YANGIN!

 

Ensardan Uveymir bin Kays bin Zeyd el-Hazrecî, nâm-ı diğer Ebu’d-Derdâ radıyallâhu anh, ticaretle meşgul oldu. Abdullah bin Revâha radıyallâhu anh, bir gün Ebu’d-Derdâ radıyallâhu anhın evine geldi ve evindeki putları kırdı. Bu hâdiseye ilk başta kızan Ebu’d-Derdâ radıyallâhu anh, sonra uzun uzun düşündü ve Bedir Gazvesi’nde müslüman oldu. Müslüman olduktan sonra ticareti bıraktı.

 

Sahâbe arasında; ibâdete düşkünlüğü, takvâsı, zühdü ve ilmî yönüyle öne çıktı.

 

Hazret-i Peygamber sallâllâhu aleyhi ve sellem onu Selmân-ı Fârisî radıyallâhu anh ile kardeş yapmıştı. İbâdet hususunda aşırıya gidip ailesini ihmâl edince, kardeşi Selman radıyallâhu anh onu îkaz etti.

 

Ebu’d-Derdâ radıyallâhu anh, aynı zamanda bizzat Hazret-i Peygamber sallâllâhu aleyhi ve sellem’den hâfızlığını tamamlamış kişilerden biriydi.

 

Daima Allah rızâsını gözeten Ebu’d-Derdâ radıyallâhu anh, 652 yılında Dımaşk’ta vefât etti. Kabri, Bâbüssağîr Kabristanı’ndadır. İstanbul/Eyüp’te ve Üsküdar’da makamı vardır.

 

*

 

Tâbiîn muhaddislerinden Talk İbn-i Habîb şöyle dedi:

 

Bir adam Ebu’d-Derdâ radıyallâhu anhın yanına geldi ve ona;

 

“–Ebu’d-Derdâ! Senin evin yandı!” dedi. Ebu’d-Derdâ radıyallâhu anh ona şunu söyledi:

 

“–Hayır, benim evim yanmadı. Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem’den duyup tatbik ettiğim şu sözler sebebiyle Allah Teâlâ bunu yapmaz:

 

«Şayet bir kimse sabahın ilk saatlerinde şu duâyı okursa, akşama kadar onun başına bir fenalık gelmez.

 

Bir kimse da bu duâyı gündüzün sonunda okursa, onun başına da sabaha kadar bir fenalık gelmez:

 

اَللّٰـهُمَّ أَنْتَ رَبّ۪ى لَا إِلٰــهَ إِلَّا أَنْتَ عَلَيْكَ تَوَ كَّلْتُ وَأَنْتَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظ۪يمِ .
مَا شَاءَ اللّ
ٰهُ كَانَ وَ مَا لَمْ يَشَأْ لَمْ يَكُنْ . لَا حَوْلَ وَ لَا قُوَّةَ إِلَّا بِاللّٰهِ الْعَلِىِّ الْعَظ۪يمِ .
أَعْلَمُ أَنَّ اللّٰهَ عَلٰـى كُلِّ شَىْءٍ قَد۪يرٌ وَأَنَّ اللّٰهَ قَدْ أَحَاطَ بِكُلِّ شِىْءٍ عِلْمًا.
اَللّ
ٰـهُمَّ إِنّ۪ى أَعُوذُ بِكَ مِنْ شَرِّ نَفْس۪ى وَ مِنْ شَرِّ كُلِّ دَابَّةٍ أَنْتَ اٰخِذٌ بِنَاصِيَتِهَا
إِنَّ رَبّ
۪ـى عَلٰــى صِرَاطٍ مُسْتَق۪يمٍ .

 

Allâh’ım! Sen benim Rabbimsin. Sen’den başka ilâh yoktur.

 

Ben yalnız Sana tevekkül ettim, Sen muhteşem Arş’ın Rabbisin.

 

Allâh’ın dilediği olur, dilemediği olmaz.

 

Günahtan kaçacak güç, ibâdet edecek kuvvet ancak yüce ve Azîz olan Allâh’ın yardımıyla kazanılabilir.

 

Ben şunu bilir ve inanırım ki, Allah her şeye kādirdir ve ilmiyle her şeyi kuşatmıştır.

 

Allâh’ım!

 

Ben nefsimin şerrinden ve kaderleri Sen’in elinde olan bütün canlıların şerrinden Sana sığınırım.

 

Elbette Rabbimin yolu, dosdoğru yoldur.» (İmam Nevevî, el-Ezkâr, c. I, s. 217, 218)

DEVLET-İ ÂL-İ OSMAN

 

Osmanlı içtimâî yapısı üzerine uzman olan Erlanyen Üniversitesi profesörlerinden Hutterroht’a;

 

“–Osmanlı Devleti; geniş topraklarını ve üzerindeki çeşitli kavimleri, Topkapı Sarayı’ndan mükemmel bir şekilde idare etti. O saray da batıdaki en mütevâzı bir derebeyinin sarayı kadar bile büyük değildi. Bu nasıl oluyordu?” diye soruldu. Profesör şöyle cevap verdi:

 

“–Sırrını çözebilmiş değilim. On altıncı asırda Filistin’in içtimâî yapısı üzerinde çalışırken öyle kayıtlar gördüm ki hayretler içinde kaldım. Osmanlı; üç yıl sonra bir köyden geçecek askerî birliğin, öğle yemeğinden sonra yiyeceği üzümün nereden geleceğini plânlamıştı.

 

Herhâlde Osmanlı, devlet olarak insanlığın en muhteşem hârikasıdır.”

TESELLÎ PINARINDAN DOLDUR TESTİNİ!

 

İslâm âlimi Ali el-Kāri, Herat’ta doğdu. Kur’ân-ı Kerîm’i ezberledi ve ilk tahsilini aldı. Daha sonra Mekke’ye giderek İslâmî ilimler tahsil etti. Bid‘at ve hurâfelere karşı mücadele etti. Tasavvufu benimser fakat aşırılığa karşı çıkardı. Ali el-Kārî, İslâmî ilimlerin her dalında yüz seksen eser kaleme aldı.

 

Ali el-Kārî, 1606’da Mekke’de vefât etti. Kabri, Muallâ’dadır.

 

*

 

Ali el-Kārî’nin eserlerinden künyesinin «Ebu’l-Hasen» olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim Ali el-Kārî, Üsâme bin Zeyd hadîsini şerh ederken, oğlunun adını bu şekilde belirtmiştir. Hadîs-i şerif şöyledir:

 

Peygamberimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem’in kızı;

 

“–Oğlum ölmek üzere. Bize gelin!” diye babasına haber gönderir. Hazret-i Peygamber sallâllâhu aleyhi ve sellem, Zeyneb’e selâm gönderip;

 

“–…Alan da veren de Allah’tır. Allâh’ın katında her şeyin bir eceli vardır. Sabretsin, ecrini beklesin.” buyurur. Bunun üzerine Zeyneb, mutlaka gelmesi gerektiğini bildirir. Ardından Hazret-i Peygamber sallâllâhu aleyhi ve sellem; Sa‘d bin Ubâde, Muaz bin Cebel, Übey bin Kâ‘b, Zeyd bin Sâbit radıyallâhu anhüm ile birlikte kızı Hazret-i Zeyneb’in evine giderler. Eve vardıklarında, zorlanarak nefes alan çocuk Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem’e verilir. Hazret-i Peygamber sallâllâhu aleyhi ve sellem’in gözlerinden yaşlar boşalır.

 

Bunun üzerine Sa‘d radıyallâhu anh;

 

“–Ey Allâh’ın Rasûlü bu ne hâl?” diye sorar.

 

Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem;

 

“–Bu bir rahmettir ki Allah, kullarının kalplerine yerleştirmiştir. Şüphesiz ki Allah, kullarından merhametli olanlara rahmet eder.” diye cevap verir. (Buhârî, Cenâiz, 32 [No. 1284])

 

Aliyyü’l-Kārî, bu hadisle ilgili bir anekdotunda şöyle demektedir:

 

“–Hakikaten çok şaşılacak durumlar vardır. Bunlardan biri de Hasan ismindeki oğlumun, bu kitabı yazarken vefât etmesidir. Bu tablo çok büyük fazîletler barındırmaktadır. Bu hadîs-i şerif, benim için tam bir tesellî kaynağı oldu.”

 

Ali el-Kārî’nin, ismini Hasan olarak kaydettiği bu oğlu; «Mirkātü’l-Mefâtîh fî Şerhi Mişkâti’l-Mesâbîh» eserinin te’lifi esnasında vefât etmiştir. (Ali el-Kārî, Mirkātü’l-Mefâtîh, 4/179)

PEY AKÇESİ KADAR

 

Müzehhip Bahâeddin TOKATLIOĞLU, 1866’da İstanbul’da doğdu. Sanatkâr olan babasından ciltçilik ve tezhip öğrendi. 1914’ten itibaren Medresetü’l-Hattâtîn’de talebe yetiştirmeye başladı.

 

1916’da Evkāfİslâmiye ve daha sonra da Topkapı Sarayı müzelerinde mücellid olarak vazifelendirildi. Buradaki eserleri gördükten sonra söylediği şu sözler manidardır:

 

“–Ben kendimi evvelden müzehhib sanır; ortalarda iftiharla, koltuklarımı kabartarak dolaşırdım. Vaktâ ki (ne vakit) eslâfın (öncekilerin) Saray’daki eserlerini gördüm, hiçbir şey olmadığımı anladım!”

 

Bahâeddin TOKATLIOĞLU, 1939’da İstanbul’da vefât etti.

 

*

 

Necmeddin OKYAY; müzehhip Bahâeddin Efendi’nin dükkânına bir uğrayışında, hoşbeşten sonra, Bahâeddin Efendi, tezhibinin bir kısmını tamamladığı bir eseri göstererek;

 

“–Hoca, bunda bir mecidiyelik (eski yirmi kuruş) iş var mı?” demiş.

 

Necmeddin Efendi de alıcı gözle bakıp;

 

“–Evet, var.” cevabını verince Bahâeddin Efendi;

 

“–Öyleyse, sandık otur!” cümlesini kullanmış.

 

Necmeddin Efendi hayretle;

 

“–Aman Hocam, o ne demektir?” diye sorunca şu cevabı almış:

 

“–Müşterinin bazısıyla bir rakam üstünde anlaşırız, lâkin emeğimi peşin olarak karşılamaz ve pey akçesi (kaparo) bırakarak gider. Sonra da gelmez, aramaz. Eh, bu kadar emek verip karşılığını alamayınca, ben de ne yapayım? İşe başlayıp; müşterinin bıraktığı pey akçesi kadarını çalışıyorum, şimdi olduğu gibi, bir anlayana da peyin karşılığına göre iş yapıp yapmadığımı soruyorum. Karşıladığı kanaatine varırsam, bu eseri «müzehhib sandığı»nda, peyin devamı gelene kadar bekletiyorum. O kadar ziyâna uğradım ki, başka çarem kalmadı. İşte bunun adı «sandık otur»dur!” diyerek tamamlamadığı bu eseri de yanındaki müzehhib sandığına yerleştirmiş.

 

İstanbullu iki sanatkâr arasında geçen bu konuşma, sanat ahlâkına ve kul hakkına verilen ehemmiyeti gösterir. (F. Çiçek DERMAN, «19. Yüzyıl Tezhibiyle İlgili Örnek Sayfalar», Antik Dekor, 2009, sa. 112, s. 108-110)