GEL, O NÛRU’L-HÜDÂ’YI GÖR!..
Rıfat ARAZ rifat_araz@yahoo.com
Kul ol, eğil, bu dergâhta;
Hak’tan gelen, gıdâyı gör!..1
Yol al, yaklaş secdegâhta;2
Seyre inen, sevdâyı gör!..
Hak, tecellî kıldı Tûr’a;3
Boyan, canda doğan nûra!..
Gir, bu derin tasavvura;
Aşkla yanan, şeydâyı gör!..
Gönül; dil ol, ehl-i dile;
Aşkla geldik, bu menzile!..
Gel, kulak ver, her temsile;
«Tevhîd» diyen, nidâyı gör!..
Boynunda mı, aşk fermanı?
Duy, Sırat’tan ince cânı!..
Gel, vecd ile dön devrânı;
Her cezbede, edâyı gör!..
Âlem döner, sor hikmeti;
Gör, sendeki her nimeti!..
Yüklen, şu hak emâneti;4
Her nefeste, vedâyı gör!..
Duy, senindir, bu zikr-i Hak;
Zikirdedir; su, od, toprak!..5
«O’nu» söyler, bu iştiyak;
Gel, o nûru’l-Hüdâ’yı gör!..6
1 Allah –celle celâlühû-, dilerse müttakî kullarını zâhirî ve bâtınî nimetlerle donatmaya kādirdir. Nitekim âyet-i kerîmede; “Bunun üzerine Rabbi ona hüsn-i kabul gösterdi ve onu güzel bir şekilde yetiştirdi. Zekeriyyâ’yı da onun bakımı ile vazifelendirdi. Zekeriyyâ onun bulunduğu yere, mâbeddeki odaya her girdiğinde yanında (yeni) bir rızık bulur ve; «Ey Meryem! Bu sana nereden?» diye sorar, o da; «Allah tarafından…» cevabını verirdi. Şüphesiz Allah dilediğine sayısız rızık verir.” (Âl-i İmrân, 37)
“Kimi müfessirler âyetteki «rızık» ifadesini; “Meryem’in meme kabul etmeyip ilâhî ikramlarla beslendiği ve Hazret-i İsa –aleyhisselâm– gibi beşikteyken konuştuğu” şeklindeki bazı rivâyetlerle destekleyerek, bundan Meryem’in bebeklik çağından itibaren mâbedde kaldığı sonucunu çıkarmışlar, karşı görüşte olanlar ise âyetten Meryem’in konuşma çağına eriştikten sonra mâbede verildiğinin anlaşıldığını ileri sürmüşlerdir.
“…Hazret-i Zekeriyyâ’nın; Meryem’in yanında o mevsimde yetişmeyen meyveler gördüğü yönündeki rivâyetleri dikkate alan müfessirler, bunu Hazret-i Meryem açısından bir kerâmet olarak değerlendirmişler ve âyeti de kerâmetin hak olduğuna delil saymışlardır. Âyette fevkalâde bir duruma işaret bulunduğunu kabul etmekle beraber, bunu Hazret-i Zekeriyyâ’ya veya Hazret-i İsa’ya nisbetle bir mûcize şeklinde açıklamaya çalışan bilginler de mevcuttur.” (Bkz. Diyanet İşleri Başkanlığı, Kur’ân Yolu Tefsiri, c. 1, s. 549-551)
2 Kulun, Allâh’a en yakın olduğu an, secde ettiği andır. Ebedî kurtuluş, bu secde ânındadır. Bu itibarla, sadece Allah –celle celâlühû– için yapılan secde, namazın en zirve noktası olarak kabul edilmiştir. Âyetlerde;
“Hayır; (artık) ona (kâfir ve zâlim olana ve şeytânî odaklara) asla itaat etme (ve boyun eğme! Sen sadece Rabbine) secde et ve (O’na) yakınlaş. (Çünkü ancak sürekli tâzim, tesbih ve teslîmiyetle Allâh’a yaklaşılacaktır.)” (el–Alak, 19)
“Ey îmân edenler, rükû edin (Kur’ânî hükümlere boyun eğin), secdeye gidin (tevâzu ve teslîmiyet gösterin, başta namaz ve diğer emirleri yerine getirip), Rabbinize ibâdet edin ve hayır işleyin; umulur ki (bu sayede) kurtuluşa erişir (felâha, refaha ve huzura yetişir)siniz.” buyurulmuştur. (el-Hac, 77) Bu hususta Allah Rasulü –sallâllâhu aleyhi ve sellem-, buyurdular ki: “Kulun Rabbine en yakın olduğu an, secdede bulunduğu andır.” (Müslim, Salât, 215)
3 “Musa tayin ettiğimiz vakitte Tûr’a gelip de, Rabbi kendisiyle konuşunca, Musa;
«–Rabbim bana kendini göster, Sen’i göreyim.» dedi. Allah;
«–Ben’i katiyyen göremezsin. Lâkin şu dağa bak. Eğer o dağ yerinde durabilirse, sen de Ben’i görebileceksin.» buyurdu. Rabbi o dağa tecellî edince, dağı paramparça hâle getirip, yerle bir etti. Musa da yere baygın düştü. Ayıldığı zaman;
«–Sen’i noksan sıfatlardan tenzih ederim. Günah işlemekten vazgeçip Sana itaate yöneliyor, tevbemi arz ediyorum. Ben mü’minlerin ilkiyim, önderiyim.» dedi.” (el–A‘râf, 143)
4 “Biz emâneti göklere, yerküreye ve dağlara teklif ettik, ama onlar bunu yüklenmek istemediler, ondan korktular ve onu insan yüklendi. Şüphesiz insan; çok zâlim, çok bilgisizdir. Böyle yaptı ki Allah; münafık erkekleri ve münafık kadınları, müşrik erkekleri ve müşrik kadınları cezalandırsın, mü’min erkeklerin ve mü’min kadınların da tövbelerini kabul buyursun. Allah çok bağışlayıcı, ziyadesiyle esirgeyicidir.” (el–Ahzâb, 72-73)
…Emânet; ilk bakışta insandan daha büyük, güçlü ve dayanıklı gibi görülen göklerin, yerin ve dağların taşıyamayacağı kadar ağır ve önemlidir. Bu ağırlık ve önemdeki emâneti, insan yüklenmiştir. Çünkü o, bir yandan bunu yüklenecek kabiliyet ve yetenektedir, ama öte yandan neyi yüklendiğinin farkında değildir, onu hakkıyla taşımada başarılı olamamaktadır. Yani insan şuursuz ve câhil olmamalı, kimliğinin, kabiliyetinin ve yüklendiği emânetin farkında olmalıdır; bu konulardaki bilgisizlik büyük bir cehâlettir. Taşıdığı emânetin hakkını yerine getirmeye de gayret etmelidir, onun hakkını yerine getirmemek büyük bir zulümdür. …Emânet kelimesinin sözlük anlamı «korku ve kaygının gitmesi, insanın korunma konusunda gönül rahatlığı içinde olması»dır. Emânet kelimesi bu güvenlik hâli, psikolojisi için kullanıldığı gibi, güvenme ve koruma konusu olan, korunması istenen şey için de kullanılır. Bir din terimi olarak emânete birçok anlam yüklenmiştir. Bunlar içinde maksada en yakın bulduklarımız; «Tevhid kelimesi ve inancı, adâlet, okuma-yazma, akıl ve yükümlü (mükellef) olma kabiliyeti ve Türkçedeki anlamıyla emânet»tir. (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, «emn» md.; Râzî, XXV,202; İbn-i Âşûr, XXII, 126)” (Geniş bilgi İçin bkz. Diyanet İşleri Başkanlığı Kur’ân Yolu Tefsiri,c. 4, s. 405-407)
5 “Anâsır-ı erbaa «dört unsur» demek olup klâsik felsefede; toprak, su, hava ve ateşten ibarettir. …Tasavvufî düşünceyi felsefî boyutlara kavuşturarak İslâm düşüncesinde büyük değişiklikler meydana getiren İbnü’l-Arabî; unsurların, feleklerin hareketi sonunda ortaya çıktığını belirterek; Tanrı’nın dört unsuru dört günde yarattığını, bunların içerisinde ateşin en üst mertebede bulunduğunu, fakat Hazret-i Âdem’in çamurunda yer alan suyun hepsinden daha etkili olduğunu söyler ve unsurlara kendi özelliklerini verenin Allah olduğunu belirtir. İbnü’l-Arabî ile paralel fikirler taşıyan İbn-i Seb‘în ise dört unsurdan söz ederken, bunların keyfiyetleriyle fiilleri arasında denklik bulunduğunu, parlak olan ateşin cisimleri kendi tabiatına çevirdiğini, şeffaf ve latîf olan havanın sûretleri kolayca benimseyip bıraktığını, suyun da aynı özellikleri taşıdığını, toprağın ise yoğun bir cisim olduğunu belirtir.” (Geniş bilgi için bkz. H. Bekir KARLIĞA, «Anâsır-ı erbaa», TDV İslâm Ansiklopedisi, İst. 1991, c. 1, s. 149-151)
6 “(Asla unutmayınız, kâinâta ve tabiata ibret gözüyle bakınız ki;) Allah, göklerin ve yerin nûrudur. O’nun nûrunun misâli (bir örneği), içinde (parlak ışıklı) fitil bulunan bir lâmba benzeridir; (o) lâmba da bir sırça (cam fânus-ampul) içerisindedir; (o) sırça (ampul ise), sanki incimsi bir yıldızdır ki; (içindeki parlak ışık) doğuya da batıya da ait olmayan (benzeri bulunmayan) kutlu bir zeytin ağacından tutuşturulmuş (gibidir; bu öyle bir ağaç ve nûrânî bir kaynaktır ki) neredeyse ateş ona dokunmasa da yağı (enerji akımı) ışık verir. (Açıkça elektrik enerjisine benzetilmektedir. Bu,) nur üstüne nur (aydınlık, kolaylık ve huzur)dur! Allah, (gerçeği arayan ve çabalayanlardan) kimi dilerse onu Kendi nûruna (hidâyet ve hikmet yoluna) yöneltip-iletir. Allah, insanlar için (işte böyle) örnekler verir. Allah, her şeyi bilendir.” (en–Nûr, 35)
“(Bu nur) Allâh’ın, onların yüceltilmesine ve isminin zikredilmesine izin verdiği (gönüllerde ve) evlerdedir (mescitleri şenlendirmektedir); ki onların içinde (mü’minler) sabah-akşam O’nu tesbih etmektedirler.” (en–Nûr, 36)
3 Eylül 2025, Ankara