İBÂDETİN LİSÂNI

Dr. Ahmet Hamdi YILDIRIM

 

 

Din sahası, bir tartışma alanı değildir. Bizzat Peygamber Efendimiz –sallâllâhu aleyhi ve sellem, dînî hususların tartışılmasını men etmiştir.1 Dîni; Rabbimiz, Kur’ân-ı Kerîm’i göndererek vaz etmiştir. O kitâbı da Fahr-i Kâinât Efendimiz bize sünnetiyle tatbik ederek, tebliğ ve şerh etmiştir.

 

Fakat İslâm dünyasının son asırlarda içine düştüğü mağlûbiyet psikolojisi içinde; en çok yapılan şey, bir zamanlar gazete ve dergilerde, şimdi ise ekranlarda dînî mevzuların tartışılması olmuştur. Bu tartışmaları dinleyen, seyreden, dînî bilgiler hususunda kuvvetli bir altyapısı da olmayan bazı kardeşlerimizden garip sualler geliyor:

 

“Namaz niye Türkçe kılınamıyor?

 

-Hâşâ- Allah sadece Arapça mı anlıyor?

 

Kur’ân’ı anlamadan okumanın ne faydası var?” vs.

 

Yukarıda ifade ettiğimiz üzere, İslâm’ı Kur’ân ve Sünnet ile öğrendik. Kur’ân ve Sünnet, namazda Kur’ân okumamız gerektiğini bildiriyor:

 

“…Kur’ân’dan kolayınıza geleni okuyun!”2

 

Biliyoruz ki namazın rükünlerinden, yani olmazsa olmazlarından biri de kıraat… Peki okunması emredilen Kur’ân nedir? Âyet-i kerîmede meâlen buyuruluyor:

 

(Rasûlüm!) Onu Rûhu’l-emîn (Cebrâil), inzâr edicilerden / uyarıcılardan olasın diye, apaçık Arap diliyle, Sen’in kalbine indirmiştir.”3

 

Kur’ân-ı Kerim; lafız ve mânâ bütünlüğüyle Allah Rasûlü’ne inzâl edilmiş, bize de o şekilde tebliğ edilmiş Kitâbullah’tır. Namazda da ondan bir miktar okumamız emredilmektedir.

 

Kur’ân’ın başka dillere tercümesi, Kur’ân olarak adlandırılabilir mi? Hayır.

 

Hattâ hemen hiçbir mühim, edebî metnin, başka bir dile tercüme edildiğinde, kaynak dildeki orijinalinin aynısı olduğu iddia edilmez, edilemez. Tercümesidir, denilir. Tercüme edenin anladığı şekli ve tercihleri mecburen yansıtır.

 

Allâh’ın kitâbı için, bu çok daha yüksek bir seviyede gözetilmesi gereken bir hakikat olduğundan, Kur’ân’ın tercümesi yerine, meâli kelimesi kullanılmıştır. «Meal» anlaşıldığı kadarıyla, ifade edilebildiği kadarıyla aktarmak demektir.

 

Öyleyse meâli, Kur’ân sayamadığımız için, namazda da onun okunmasına izin verilemez.4

 

Kaldı ki, müslüman olan bir kişi; namaz için yetecek kadar Arapça duâ ve sûreyi öğrenmelidir. Bunları öğrenmek çok ileri bir tahsil gerektirmez. Bütün İslâm coğrafyasında, daha sıbyan mektebinde öğretilen bir husustur.

 

Meseleyi; “Niçin Arapça? Neden Türkçe olmuyor?” gibi ideolojik bir sahaya çekmek, bilhassa Tek Parti dönemi gibi karanlık devirlerde, milletimizi İslâm âleminden ve İslâm’ın aslından koparmak için yapılmaya çalışılmış reformları ısıtıp ısıtıp gündeme getirmek, bir müslümanın aklını ve gönlünü asla karıştırmamalıdır.

 

Çünkü mesele Arapça meselesi değildir. Namazda; öz be öz Arapça olan, Peygamberimiz’in hadislerini okusak da namaz geçerli olmaz.

 

Bugün Arap ülkelerinin hemen hepsinde, mahallî lehçeler, neredeyse ayrı, müstakil bir dil mâhiyetini almaya başladı. Bir Mısırlı, bir Faslı Arap da, namazda Kur’ân’ı kendi lehçesine göre okuyamaz. Aslî lehçesinde okumak mecburiyetindedir.

 

Demek ki mevzu, namazda Kur’ân’ın aslının, orijinalinin okunması meselesidir.

 

Neden orijinalde ısrar edildiği meselesine gelince, orada «şeâir» mefhumunu açıklamalıyız: Türkçede şiar kelimesiyle yakın bir mânâ verebileceğimiz üzere; namazın tekbir, tesbih ve duâları, ezan, kāmet, besmele, selâm, telbiye gibi İslâmî kalıp ifadeler, dînin şiarlarıdır. Değişmez, değiştirilmesi teklif dahî edilemez ifadeleridir. Bunlar dünyanın her yerinde müslümanlar tarafından aynı ifadelerde okunmalıdır. Bu, İslâm’ın âlemşümul / evrensel yapısının da bir gereğidir.

 

Kur’ân’ın aslı, orijinali bir harfi dahî değişmeden günümüze -elhamdülillâh- ulaşmıştır. Fakat onun meallerini düşündüğümüzde, Türkçeye yüzlerce meâlin yapıldığını görüyoruz. Farazâ namazda meal okunmasına izin verilse, ortaya nasıl bir kargaşanın çıkacağını gözünüzün önüne getirebilirsiniz.

 

Anlamak, anlayarak okumak meselesine gelince…

 

Evvelâ, Kur’ân’ın Arapça olması, onu Arapların da mükemmelen anladığı mânâsına gelmemektedir. Asrsaâdette de, sahâbîler, Kur’ân’dan anlamayadıkları hususları, Peygamber Efendimiz –sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e soruyorlardı. Tâbiîn de Abdullah İbn-i Abbas –radıyallâhu anhümâ– ve benzeri sahâbîlere soruyorlardı. Yani içtihad seviyesinde, tam idrâk etmek derecesinde bir anlayış sadece Arapça bilmekle de hâsıl olmaz.

 

Diğer taraftan, şeâir-i İslâm’ı her milletten müslüman kolayca öğrenir. “«Allâhu ekber» ifadesi Türkçedir.” desek yanlış bir söz söylemiş olmayız. Çünkü ecdâdımız, lisânı Kur’ân kelimeleriyle işlemiştir. Meselâ Fâtiha’nın birçok kelimesi Türkçeye geçmiştir: Hamd, Rab, âlem, yevm, din, mâlik, hidâyet, nimet, gazap ve dalâlet…” Bu kelimeleri; dînini bir nebze araştıran, bu hususta bir şeyler okuyan, vaaz ve sohbetler dinleyen herkes, anlar ve bilir.

 

Elbette sarf ve nahiv, belâgat ve fasâhat incelikleriyle anlamaktan bahsetmiyoruz. Günlük dilde; «Elhamdülillâh müslümanım.» diyen bir kişi, Fâtiha’nın başındaki hamd ifadesini de anlıyor demektir. Burada, işi yokuşa sürmenin hiç gereği yoktur.

 

Yeri gelmişken bir nükte paylaşalım. Bir kardeşimiz, hacca gitmiş dönünce oradaki ahvâli şöyle anlatmış:

 

“–Kardeşim. Bunların namazları Türkçe, ezanları Türkçe alışverişe gelince karıştırıyorlar!”

 

Niye Türkçe diyor? Türkiye’deki ile aynı olduğu için öyle adlandırıyor. Çünkü âşinâ geliyor…

 

Dilimizin bu zengin ve köklü yapısını da maalesef günden güne kaybediyoruz. Uydurma kelimeler, menşeini Kur’ân’dan alan kelimelerin yerine geçiriliyor. Halkımızın, yeni nesillerimizin Kur’ân ile irtibatı zayıflatılıyor.

 

Bundan dolayı her müslümanın gücü nisbetinde Arapçayı öğrenmeyi hedefine koyması, Kur’ân mefhumlarını gündeminde tutması lâzımdır.

 

Kaldı ki;

 

Meslek edinmek için, yurt dışına gitmek için, teknolojiyi öğrenmek için; “Yabancı dil öğrenmek şart!” diyen birçok insanla karşılaşırız. Geçmişte birçok insana mekteplerde Fransızca öğretildi. Bugün pek bir işlerine yaramıyor. Bugün İngilizce öğretiliyor, belki yarın o da işe yaramayacak.

 

Hâsıl-ı kelâm, bir müslüman; ibâdet diline hâkim olacak kadar Arapça öğrenir, öğrenmelidir. Bunun için vaaz-sohbet kültürümüz bile yeterlidir.

 

Buna rağmen yine; “Anlamadan okumanın faydası yok!” propagandası yapanlar, meseleye yukarıda zikrettiğimiz reformist bakış açısıyla bakan art niyetli kişilerdir.

 

Peygamberimiz –sallâllâhu aleyhi ve sellem– şöyle buyuruyor:

 

“Kim Kur’ân-ı Kerim’den bir harf okursa, onun için bir hasene vardır. Her bir iyiliğin karşılığı da on sevaptır. Ben, elif lâm mîm bir harftir demiyorum; bilâkis elif bir harftir, lâm bir harftir, mîm de bir harftir.”5

 

Rasûlullah Efendimiz’in verdiği misal; hurûf-i mukattaa, yani müteşâbih bir âyettir. Yani mânâsını tam olarak bilmediğimiz harflerden ibarettir. Demek ki mü’min, mânâsını bilmeden de, sevâbını alır. Kur’ân-ı Kerim; feyiz ve rûhâniyet menbaı, şifâ ve rahmet kaynağıdır.

 

Zaten namaz; Cenâb-ı Allah karşısında, huşû, tezellül ve mahviyet içinde dergâh-ı ilâhîye ilticâ ettiğimiz bir ibâdettir. Orada Kur’ân’dan okunan âyetlerin; meselâ fıkhî, îtikādî mânâlarını düşünmekten ziyade, Hakk’ın huzûrundaki arz-ı teslîmiyete odaklanmak îcâb eder. Mahşer yerinde, Rabbin huzûrunda kıyâma duruyor gibi, o günün provasını yapmak gerekir.

 

Bütün bu îzahları, o tartışma programlarında kafası karışan kardeşlerimiz için yaptık. Fakat işin aslı, ibâdet; Mâbûd’un şartına göre yapılır.

 

Bugün dünyevî, beşerî, meslekî birçok sahada, karşımıza konulan şartları sorgulamadan yerine getiriyoruz. Memur olmak isteyen KPSS’ye girmesinin şart olduğunu biliyor. Araba sürebilmek için ehliyet almak gerektiğini, onun için de yazılı ve uygulamalı imtihanlara girmek gerektiğini kabulleniyoruz. Böyle sayısız şartı derhâl kabul ediyoruz. Ama ibâdete gelince; “Niye şöyle değil, niye böyle değil?” gibi lakırdılara dûçâr oluyoruz.

 

Hâlbuki ibâdet, kul olmaktır. Kul, köle, efendisi neyi emrediyorsa onu yapar. Kölelik, efendinin istediği gibi davranmak, onun arzularını ve iradelerini yerine getirmek demektir.

 

Eğer Allâh’a kul isek, Allah bizden bir şeyi nasıl yapmanızı istiyorsa öyle yapmakla mükellefiz. Bunu yapmaya mecburuz.

 

Allah bize namazı emretti. Bu emir, teknik ifadesiyle mücmel bir emirdir. Yani icmâlî olarak; “Namaz kılın!” buyuran Cenâb-ı Hak, Kur’ân’ın hiçbir yerinde bir rekât namazın hangi sırayla kılındığını beyan buyurmamıştır. Namazı mübeyyen hâle getiren Allah Rasûlüsallâllâhu aleyhi ve sellemEfendimiz’dir. O; namazı nasıl kılıyorsa, biz de öyle kılıyoruz.

 

“Allah Türkçe anlamaz mı?” şeklinde suâle gelince, bir mü’min ellerini yüce Allâh’a açıp duâ ederken, istediği dille duâ edebilir. Elbette ana dilinde de yalvarır. Hattâ kalbinden geçeni ve ifadeye dökemediklerini de Rabbimiz bilir. Ama namazın içinde, öğretilen ve talep edilen ifadeleri okumalıdır.

 

İdeolojik olarak geçtiğimiz asırlarda ırkçılık her yana yayılınca, Ziya Gökalp gibi şahıslar da; “Bir ülke ki camiinde Türkçe ezan okunur, / Köylü anlar mânâsını namazdaki duânın… / Bir ülke ki mektebinde Türkçe Kur’ân okunur, / Küçük büyük herkes bilir buyruğunu Hudâ’nın… / Ey Türkoğlu, işte senin orasıdır vatanın!” gibi şiirlerle yanlış ve bâtıl yönlendirmelerde bulundular. Eline fırsat geçirenler de, böyle reformlar denediler.

 

Peki sonuç ne oldu? Ezan; “Tanrı uludur.” ifadeleriyle Türkçe seslendirildi diye, camiler doldu taştı mı? Dinden uzaklaşan kesimler o dönemde camiye mi koştular?

 

Hayır! Maksat başkaydı. Maksat, milletimizi İslâm’ın bayraktarı olma vazifesinden, mazlum müslümanları himaye etme şuurundan, nizâm-ı âlem düşüncesinden koparmak, Anadolu hudutları içerisine mahpus; “Yurtta sus, cihanda sus!” parolasına sığınmış, pasif ve İslâm’dan uzak bir Türk “ulus”u(!) îcat etmeye çalıştılar. Fakat hiçbir hesapları tutmadı. Tarihin yüklediği vazifeyi kimse silemedi.

 

“Namazda gözü olmayanların, ezanda kulağı olmaz!” Böylelerinin; sanki ibâdet etmeye niyetleri varmış da, Arapça ifadeler onlara mânî oluyormuş gibi hezeyanlara sığınmaları mânâsızdır.

 

Hele ırkçılık nâmına; Peygamberimiz’in, ashâbkirâmın mensubu olduğu Arap milletine düşman kesilmek, onları «çöl, bedevî» vb. kelimelerle aşağılamak, müslümanları bölüp parçalayıp yutmaya çalışanların aramıza soktuğu fitnelerdir. Araplara da; “Türkler sizi asırlarca sömürdü.” diye benzeri fitneler atılmıştır, atılmaya devam edilmektedir.

 

Özetlersek;

 

• “Ben anlamadan okumak istemiyorum.” diyen kişiyi tutan yok, Arapça öğrensin, tefsirler okusun. Okuduğunu anlasın.

 

• “Ben Rabbime Türkçe duâ etmek istiyorum.” diyen, namazın dışında her ne zaman istiyorsa, açsın elini Türkçe duâ etsin.

 

Ammâ;

 

•Rabbinin namaz emrini yerine getirmek isteyen kişi, onu, Rabbinin istediği şartlarla yerine getirsin.

 

Meselenin daha geniş boyutuna gelince:

 

Namaz lisânı dışında, Kur’ân’ın meallerini, tefsirlerini okumanın hükmü nedir?

 

Elbette bir müslüman, Kur’ân meâli ve tefsiri okur, okuyabilir.

 

Evvelâ eserini okuyacağı müfessirin, istikamet sahibi bir âlim olmasına dikkat etmelidir. Hadisleri reddeden, tarihselci, modernist vs. kişilerin sözde çalışmalarından uzak durulmalıdır.

 

Her hâlükârda bu okuyuşlar, işin erbâbı bir âlimin, bir hocaefendinin denetiminde olmalıdır. Çünkü sadece kitaptan ilim öğrenen kişi, çözemediği boşlukları kendi hevâsıyla doldurmaya koyulabilir. Hadîs-i şerifteki îkaz ağırdır:

 

Kur’ân’ı kendi görüşüne, kendi reyine, kendi hevâsına göre tefsir eden cehennemdeki yerine hazırlansın.”6

 

Her ilmin bir usûlü vardır. Yolu yordamı vardır. İlimler, Peygamber Efendimiz’e uzanan hoca-talebe silsilesinden tahsil edilmelidir. Âlimler, peygamberlerin vârisleridir.

 

Kitaplar vardır, istikametli âlimler tarafından, halk için yazılmıştır. İlmihâller, vaaz ve irşad kitapları, şuurlandırıcı eserler böyledir. Böyle kitapları elbette tek başına da okuyabilirsiniz.

 

Lâkin ihtisas gerektiren eserleri; tefsir, hadis külliyâtı vb. kitapları bir hocanın riyâsetinde okumak zarurîdir. Hep verdiğimiz örnek üzere, kimse tıp kitaplarını okuyarak doktor olamaz.

 

İşte burada; «Okumak ve anlamak nedir?» diye daha derin bir suâle cevap aramalıyız. Kur’ân-ı Kerim, Bakara Sûresi’nin ilk âyetlerinde;

 

“Bu kitap müttakîlere hidâyettir.” diye ihtar ediyor. Devamında da o takvânın; namaz, zekât / infak ve îman şartlarını bir bir sayıyor. Yani daha iyi Arapça, daha çok kitap okumak değil, Kur’ân’ın hidâyetinden tam mânâsıyla istifade etmek için «takvâ» gerekiyor. Gayr-i müslim bir oryantalist / şarkiyatçı veya namazsız niyazsız bir modernist ilâhiyatçı; Arapçayı yutsa, tefsirleri hâfızasına kazısa, Kur’ân’daki murâd-ı ilâhîyi anlayamaz.

 

Nitekim; Ebû Leheb’in, Ebû Cehil’in Arapçası bu zevattan çok daha fasihti. Ama îman ve takvâ olmadığı için, onlar da Kur’ân’ın rahmet ve şifâsından istifade edemediler.

 

Zihni yukarıdaki suallere takılan kardeşlerimiz, asıl bu noktayı gündeme almalılar. Kur’ân’ı anlamak, daha müttakî olmaktan geçiyor. İbâdetleri huşû ile yerine getirmek, nefsânî arzuları dizginlemek, hayatta haram ve şüphelilerden titizlikle kaçınmak gerekiyor. İşte o zaman Cenâb-ı Allah, bize bilmediklerimizi de öğretir. Arapça bilmesek de öğretir. Mektep, medrese görmesek de anlamamızı sağlar. Hem hakikî bir âlimin rahle-i tedrîsinde ilim görüyoruz, hem de takvâ ile mânevî ilme gönlümüzü açıyoruz. İşte asıl zirve odur.

 

Rabbim idrâk edebilenlerden eylesin!..

 

_______________

 

1 Bu hususta hadîs-i şerifler:

“Kalpleriniz, Kur’ân-ı Kerim’le kaynaştığı sürece onu okuyunuz. Fakat onun hakkında ihtilâfa düştüğünüz zaman kalkıp dağılınız.” (Buhârî, Fedâilü’l-Kur’ân, 37; Müslim, İlim, 3, 4)

Kur’ân-ı Kerim hakkında (şahsî kanaate dayanarak) münakaşa etmek küfürdür.” (Müsned, II, 258; Ebû Dâvûd, Sünnet, 5)

Peygamberimiz kader hakkında tartışan bir gruba rastladıklarında onlara;

“–Siz bununla mı emrolundunuz? Yoksa ben size bunun için mi gönderildim? Sizden öncekiler bu meselede münâzara ettiklerinden (tartıştıklarından) dolayı helâk oldular. Sakın, sakın bu meseleyi münakaşa etmeyiniz!” buyurmuşlardır. (Tirmizî, Kader, 1/2133)

2 el-Müzzemmil, 20.

3 eş-Şuarâ, 193-195.

4 Bu hususta, İslâm’a yeni girmiş, Arapçaya dili dönmeyen kimseler için verilmiş bazı şâz fetvâlara fıkıh literatüründe tesadüf edilmekteyse de, bunlar sahiplerinin rücû ettiği, kabul görmemiş, istisnâî ve farazî arayışlar olarak kalmıştır.

5 Tirmizî, Fezâilü’l-Kur’ân, 16.

6 Tirmizî, Tefsîr, 1/2951.