ve O’nu sevindirecek cevabı verdi:
–Allâh’ın yardımıyla, ben onu öldürdüm yâ Rasûlâllah!
–Allâhu Ekber! Allah, onun hakkındaki duâmı kabul buyurdu!4
–Allah ve Rasûlü doğruyu söyler!
Müşrik ordusu içindeki en güçlü adamlardan biri olan Âs bin Saîd; aslan gibi kükrüyor, boğa gibi böğürüyor, köpek gibi havlayarak, önüne gelene kılıç çalıyordu. Onun böyle saldırıp ilerlediğini gören Hazret-i Ali; bir anda üzerine atılıp, cehenneme gönderdi.5
Allah ve Rasûlü’ne itaatin zirvesinde cevelân eden sahâbîler, burada da bu itaati en üst seviyede sergiliyorlardı. Allah ve Rasûlü’nün aşkı, Kur’ân ve Sünnet müdafaası, birbirlerini görüp gözeterek, koruyup kollama gayreti ile Bedir’de destan üzerine destan yazıyorlardı.
Peygamber Efendimiz’e mutlak itaat, onların şiârı idi zaten.
–Sallâllâhu aleyhi ve sellem…-
_______________
1 Vâkıdî, el-Megāzî, c. 1, s. 86-87.
2 Vâkıdî, el-Megāzî, c. 1, s. 92-93.
3 Vâkıdî, el-Megāzî, c. 1, s. 91-92.
4 Vâkıdî, el-Megāzî, c. 1, s. 91-92.
5 İbn-i Hişam, es-Sîretü’n–Nebeviyye, c. 2, s. 288; İbn-i Abdilberr, el-İstiâb fî Mârifeti’l-Ashâb, c. 2, s. 622; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe fî Mârifeti’s-Sahâbe, c. 4, s. 97.