YENİ İMKÂNLAR YENİ PROBLEMLER
Dr. Ahmet Hamdi YILDIRIM
Son asırlarda; kıyâmete yaklaştıkça, insanlık olarak hızla değişiyoruz. Zamanın hızlanması, kıyâmet alâmetlerinden biridir.
Matbaa çıktı, bir kişinin bir ayda yazdığı kitaptan binlercesini bir günde üretti. Fakat eskiden aziz bir nesne olan kâğıt, ayağa düştü. Şimdi; âyet-hadis yazan takvimi, gazeteyi, eskiyen parçalanan kitabı ne yapacağımız problemi çoğaldı.
Tren, otomobil, uçak… Ulaşım vasıtaları çoğaldı ve hızlandı. Seferîlik hükümleri yeniden gözden geçirildi. Mahremsiz yolculuk sualleri arttı.
Fotoğraf makinesi, video imkânları çıktı. Tasvir yasağının bunları içine alıp almayacağı problemi gündeme geldi.
Dînimiz, elhamdülillâh içtihad imkânlarıyla kıyâmete kadar her türlü yeni meseleye cevap vermeye muktedir imkânlara sahip.
Son misâlimizden hareket edelim:
Peygamber Efendimiz’in sinemada tasvir edilmesi câiz olur mu?
İranlı bir yönetmen, Peygamberimiz’in çocukluğuna ait bir dönemi filmleştirmişti. Orada Peygamberimiz’i çocuk yaşta ve arkadan görünecek şekilde tasvir etmişti.
Peygamber Efendimiz’i risâletten önce veya sonraki hâliyle resmetmek veya onu tiyatroda temsil etmek, yahut onu canlı bir aktör yahut çizgi / animasyonla tasvir etmek câiz değildir.
Mısırlı yönetmen Mustafa Akkad, The Message / Çağrı / er-Risâle filmini çekmişti. Orada Peygamber Efendimiz ve dört halîfeyi göstermedi. Fakat Hazret-i Hamza gösterildi. İngilizce versiyonunda Hazret-i Hamza’yı batılı bir aktör (Anthony Quinn) oynadı. Bugün Çağrı’yı seyretmiş olan insanların zihninde, Hazret-i Hamza’yı düşündüklerinde, istemeden de olsa o gayr-i müslim adamın suratı canlanıyor. Bu da istenmeyen bir husus. O kadar ki; halk arasında, şehir efsânesi olarak, bu adamın müslüman olduğuna dair asılsız şâyialar yayılmıştı.
Asr-ı saâdetin filmini çekip de, dört halîfeyi senaryoda seyreltirseniz, bu sefer de o zâtları önemsiz şahsiyetlermiş gibi göstermiş olursunuz. Bu da bir başka problem.
Animasyon, muayyen olmayan şahıslar için daha masum görünüyor. Çocuk eğitim kitapları, eğitici çizgi filmler gibi çalışmalarda, gerçek tasvir yerine, animasyon daha makul görünüyor. Fakat muayyen şahısları tasvirde, animasyonda da problem var. Hele ki Peygamberimiz’in hiçbir şekilde tasvirine cevaz verilemez.
Bizim medeniyetimizde resim yasaklanmıştır. Resmin yasaklanmasının temel sebeplerinden biri de resimlerin zamanla kutsallaştırılması, tapılır hâle gelmesidir.
Kimileri; “Câhiliyye ehli, birtakım tasvirlere tapınmış olabilir. Modern insan böyle şeyler yapmaz. O sebeple tasvir yasağının illeti ortadan kalkmıştır.” gibi yorumlar yapıyorlar. Hâlbuki; saygı duruşu, çocukların eğildiği, yerlere kapandığı, abartılı anma merasimleri gibi örneklerde görüyoruz ki, resim ve heykel gibi tasvirleri tâzim tehlikesi çağımızda da aynen yaşanmaktadır. İnsan aynı insandır!
Bizde hilye ve şemâil geleneği vardır. Rasûlullah –sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mükemmel sûret ve sîreti, ifadelerin imkânları nisbetinde nakledilir. Herkes o dinlediği tarif üzerine gönlünde bir cemal tasviri oluşturabilir. Fakat bu görüntü resme, tuvale nakledilirse, mahzurlar ortaya çıkar.
İşte bazı mahfillerde, Hazret-i Ali’ye nisbet edilen resimler var. Bunlar tâzim edildiğinde, İslâm’ın râzı olmadığı bir durum ortaya çıkar.
İranlı, şiî yazar, yönetmen, senarist vb. kişilerin yazdığı, çizdiği, ürettiği şeylere müşteri olmayı da tavsiye etmem. Kendim bu bahsedilen filmi seyretmedim ve seyredilmesini de tavsiye etmem. Zira bazı şeyler; zihnimizde, gönlümüzde iz bırakır. O izi silmek çok zor olur. Dînimizde günahların anlatılmasının ayrı bir günah olmasının hikmetlerinden biri de Allâhu a‘lem bu izi tekrar tekrar canlandırmamaktır.
Sinema bu asırda kullanılabilecek en iyi tebliğ vasıtalarından biridir, fakat kaş yaparken göz çıkarmamak lâzımdır. Böyle bir çalışma yapacak kişilerin; uzman şahıslarla, hocaefendilerle, işin akîde, fıkıh taraflarını çok iyi etüt edecek kişilerle çalışmaları lâzımdır. Kimseye danışmadan yapıp bitirip, sonra teberrüken sormak değil. Her safhasında danışmalılar. Senaryosunu ayrı sormalılar, uygulamasını ayrı sormalılar.1
Peygamberimiz’in müsbet mânâda tasvirini bile câiz görmezken; bir de, birtakım paçavralara koymak üzere O’nun karikatürünü çizmeye kalkanlar oldu, oluyor. Avrupa’da inadına bunu yapan gâvurlardan sonra, yakın bir tarihte ülkemizde de böyle bir cürüm işlendi. Halkımız elhamdülillâh buna ciddî bir tepki gösterdi.
Peygamber –sallâllâhu aleyhi ve sellem– Efendimiz, kırmızı çizgimizdir. Gözümüzün bebeğidir, varlık sebebimizdir. Efendimiz; insân-ı kâmili, yani Cenâb-ı Allâh’ın murâdı olan, kendisine kul olmak üzere yarattığı insanı temsil ediyor. Dolayısıyla bizim nümûne-i imtisâlimiz, yani izinden gideceğimiz, sünnetini takip edeceğimiz, yolunu takip edeceğimiz, her şeyiyle bize bir rol model olan, hayat rehberi olan bir zât.
Çünkü biz Allâh’a nasıl kulluk yapabileceğimizi, böylelikle de Allâh’ın bizim yaratılışımızdan murâdı olan kulluğun nasıl tahakkuk edeceğini, Hazret-i Peygamber Efendimiz’den görüyoruz. O, bütün insanlığın kurtarıcısı. Âlemlere rahmet olarak gönderilmiş.
Böyle olduğu için birtakım nâdanlar, câhiller, kendini bilmezler; Efendimiz –aleyhissalatü vesselâm-’a hakaret etmek sûretiyle, gâvurluklarını izhar etmeye gayret ediyorlar.
Tarih boyunca İslâm âlimleri, Efendimiz –aleyhissalatü vesselâm-’a hakaret edilmesini; bağışlanmayacak, tevbesi dahî kabul olunmayacak bir suç olarak görmüşlerdir.2
Çünkü Hazret-i Peygamber –aleyhissalâtü vesselâm- Efendimiz’e hakaret etmek; toplumun mayasını bozacak, toplumu kenetleyen insicâmı zedeleyecek ve anarşiye yol açabilecek bir terör suçudur. Birtakım suçlar vardır ki bunların; «Özür dilerim, ben yanlış yaptım»ı olmaz. Bunların başında, Efendimiz –aleyhissalatü vesselâm-’a hakaret etmek gelir. Çünkü özür geçerli olacak olursa; bu, bundan sonrakilere yol olmuş olur.
Bu saldırılara karşı, bizim asıl vazifemiz; insanımıza, nesillerimize Peygamberimiz’i sevdirmek, tanıtmak olmalıdır. Bizim bütün programlarımızda; Hazret-i Peygamber –sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, ilke ve düsturlarının ana ders maddesi olarak konulması gerekir. Çünkü bu toprakları, bin senedir İslâm’la mayalayan hakikat budur.
Şairin dediği gibi:
Rasûl’e saldıran eller Ebû Leheb gibidir,
Sonunda sonları ancak cehennemin dibidir… (Seyrî)
YAPAY ZEKÂ
Gündemimizi son birkaç senedir iyice meşgul eden yeniliklerden biri de yapay zekâ.
Yapay zekâyı, dînî çalışmalarda, fetvâ üretmekte kullanabilir miyiz?
Önce yapay zekânın, programlanan bir makine olduğunu unutmamalıyız. Yani her yapay zekâ, kendisine yüklenen data setleriyle eğitilir. Dolayısıyla, ondan ne istiyorsanız ona göre eğitirsiniz.
Tıpkı tahsiline devam eden bir talebe gibi, o da yanlışlar yapabiliyor. Ana sayfalarında; «Yapay zekâ yanlış cevaplar verebilir.» diye îkazlar yer alıyor. Çalışmalarında halüsinasyon denilen karışıklıklara sıkça tesadüf ediliyor. Meselâ; eser uyduruyor, kaynak yazıyor. Bakıyorsunuz o kaynakta öyle bir şey yok!..
Dolayısıyla, karşımızda hatalarla malûl bir cihaz var. Ona kayıtsız, şartsız güvenmek diye bir şey asla doğru olmaz.
Ama işleri hızlandıran, çok geniş bilgileri hızlıca özetleyen bir yardımcı olarak kullanılabilir. Lâkin mutlaka onu kontrol altında tutmanız gerekir. Bugün yapay zekâ operatörleri, makinelerini kontrol etsin ve yanlışlarını bulsun diye binlerce insan (gerçek zekâ) vazifelendiriyorlar.
Asıl vurgulayacağımız husus ise şu:
Yapay zekâyı, bilgisayarı geçelim, kitap bile tek başına insanı irşâd edemez. İlim, tahsil, irfan ve fetvâ; mutlaka diz dize gönül gönüle olmalıdır. İnsandan insana olmalıdır. Âlimden talebeye, mürşidden mürîde, ustadan çırağa, üstaddan şâkirde bir gönül intikali gerçekleşmelidir.
Tarihimizde bir hocanın rahle-i tedrîsinde yeterince oturmadan, sadece kitaplarla kendisini yetiştirdiğini düşünen kişilerin; kemâliyle âlim olamadıkları, birtakım aşırılıklara düştükleri tespit edilmiştir.3
Peygamberimiz buyuruyor:
“Allah Teâlâ ilmi insanların hâfızalarından silip unutturmak sûretiyle değil, fakat âlimleri öldürüp ortadan kaldırmak sûretiyle alır. Neticede ortada hiçbir âlim bırakmaz. İnsanlar bir kısım câhilleri kendilerine lider edinirler. Onlara birtakım meseleler sorulur; onlar da bilmedikleri hâlde fetvâ verirler. Neticede hem kendileri sapıklığa düşer, hem de insanları saptırırlar.”4
Binâenaleyh bu hadîs-i şerif; bize olmazsa olmaz olanın mutlak sûrette bir hocaefendinin dizinin dibine oturmak olduğunu, ona sormak, ondan istifade etmek olduğunu bildiriyor.
Eğer kitap tek başına yeterli olacak olsaydı; Cenâb-ı Allah, kitap göndermekle iktifâ eder, peygamber göndermezdi.
Bugün de; “Ben kitaptan okurum, internetten bakarım, yapay zekâya sorarım, ederim.” türünden bir yol tutuş, doğru değildir.
Demek ki;
Bilginin hazmedilmesi, idrâk edilmesi, tatbik sahasına dökülmesi, insan insana bir irtibat, bir râbıta gerektiriyor. Çünkü mücerret / tek başına bilgi; insanı bazen çok farklı, istenmeyen mecrâlara sevk edebilir.
Bir rehberin rehberliğinde, kılavuzluğunda yol alırsanız; yanlış okuduğunuz işaretleri, alâmetleri düzeltme imkânı bulursunuz. Belli bir müddet yol aldıktan sonra; artık kılavuz okuyabilme, rehberleri okuyabilme imkânına kavuştuktan sonra siz de başkalarına yol gösterebilme imkânına sahip olursunuz.
Benzer bir tartışma tıp sahasında devam ediyor. Makine; hastanın tahlillerini, filmlerini, MR sonuçlarını okuyup, data setindeki bilgilere göre bir teşhis koyabiliyor. Fakat yine de canlı bir doktorun his, tecrübe ve müşâhedesinin ehemmiyetli olduğunu erbâbı söylüyor.
Hâsılı;
Yapay zekâ bir yardımcıdır. Hızından ve imkânlarından yararlanılır. Fakat verileri kontrol edilmelidir, son noktayı hocaların rahlesinde yetişmiş bir hocaefendi koymalıdır.
Rabbimiz’den niyâzımız, âhirzaman yenilikleri bizi kadîm hakikatlerimizden uzaklaştırmasın!
Peygamber Efendimiz’i milletimize ve bütün insanlığa en güzel şekilde sevdirmemizi nasîb eylesin. Âmîn…
_______________________________
1 Tasvir üzerinde bir diğer yazımız: https://www.yuzaki.com/2023/08/resim-cizim-fotograf/
2 Bu hususta bir makale için bkz. Hasan Basri YILDIZ, «Hz. Peygamber’e Hakaretin Cezası», Usûl, İslâm Araştırmaları, 30 (2018), s. 133-146.
3 Hadis ilminde de, bir hocadan dinlemeden, hadisi semâ ve kıraat yoluyla değil elde ettikleri sahîfelerden rivâyet edenlere sahâfî demişler ve onların rivâyetinin makbul olmadığını söylemişlerdir. Mehmet EFENDİOĞLU, «Musahhaf», TDVİA, XXXI, 229.
4 Buhârî, İlim, 34; Müslim, İlim, 13.