Tarihî Kaynaklarımızın DOĞRULUK ve GÜVENİLİRLİĞİ

Dr. Naif ÖZKUL

 

 

İnsan; asılsız bir haberin, bir yalanın peşinden gitmek istemez. Teyit etmek ister. Kaynağını araştırır, soruşturur. 

 

İnsanlık da son asırlarda geçmişten getirdiği birçok tahminî, zannî bilgisini teyit etmiş ve birçoğunun asılsız olduğunu görmüştür. Meselâ; güneşin dünyanın etrafında değil, dünyanın güneşin etrafında döndüğünü çok sonra anlayabilmiştir. 

 

Son asırlarda bilhassa batıda dinlerin de böyle bir sorgulamaya tâbî tutulduğunu görüyoruz. Reform, Aydınlanma Çağı derken, bugün batıda Hıristiyanlık neredeyse terk edildi. Aklı ve bilimi öne çıkaran anlayışlar, Hıristiyanlığı en azından pasifize ettiler.

 

Ya bizim dînimiz İslâmiyet…

 

Hak ve hakikat dîni olan İslâmiyet’i yeterince tanımayan, özgüvenini yitirmiş bazı gençlerimizin, İslâm’a da aynı gözle baktıklarını üzülerek görüyorum. Bazı gençlerin, İslâm kaynakları üzerinde tereddüt ve şüpheleri olduğunu müşâhede ettim. Bu yazıyı kaleme almaktan murâdım; onlara İslâmî hakikatlerin, asılsız ve temelsiz olmadığını anlatmaktır.

 

İslâm’ın hak ve hakikat dîni olduğunu iki açıdan ortaya koyabiliriz:

 

Özü itibarıyla İslâm, doğruluğu baş tâcı eden tek hakikat dînidir. 

 

Bizim örfümüzde, yalana hiç yer yoktur. Başta Kur’ân-ı Hakîm ve hadîs-i şeriflerimiz tamamen sıdk ve doğruluk seviyesindedir. 

 

Âyet-i kerîmede şöyle buyurulur:

 

“Ey îmân edenler! Allâh’a günah işlemekten sakının ve sâdıklarla beraber olun!” (et-Tevbe, 119)

 

Hadîs-i şerifte; Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e, bir mü’minin bazı günahları işleyip işlemeyeceği sorulur. Peygamberimiz; bir mü’minin gaflete düşerek bu günahları işleyebileceğini, böyle bir şeyin tasavvur edilebileceğini söylemiştir. Fakat; 

 

“–Mü’min yalan söyler mi?” suâline;

 

“–Yalanı ancak îmân etmeyen kimse uydurur!” cevabını vermiştir. (Kenzü’l-Ummâl, h. No: 8994)

 

Bir başka hadîs-i şerif şöyledir:

 

“Bir kişinin kalbinde aynı anda îmân ile küfür, doğruluk ile yalancılık, hıyânet ile emânet bir arada bulunmaz.” (Ahmed, II, 349)

 

Bu tâlimatlar ışığında; müslümanlar, yalandan fersah fersah uzak durmuşlardır. 

 

Peygamber Efendimiz’in sıfatlarından biri; «Sâdıku’l-Va‘di’l-Emîn» yani; «Va‘dinde sâdık ve güvenilir»dir. Bu sıfat; Ravza-i Mutahhara’da, Şebeke-i Rasûlullah’ta da levha hâlinde yazılıdır.

 

Peygamber Efendimiz ilk kez İslâm’a davet etmek üzere akrabalarına hitap ederken; evvelâ kendi şahsiyetini tescil ettirmek için Ebû Kubeys Dağı’nı göstermiş şöyle sormuştu:

 

“–Size; 

 

«–Şu dağın arkasında düşman var, buraya doğru yaklaşmaktadır. Canınıza kastedecek, tedbir alın!» desem, bana inanır mısınız?”

 

Akrabaları ve hemşehrileri dediler ki:

 

“–İnanırız. O dağın arkasını görmesek de; Sen Muhammedü’l-Emîn olduğun için, verdiğin haberin doğruluğundan asla şüphe etmeyiz! İçimizde en doğru insan Sen’sin. Sen’in her dediğin doğrudur.”

 

Peygamberimiz risâletini ilân ettikten yıllar sonra, hicret edeceği vakit, hâlâ birçok Mekkelinin emâneti, Efendimiz’de bulunuyordu. Çünkü O’na hakikaten itimat ediyorlardı. 

 

Sâlim bir zihnin ve kalbin şöyle düşünmesi lâzımdır: Haberci sâdık ise haber doğrudur.

 

Diğer taraftan Kur’ân da, delille konuşulmasını ister. Meselâ; müşriklere, yahudilere ve hıristiyanlara;

 

“–Eğer sâdıklardan iseniz delillerinizi getirin!” diye hitap eder. (el-Bakara, 111; el-Enbiyâ, 24; en-Neml, 64; el-Kasas, 75)

 

Bir iddia, bir beyan, bir akîde temele dayanmalıdır; 

 

“Biz babalarımızdan böyle gördük, o sebeple putlara tapıyoruz.” diyen müşriklere; buna dair bir vahiy, bir âyet, geçmiş bir ilâhî kitap delili getirmelerini söyler. Bunu getiremedikleri için; onların temelsiz, asılsız ve bâtıl bir din üzerinde olduklarını itiraf ettirmiş olur. 

 

Öz böyle doğruluk üzerine olunca, o temelin üzerine inşâ edilen İslâm kültür mîrâsı da doğruluk üzerinde yükselmiştir. 

 

İslâm’da da her şey Kur’ân ve Sünnet üzerine kuruludur. Müçtehidler; içtihadlarını, Kur’ân ve Sünnet üzerine inşâ ederler. Kıyasları, mevcut sahih nasslara istinâd ettirirler. Reylerinin, Kur’ân ve Sünnet’e ters düşmemesi şarttır. Böylece İslâm dairesinde ortaya konmuş bütün külliyat, sahih bir kaynaktan neş’et ederek ortaya konmuş olur. Eğer uymuyorsa, bu bid‘at ve dalâlet olarak İslâm dairesinden dışlanır. 

 

Tarihî kaynaklarımız, batının kaynaklarından daha doğru ve kesinlik bakımından da daha emindir.

 

Kur’ân; bir harfi dahî değiştirilmeden, 15 asırdan beri tertemiz ve korunmuş bir şekilde intikal ettirilmiştir. 

 

Sahih hadîs-i şerifler, bahsedeceğimiz titiz çalışmalar ile nakledilmiştir.

 

Bu kültür içinde yetişen ve çalışan; Taberî, İbn-i Hişâm, Vâkidî, İbn-i Kesîr, İbn-i Haldun gibi daha birçok kıymetlerin vücuda getirdikleri yüz binlerce kitap, kütüphânelerimizi doldurmaktadır. Bu kaynaklar asla şüphe ve tereddüde meydan vermeden, hem günümüz yazarlarına hem de batılı bilim adamlarına kaynak teşkil etmektedir. 

 

Batılı örnekler de çoktur. Şarkiyatçı Louis Massignon’un dört ciltlik Hallâc-ı Mansur’la ilgili kitabını buna misal verebiliriz. Massignon, Fransız Akademisi üyesi bir profesör. 

 

Hallâc-ı Mansûr’u biz, bir-iki menkıbesiyle tanırız. Ama Massignon, İslâmî kaynaklarda dört ciltlik bir malzemeye ulaşmış ve bunları külfete girerek işlemiştir. Eğer İslâm kaynaklarını değersiz, kıymetsiz, asılsız görse, bu külfete girer miydi? 

 

İslâmî ilimler sahasında çalışıp, devâsâ eserler ortaya koyan çok sayıda batılı araştırmacı vardır. Osmanlı tarihi yazan Lamartine ve bilhassa İran edebiyatına büyük alâka gösteren Goethe örneklerini verebiliriz. 

 

Kaldı ki; Avrupa Rönesansı bile, müslüman yazarların tercüme ettikleri kadîm eserlerin, Avrupa’ya ulaşmasıyla mümkün olmuştur. 

 

Son iki asırdır, septisizm / şüphecilik batıda kendini göstermiştir. Maalesef bize de sıçramıştır bu şüphe. Bizim, dînimiz hakkında asla bir şüphemiz olamaz. Öncelikle bizim gayba îmânımız vardır. Bu esastır. Âyet-i kerîmede belirtildiği gibi: 

 

“O müttakîler gayba îmân ederler…” (Bkz. el-Bakara, 2-3)

 

Gayba îman ilâhî bir emirdir. Bunda hiç şüphemiz yoktur. Allâh’ın emrettiği şekilde, görünen ve görünmeyene îmân ederiz. Îmânımızın yakîn / kesinkes bir inanç olmasını istiyor Rabbimiz. Devamında şöyle buyuruluyor:

 

“Onlar âhirete yakînen / kesinkes inanırlar.” (Bkz. el-Bakara, 4)

 

Görünen ve görünmeyen ayrımına batıda, fizik – metafizik / fizik ötesi denilmiştir. Gaybla alâkalı hususlar, metafizik hâdiselerdir. Fizik ötesi, meselâ; ruhtur, vahiydir, mûcizedir.

 

Pozitivist ve seküler zihniyet; görünene inanıp, fizik ötesini algılayamayan çocuklar gibidir. Küçük çocuklar; Allâh’ın müteâl, her yerde hâzır ve nâzır oluşunu idrâk edemezler. Gördükleri dünyadan somut şeylere benzetirler. Mücerred / soyut hakikatleri ve Müteâl olan Rabbimiz’i anlayabilmeleri için, 12 yaşını geçecek derecede akıllarının gelişmesi ve olgunlaşması gerekir. 

 

Her şeyi darphânenin metal kalıpları gibi ayan beyan görmeye alışan inkârcı ateist aklı; çocuk seviyesindeki somut düşüncenin ötesine geçememiştir, diyebiliriz. 

 

Kaldı ki batıda Hıristiyanlık inancı tükenmiştir. Ateizm, deizm ve inkârcılık esas alınmıştır. Boşalan kiliseler âdeta alınır satılır hâle gelmiştir. Bunda; muharref Hıristiyanlığın, akıl ve mantık dışı bozuk tâlimatlarının büyük tesiri olmuştur.

 

Necip Fazıl çok söylerdi:

 

“En büyük âlim geçinenleri bile, dizini yere koyar ve inandığını söyler. Avrupa’da papaz ekmeği gösterip; 

 

«–Bu Hazret-i İsa’nın etidir!» der; «İnandınız mı?» 

 

«–İnandık!» derler.

 

Ve bir şarap koyar önüne;

 

«–Bu Hazret-i İsa’nın kanıdır, inandınız mı?» 

 

Yine; 

 

«–İnandık!» cevabını alır. İşte böyle bir abes…” (Tarihte Yobaz ve Yobazlık)

 

O; «İnandık!» diyenlerin arasında prensler, akademisyenler, akıllı geçinen kişiler vardır. Burada inancını kaybetmiş bir toplumu, abese inandırma gayretini görüyoruz. 

 

İslâm’da ise hiçbir zaman, abese, akıl-mantık dışı bir saçmalığa inanma yoktur. Akîde esaslarımızın hepsi haktır, gerçektir. Yani bir esasa, bir delile dayanır. Bu dayandığı gaybî hakikat, yani vahiy, akıl üstüdür. Fânî akıllar bu vahyin nasıl gerçekleştiğini idrâk edemez. Lâkin asla akla aykırı değildir.

 

Hazret-i Peygamber’in gösterdiği mûcizelere îmân ederiz. Çünkü O’nun gösterdiği mûcizeler; ashâb-ı kiram gibi sıdk ehli, yalan söylemekten uzak kişilerin şâhitliğiyle bize nakledilmiştir. 

 

Meselâ kütüğün inlemesi mûcizesini, çok sayıda sahâbî bize aktarıyor. Böylece mütevâtir bir bilgi hâline geliyor. 

 

Burada, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in vahiy kâtiplerine Kur’ân’ı yazdırması hakikatini hatırlayalım. Daha ilk halîfe devrinde bu malzeme bir araya getiriliyor, cem ediliyor. Hazret-i Osman zamanında da, resmî Mushaf çoğaltılarak yedi şehre nüshaları gönderiliyor. Yani bilginin doğru bir şekilde intikali hususunda, titiz bir çalışma var. 

 

Hadîs-i şerifler üzerinde de titiz bir gayret var. Rıhleler var. Ömer bin Abdülaziz -rahmetullâhi aleyh- zamanında, hadisler üzerinde kayıt çalışmaları titizlikle sürdürülüyor. 

 

Evet fitne zamanlarından sonra, hadis uydurma gibi problemler baş gösteriyor. Fakat muhaddisler; dünya tarihinde bir ilk olarak, senet sistemini ve o senetleri tahlil için de cerh ve tâdîl metodlarını geliştiriyorlar. Rical kitapları yazıp, her râvîyi tek tek inceliyorlar. Rivâyetler, çapraz kontrolle sağlama alınmış oluyor. Rıhleler yani ilim yolculukları; Efendimiz’e ait kayıtların çeşitli beldelerde kalmamasına, diğer beldelerdeki sahâbîlerden aktarılanlarla aynı havuzda toplanıp karşılaştırılmasına hizmet ediyor. Bunlar hep kaynak titizliği için… 

 

Dînimizdeki her bir husus, bir kaynağa dayandırılır. Çünkü dînimizde bid‘at çıkarmak da yasaklanmıştır. Meselâ namazımızı, Peygamberimiz nasıl öğretti ise öyle kılıyoruz. Ona bir ilâve, bir eksiltme yapılmasına izin yok. Bu da kaynak titizliğini çok ehemmiyetli hâle getiriyor. 

 

Septisizm ise şüpheciliğin marazî bir seviyeye ulaşmasıdır. Tabiî bir şüphe, hakikati bulmaya yardım eder. Fakat inanmamaya bahane arayan bir şüphe, artık hastalıktır. Sıdk ve emniyeti görünce, kalben mutmain olunca inanmak; tabiî, fıtrî ve sağlıklı bir davranıştır. Onun için rahmetli Necip Fazıl, asrımızın probleminin; «İnanmamak» olduğunu söyler ve biraz da mübalâğalı bir şekilde şöyle derdi:

 

“–Evvelâ inanmaya inan!.. Neye ve nasıl olursa olsun, inanmaya inan!.. Onsuz ne biz mevcuduz, ne de başka bir şey… İstersen, bir odun parçasının tepesine sırmalı bir külâh geçir ve ona inan!.. Fakat inan!.. Göreceksin ki; odun parçası, birdenbire, (Burak) kesilecek, dört ayağını yerden kesip havalanacak ve sana, evvelâ kendini, sonra da yeryüzünü fethettirecek… İnanmaya inanır inanmaz, inanmanın da kime mahsus olduğuna hemen inanırsın!..” (Tanrı Kulundan Dinlediklerim)

 

Bu şüphecilik hastalığının, geçmişte de olduğunu Kur’ân-ı Kerim bize haber veriyor. Vahyi inkâr etmek için, her devirde kâfirler, din hakkında;

 

“Bunlar esâtîru’l-evvelîn / geçmişlerin masallarıdır, efsâneleridir (aslı astarı yoktur!)” demişlerdir. (Bkz. el-En‘âm, 25; el-Enfâl, 31 vb.) Yani herkesi yalancı sayıyorlar. Karalıyorlar. 

 

Yine o çocuksu tavırla sürekli görecekleri, dokunacakları bir ispat aramışlardır; 

 

“Gökten elimize alıp dokunabileceğimiz bir kitap insin, yanında melekler dolaşsın, altından-gümüşten hazinelerin olsun, Mekke’nin ortasından bir nehir fışkırt, işte o zaman inanırız!” demişlerdir.

 

Hâlbuki nice mûcizelerle karşılaştıkları hâlde, o zaman da; 

 

“Bu sihirdir, gözümüzü boyadın!” diyerek yine yan çizmişlerdir. 

 

Sürekli ve sabit bir ispat olursa, inanmanın bir değeri olmaz. Ona artık inanmak denmez. O, bilmek olur. Allah gayba inanıp, Peygamberi’ni ve Kitâbı’nı tasdik edip, dosdoğru yolda ilerleyenleri cennetine davet ediyor. 

 

Diğer taraftan; dînî hakikatlerden şüphe duyup, onun tertemiz ve titiz kaynaklarına inanmayan kişi, hayatında bu boşluğu ne ile dolduruyor? Aklıyla… Hevâsını, hevesini, nefsânî duygularını akıl yerine koyarak hiç şüphe etmeden beğeniyor, onlara uyuyor. Hâlbuki orada da gözle görünmeyen bir müdahale var: Şeytanın vesveseleri… 

 

Netice olarak;

 

İnanca mesafeli duran, dînimizi Hıristiyanlık ve diğer muharref ve bâtıl dinler gibi kaynağı belirsiz, uydurulmuş, değiştirilmiş zanneden gençliğe sesleniyoruz:

 

Bizim dînimiz hak ve hakikat dînidir. Dînimizde asla abes ve akıl dışı bir akîde yoktur. Delilsiz, sonradan birileri tarafından uydurulmuş, dîne sokuşturulmuş bir şey de yoktur! 

 

Biz; doğruluğu ve güvenilirliği düşmanları tarafından dahî tasdik edilmiş bir Peygamber’in, Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in gaybî olarak Allah Teâlâ’dan getirdiği dîne îmân ediyoruz. O’nun getirdiği Kitap ve Sünnet ise sahâbeden itibaren muazzam bir titizlikle korunmuştur. 

 

Bu tertemiz iki kaynaktan beslenerek, kütüphâneler dolusu kaynak eserler yazılmıştır. Aktarılan bilgilerin nezâhetini korumak için de sistemler geliştirilmiştir. 

 

Bütün bunlardan sonra inanmayan, hiçbir şeyi bahane etmemelidir. «Nereden bileyim ki bunların doğruluğunu?» dememelidir. Yarın mahşer gününde, hak ve hakikat ile karşı karşıya geldiğinde pişmanlık fayda vermeyecektir!..

 

Ne mutlu hak ve hakikate râm olup hidâyete erenlere!..