RASÛLULLAH EFENDİMİZ’İN MÎRÂSI

Osman Nûri TOPBAŞ

 

REFÎK-I ÂLÂYA GİDERKEN

 

Allah Rasûlü sallâllâhu aleyhi ve sellem, son derece hasta idi ve Rabbine kavuşma vakti iyice yaklaşmıştı. Bir ara Âişe radıyallâhu anhâ’ya dönüp yanında bulunan altı-yedi dinarı fakirlere dağıtmasını emretti. Aradan bir müddet geçtikten sonra da dinarların ne olduğunu sordu. O’nun hastalığı ile meşguliyet telâşında olan Hazret-i Âişe’nin dinarları dağıtmayı unutmuş olduğunu öğrenince, onları isteyip mübârek avucuna aldı ve;

 

“–Allâh’ın Peygamberi Muhammed; bunları fakirlere dağıtmadığı, yanında bulundurduğu hâlde Rabbine kavuşmayı uygun görecek değildir!..” buyurduktan sonra, onların hepsini ensârın fakirlerinden beş ev halkına infâk ettiler. Bundan sonra da;

 

“–İşte şimdi rahatladım!..” buyurarak hafif bir uykuya daldılar. (Ahmed, VI, 104; İbn-i Sa‘d, II, 237-238)

 

Peygamber Efendimiz vefâtı sırasında, ne bir dirhem ne bir dinar ne de bir köle veya koyuna mâlikti… O’ndan geriye kalan sadece bir yük bineği, bir harp silâhı, bir de vakfettiği Fedek arazisiydi. Yani vârislerine mîras bırakmamıştı.

 

O sallâllâhu aleyhi ve sellem buyurmuştu:

 

“…Peygamberler altın ve gümüş mîras bırakmazlar; sadece ilmi mîras bırakırlar. O mîrâsı alan kimse, bol nasip ve kısmet almış olur.” (Ebû Dâvûd, İlim, 1; Tirmizî, İlim, 19)

 

Demek ki;

 

Fahr-i Kâinât Efendimiz, akrabalarına maddî bir değer değil, yolundan yürüyen bütün ümmetine; mânevî bir kıymet, kudsî bir vazife, ulvî bir emânet bırakıyordu:

 

İNSAN YETİŞTİRMEK

 

Aslen ümmî olan Rasûlullah Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem’in ümmetine bıraktığı ilim, uhrevî ve mânevî ilimdir. Bu mukaddes ilmi; günümüzün mâneviyatsız, akademik bilgi yığını ile karıştırmamak lâzımdır. Aynı hadîs-i şerifte geçen şu ifadeyi de benzer istikamette anlamak îcâb eder:

 

“Şüphesiz ki âlimler, peygamberlerin vârisleridir.” (Ebû Dâvûd, İlim, 1; Tirmizî, İlim, 19)

 

Yani;

 

“(Zâhir ve bâtınını ikmâl etmiş, ilmini irfan hâline getirmiş) âlimler, peygamberlerin vârisleridir.”

 

Onların tevârüs ettiği mîras, insan yetiştirme vazifesidir. Çünkü Peygamberimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem; risâleti boyunca en büyük cehd ve gayretini, nesilleri irşâd edecek insanları yetiştirmeye sarf etmiştir. Daha mü’minlerin sayıca pek az olduğu Mekke devrinde, O’nun Câfer radıyallâhu anh’ı yetiştirip Habeşistan’a giden kafilenin başında gönderdiğini görüyoruz.

 

Câfer-i Tayyâr, Hayber’in fethine kadar yaklaşık 13 sene Habeşistan’da kalıp Necâşî’nin ve nice bahtiyarın İslâm ile şereflenmesine vesile olmuştur.

 

Yine Peygamberimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem Mekke’de Dâru’l-Erkam’ı; ideal, şahsiyetli ve vasıflı insan yetiştirme gayretlerinin merkezi hâline getirmiştir. O fazîletli mektepte yetişen Mus‘ab bin Umeyr radıyallâhu anh; muallim ve mübelliğ olarak gönderildiği Medine’yi, Kur’ân’la fethetmiştir.

 

Medîne-i Münevvere’ye hicretten sonra; vasıflı insan yetiştirme gayretleri, Mescid’in bitişiğindeki Suffa’da büyüyerek genişledi. Suffa’da; kendilerini Allah yoluna adamış, fakir, kimsesiz Kur’ân talebeleri olurdu. Onlar Peygamberimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem’in gece-gündüz alâkadar olduğu talebeleriydi. Cihâda gönderdiği askerleri ve tebliğe gönderdiği muallimleriydi.

 

Peygamberimiz, gençlerle husûsen alâkadar olurdu. O’nun çevresindeki; Zeyd bin Hârise, Üsâme bin Zeyd, Mus‘ab bin Umeyr, Câfer-i Tayyâr, Zeyd bin Sâbit, Abdullah bin Ömer radıyallâhu anhüm gibi nice sahâbîler 15-20 yaşlarında gençlerdi.

 

En müessir tebliğ, bizzat örnek olmaktır. Peygamberimiz; ashâbına hâliyle, gayretiyle ve fedâkârlığıyla tebliğde bulundu:

 

EFENDİMİZ’İN TEBLİĞ HASSÂSİYETİ

 

Peygamberimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem vazifesini bi-hakkın yerine getirdi. Vedâ Hutbesi’nde 120.000 ashâbına bunu tescil ettirmek üzere sordu:

 

“–Ey insanlar! Yarın beni sizden soracaklar; ne diyeceksiniz?”

 

Bütün ashâb-ı kiram;

 

“«–Allâh’ın elçiliğini îfâ ettin;

 

•Vazifeni yerine getirdin,

 

•Bize vasiyet ve nasihatte bulundun!» diye şahâdet ederiz!” dediler.

 

Bu şahâdetin ardından Fahr-i Âlem Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem, dîni tebliğ ettiğine dair;

 

“–Ashâbım!

 

Tebliğ ettim mi?..

 

Tebliğ ettim mi?..

 

Tebliğ ettim mi?..” diyerek üç defa tasdik aldı. Sonra da ellerini semâya kaldırarak Cenâb-ı Hakk’ın şahâdetini diledi:

 

“–Şâhit ol Rab!.. Şâhit ol Rab!.. Şâhit ol Rab!..” (Buhârî, İlim, 37)

 

Bu güzel hitâmın akabinde son vahiy de gelmiş, Cenâb-ı Hak;

 

اَلْيَوْمَ اَكْمَلْتُ لَكُمْ د۪ينَكُمْ

 

“Bugün dîninizi tamamladım…” (el-Mâide, 3) buyurmuştu. Yani Rasûl-i Ekrem sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz, vazifesini tamamlamıştı.

 

Lâkin Fahr-i Kâinat sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz; kelimenin tam mânâsıyla son nefesine kadar, vazifesine devam etti. Son demlerinde huzûr-i saâdette olan Enes radıyallâhu anh anlatıyor:

 

Vefâtı esnasında Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem’in yanındaydık. Bize üç defa;

 

“–Namaz husûsunda Allah’tan korkun!” dedi. Sonra da şöyle buyurdu:

 

“Emriniz altındaki insanlar hakkında Allah’tan korkun, iki zayıf hakkında Allah’tan korkun:

 

Dul kadın ve yetim çocuk.

 

Namaz husûsunda Allah’tan korkun!”

 

Sonra;

 

“Namaz, namaz…” diye tekrar etmeye başladı. (Mübârek lisanları söylemez olunca bile) rûh-i mübârekleri çıkıncaya kadar, bunu içten içe tekrar edip durdular. (Beyhakî, Şuab, VII, 477)

 

Namaz ki ferdî ibâdetlerin zirvesi, dînin direği… Cenâb-ı Hak ile mülâkat… Kemâliyle edâ edildiğinde münker ve fahşâyı uzaklaştıran mânevî kalkan… Ebedî kurtuluşun ilk ve son şartı… Hesabın ilk maddesi…

 

Ancak ferdî ibâdet yetmez. İçtimâîleşmek de zarûrîEmrinin altındakilerden mes’ulsün Kul haklarına riâyetin tam olacak.

 

Ayrıca toplumdan mes’ulsün. Yetimden, öksüzden, duldan, fakirden, garipten, nerede bir muzdarip varsa ondan mes’ulsün. Onların ızdırâbını gönlünde hissedeceksin. Maddî yardım ettiğin gibi, bedeninle yardımlarına koştuğun gibi, mânevî olarak da duâlarınla onlarla beraber olacaksın.

 

Bir müslüman; zor durumda olan kardeşinden bîgâne kalamaz, ondan yüzünü çeviremez, ona çıkmaz sokak göstermez. Muhakkak bir mü’minin, mü’min kardeşinin sevinciyle sevinmesi, derdiyle dertlenmesi zarûrîdir. Âyet-i kerîmede geçtiği üzere; verecek hiçbir şeyi olmasa dahî, onu bir tebessümle; «قَوْلًا مَيْسُورًا / bir gönül alıcı söz»le olsun tesellî etmesi gerekir. (Bkz. el-İsrâ, 28)

 

Demek ki;

 

Tebliğ gayretlerinin bir nisap miktarı, bir asgarî ödeme hududu yoktur. Onun ölçüsü tâkattir. Gücü yettiği hâlde, âtıl kalmak; “Artık başkası yapsın! Ben yeterince yaptım!” demek makbul değildir. Bir müslüman için; hizmet son nefese kadar sürecek, gayretler inkıtâa uğramayacak. “Ben şu kadar yaptım!” demeyecek.

 

Bu hakikati bize en güzel anlatan, İstanbul’umuzun mânevî fatihi Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri’dir:

 

TEHLİKEYE ATILMAK

 

Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî radıyallâhu anh, Peygamber Efendimiz’i evinde misafir etme bahtiyarlığına nâil olan sahâbîdir.

 

Emevîler zamanında, Allah Rasûlü’nün fetih müjdesine nâil olmak isteyen İslâm ordusu, İstanbul önlerine gelmişti. Ordunun içinde Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri de bulunmaktaydı. Rumlar, arkalarını şehrin surlarına vermiş savaşırlarken; ensardan bir zât, atını Bizanslıların ortasına kadar sürdü. Bunu gören bir İslâm askeri;

 

“Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın!” âyet-i
kerîmesinden hareketle ve hayretler içinde;

 

“–Lâ ilâhe illâllah! Şuna bakın! Kendini göz göre göre tehlikeye atıyor!” dedi.

 

Bunun üzerine Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri şöyle dedi:

 

“–Ey mü’minler! (Yanlış anlaşılmasın!) Bu âyet, biz ensar hakkında nâzil oldu. (Biz misafirperverlik yaptık, malımızı cömertçe harcadık.) Hazret-i Allah, yüce Peygamber’ine yardım edip dînini galip kıldığında biz;

 

«Artık hurma bahçelerimizin başında durup onların ıslahı ve nemâlanmasıyla meşgul olalım. (Tarlalarımıza dönelim.)» demiştik. Bunun üzerine;

 

«Allah yolunda (malınızı ve canınızı) infâk edin de kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın! Bir de ihsanda bulunun! Zira Allah, (yaptığını en güzel şekilde yapan ve ihsan şuuru ile yaşayan) muhsinleri sever.» (el-Bakara, 195) âyeti nâzil oldu.

 

Âyet-i kerîmede buyurulan «kendi eliyle kendini tehlikeye atmak»tan maksat; bağ ve bahçe gibi dünyalıklarla uğraşmaya dalıp, Hak yolundaki gayretleri terk ve ihmal etmemizdir.”

 

İşte bu ilâhî îkāza gönülden riâyet eden Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri; Hakk’a kulluğun, Hazret-i Peygamber’e ümmet olmanın ve îman nimetiyle şereflenmenin şükür borcunu ödeyebilme endişesi içerisinde, son nefesine kadar hiçbir gayretten geri durmamıştır. Seksen küsur yaşlarında iken katıldığı bu sefer esnasında vefât ederek, şehidlik mertebesine nâil olmuştur. (Bkz. Ebû Dâvûd, Cihâd, 22/2512; Tirmizî, Tefsîr, 2/2972)

 

Sadece Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri değil, İstanbul surları önündeki Ayvansaray denilen muhitte, bugün 220 civarında sahâbînin medfun olduğu tahmin edilmektedir.

 

Osmanlı bu sebeple Eyüp Sultan beldesini «Harem» olarak görmüş, gayr-i müslimlerin buraya ayak basmasına ve yerleşmesine izin vermemiştir.

 

Anlamaktayız ki;

 

Sahâbî, Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz’in tebliğ ve insan yetiştirme mîrâsını çok iyi idrâk etmişti.

 

Yol, Efendimiz’in yoludur, ashâbkirâmın yoludur.

 

Vedâ Haccı’na iştirâk eden 120.000 sahâbî vardı. Mekke ve Medine’de medfun sahâbî sayısı 20.000’i bulmuyor. Çünkü geriye kalan bütün sahâbîler, dünyaya yayılarak, İslâm’ı neşretmeye gayret ettiler. Çin’e, Semerkant’a, Kayrevan’a, Afrika’nın içlerine gittiler.

 

Bunu maddiyat için yaptıkları zannedilmesin. Muazzam servetler elde ettikleri hâlde, onların evlerinin dekoru bile değişmedi. Onlar, Allah Rasûlü’nün kendilerini son gördüğü hâli muhafaza etmeye büyük ihtimam gösterirlerdi. Nâil oldukları imkânları, tıpkı Efendimiz gibi yine Allah yoluna sarf ettiler.

 

Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem ashâba bu aşkı nasıl aşıladı:

 

BU MEKTUBU KİM GÖTÜRÜR?

 

Fahr-i Kâinat sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz; bütün insanlığa, hattâ sekaleyn yani insan ve cinlere gönderilmişti. Tam ifadesiyle O, bütün âlemlere rahmet idi. Bu sebeple Efendimiz’in risâletinin sınırları, ne Hicaz ne de Arap Yarımadası’ydı… O, cihânın her yerine ulaşmayı gaye edindi. Bu ideali gerçekleştirecek insanı yetiştirdi.

 

Fahr-i Kâinat sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz; Hudeybiye’den sonra, çevredeki bütün imparatorlara ve valilere İslâm’a davet mektupları gönderdi. Böyle bir mektup hazırlandığında, Peygamber Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem;

 

“–Kim götürecek?” diye sorardı. Derhâl birçok sahâbî heyecanla ayağa kalkar;

 

“– Rasûlâllah! Bu şerefi bana bahşet!” derlerdi.

 

Hiçbiri; “Şu uçsuz bucaksız çölleri nasıl aşacağım, kralların göz işaretine bakan cellâtların karşısında bu mektubu nasıl okuyacağım?!.” diye düşünmezdi.

 

Peygamber Efendimiz; i‘lâ-yı kelimetullah / Allâh’ın dînini yüceltme dâvâsını, ashâbına en güzel şekilde aşılamıştı.

 

İmam Karâfî bu bakımdan der ki:

 

“Peygamber sallâllâhu aleyhi ve sellemin başka hiçbir mûcizesi olmasaydı; (câhiliyye karanlığının derinliğinden çekip zirve bir medeniyetin yıldızları hâline getirdiği) sahâbe nesli, Allah Rasûlü’nün nübüvvetini ispata yeterdi.”

 

BAŞARININ ÖLÇÜSÜ

 

Efendimiz’in muzafferiyetindeki farkı idrâk eden Fransız tarihçi Lamartine, şöyle demekten kendini alamadı:

 

“Şayet gayenin büyüklüğü, vasıtaların küçüklüğü ve neticenin azameti, insan dehâsının üç ölçüsü ise; modern tarihin en büyük şahsiyetlerini Muhammed (sallâllâhu aleyhi ve sellem)’le kıyaslamaya kim cesaret edebilir?

 

O şahsiyetlerin en meşhurları ancak ordular teşkil ettiler, kanunlar çıkardılar, imparatorluklar kurdular. Fakat neticede, çoğu kez gözleri önünde ufalanan maddî kuvvetler meydana getirebildiler.

 

Hâlbuki O (sallâllâhu aleyhi ve sellem); sadece orduları, hukuk sistemlerini, imparatorlukları, kavimleri ve hânedanları değil, dünyanın üçte biri üzerindeki milyonlarca insanı da harekete geçirdi.” (A. de Lamartine, L’histore de la Turquie)

 

Bu ifadeyi açalım:

 

Bir muvaffakiyeti ölçmek için üç kıstas vardır:

 

1. Gayenin büyüklüğü…

 

Peygamberimiz’in gayesi çok büyük, cihanşümul ve kıyâmete kadar devam edecek bir hedef. Mânen Allah rızâsı gibi büyük bir hedef, maddî olarak da bütün insanlığa İslâm’ı ulaştırmak şeklinde büyük bir gaye…

 

2. Vasıta ve imkânların mâhiyeti

 

Peygamberimiz’in imkânları son derecede mahdut idi. Ne serveti vardı ne orduları… Yetim ve öksüz büyüdü ve kendisine inanan ilk mü’minler de ekseriya fakir, köle ve muhtaç kimselerdi.

 

3. Neticenin mâhiyeti, gayeye nisbetle muvaffakıyeti, devamı, istikrârı

 

Hazret-i Peygamber’in ulaştığı netice, hem muazzam oldu hem de bâkî / kalıcı oldu. Parlayıp sönen başka sosyal hareketler gibi yok olmadı.. Devam etti.

 

Peygamberimiz’in muvaffakiyetinin temelinde, o bir avuç güçsüz ashâbına verdiği muhabbet enerjisi vardı. Feyiz ve rûhâniyet vardı. O muhabbet enerjisi, o mâneviyat; karşısına dikilen bütün maddî güçleri mağlûp etti.

 

Gönüldeki o muhabbet kuvvetine bir misal verelim:

 

Uhud’dan sonra Peygamberimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem; ashâbını, düşmanı takibe çağırmıştı.

 

Birisi ağır, iki yaralı sahâbî, Efendimiz’in davetine mukabil, geride kalmamak için; Hamrâü’l-Esed’e kadar birbirlerine tutuna tutuna gittiler, O’nun davetine icâbet ettiler.

 

Onlar Abdullah bin Sehl ile kardeşi Râfî radıyallâhu anhümâ idi. Şöyle diyorlardı:

 

“–Vallâhi bir binitimiz yok, yaramız da ağır. (Biz mâzuruz. Fakat bu fazîletten geri kalmayalım.) Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem’in bulunduğu bir seferi hiç kaçırır mıyız?!.

 

Yarası diğerine göre hafif olan, ağır yaralı olanın; gâh yürümesine yardım etti, gâh onu sırtında taşıdı. Bu şekilde, Âlemlerin Efendisi’nin yanından ayrılmadılar. (İbn-i Hişâm, III, 53)

 

TERBİYE METODU

 

Peygamberimiz’in; mektubu ashâbına arz ederek bir yarışma heyecanı meydana getirmesi de, O’nun müstesnâ terbiye metodunun güzîde bir nümûnesidir.

 

Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz; istîdat ve liyâkate ehemmiyet verir, her işi ehil olana tevdî ederdi. Ancak; “Kim götürür?” diyerek gönüllerde tebliğ heyecanının çırasını tutuşturuyor, herkesin gönlünde; “Ben de Allah rızâsını ve Rasûlü’nün hoşnutluğunu kazanabileceğim bir hizmet, bir fedâkârlık gerçekleştirebilsem!” duygusunu coşturuyordu.

 

Bu iştiyâka güzel bir örnek, Abdullah İbn-i Ümmü Mektum radıyallâhu anh’tır. Gözleri âmâ olan bu sahâbîyi Peygamber Efendimiz, sefere gittiğinde Medine’de imam olarak bırakırdı.

 

Kādisiye Seferi için ordu toplanırken; bu mübârek sahâbî, büyük bir îman vecdiyle orduya katılmak istedi. Âmâ olarak nasıl harbe katılacağını sordular. Gözü görmeyen bir kişinin harpte bir faydasının olmayacağını söylediler. O ise şu cevabı verdi:

 

“–Benim bu hâlimle de size büyük bir faydam dokunabilir. Çünkü ben âmâ olduğum için; düşman kılıçlarını göremem, bu yüzden de cesaretim kırılmadan en önde sancağı taşırım. Benim korkusuzca düşman üstüne yürüdüğümü gören müslümanların da, cesaret, kahramanlık ve heyecanı artar.”

 

Bir rivâyete göre; Hazret-i Abdullah, iştirâk ettiği bu harpte şehîd olmuştur.

 

Peygamberimiz; “Bu mektubu kim götürür?” şeklindeki teşvik edişinin bir benzerini de Uhud Harbi’nde sergiledi:

 

BU KILICI KİM ALIR?

 

Uhud Harbi’nin iyice kızıştığı bir esnada, Allah Rasûlü sallâllâhu aleyhi ve sellem kılıcını gösterdi ve;

 

“−Bunu benden kim alır?” diye sordu.

 

Sahâbîler aşk ve iştiyakla;

 

“−Ben!.. Ben!..” diyerek onu almak üzere ellerini uzattılar.

 

Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem;

 

“−Bu kılıcı, hakkını vermek üzere kim alır?” diye sorunca, onu almaktan çekindiler. Ensardan Ebû Dücâne radıyallâhu anh ayağa kalkıp;

 

“−Onun hakkı nedir ey Allâh’ın Rasûlü?” diye sordu.

 

Peygamber sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz;

 

“−Onun hakkı; eğilip bükülünceye kadar, düşmanla vuruşmandır…” buyurdu.

 

Ebû Dücâne radıyallâhu anh;

 

“−Ben onu hakkını vermek üzere alırım Rasûlâllah!” dedi.

 

Ebû Dücâne radıyallâhu anh; kılıcı aldı, kırmızı sarığını çıkarıp başına sardı ve İslâm saflarıyla müşriklerin safları arasında kurula kurula, çalımlı çalımlı yürümeye başladı. Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem onun gururlu ve azametli bir şekilde yürüdüğünü görünce;

 

“−Bu öyle bir yürüyüştür ki, Allah ona (yani gururlanan kimseye) bu gibi durumların hâricinde buğzeder!” buyurdu. (İbn-i Hişâm, III, 11-12; Vâkıdî, I, 259; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 128)

 

Sonundaki tevâzu hissesinden başka, bu kıssadan birkaç ders daha çıkarabiliriz:

 

Allah Rasûlü’nün emânetlerini sadece almak değil; hakkını verecek bir niyet, azim ve fedâkârlıkla almak lâzımdır.

 

Mihraptaki bir imam kardeşimiz; Allah Rasûlü’nden emânet bir vazifeyi sürdürdüğünün şuurunda olmalı, imamlığı sadece namaz kıldırmaktan ibaret görmemeli, cemaatini artırmaya gayret etmeli, camisinin bulunduğu yerdeki halkın dertleriyle dertlenmek, içtimâîleşmek, çocuk ve gençlerle ayrı, yetişkinlerle ayrı alâkadar olmak gibi gayretlerde fedâkâr olmalıdır.

 

Sınıftaki, kurstaki, kürsüdeki muallim kardeşimiz; Allah Rasûlü’nün; “Ben ancak bir muallim olarak gönderildim.” (İbn-i Mâce, Mukaddime, 17) hadîs-i şerîfi mûcebince, Efendimiz’in vârisi olduğunu unutmamalı, vazifesinin hakkını vermelidir. Sevilen ve sevdiren bir eğitimci olmalı; tebessüm ve vakarla, şahsiyetine hayran bırakarak, İslâmî hakikatleri talebelerinin rûhuna nakşetmelidir.

 

Sadece bu ulvî vazifedekiler değil, büyük küçük bütün idareciler, bütün meslek sahipleri, bütün anne-babalar, herkes ümmet-i Muhammed’in bir ferdi olarak, Peygamber mîrâsına sahip çıkmalı ve onu en güzel şekilde temsil etmeye gayret etmelidir.

 

SAHİBİNİ BEKLEYEN KILIÇ!

 

Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem’in;

 

“–Bu kılıcı kim alır ve hakkını verir?” daveti sadece o güne mahsus değildir.

 

Bugün bu kılıç, kınına girmiş değildir. Hâlâ hakkını verecek tâlibini beklemektedir.

 

Kıyâmete kadar; İslâm’ı ve müslümanları fedâkârâne müdafaa edecek, dîn-i İslâm’ın yücelmesi için gayret edecek herkes, Uhud’daki o hizmete iştirâk etmiş demektir.

 

Osmanlı padişahları; tahta geçtiklerinde, Eyüp Sultan Hazretleri’nin türbesinde icrâ edilen kılıç kuşanma merasimiyle, mukaddes emânetlerdeki Efendimiz’e yahut hulefâ-i râşidîne nisbet edilen kılıçlardan bir veya ikisini kuşanarak, Peygamberimiz’in bu davetine icâbet etmişlerdir. Şanlı devirlerde; bilhassa ilk üç asır, İslâm’ı en güzel şekilde temsil etmişlerdir.

 

Birçok menkıbe vardır ki; o kıssaların sonunda gayr-i müslimler, İslâm’ı güzel bir şekilde temsil eden müslümanın şahsiyetine hayran olarak kendilerini şöyle demekten alamamışlardır:

 

“Bu dînin mensubu böyleyse, kim bilir Peygamberi nasıldır!”

 

Bu duygular içinde, samimiyet ve iştiyakla müslüman olmuşlardır. Nasipli ve bahtiyar Balkan milletleri; Sultan Murad’ın, Sultan Fatih’in o bölgeye iskân ettiği, samimî müslümanları temâşâ ederek müslüman oldular. Nitekim bu tebliğ kāl ile değil hâl ile, sessiz bir davet olmuş ve gönüllerde daha güzel mâkes bulmuştur.

 

İşte her müslümanın, temsil ve tebliğdeki ideali; muhataplarını bu hayranlığa ulaştırmak olmalıdır.

 

Ya bugün?

 

EMÂNETİ NE YAPTIK?

 

Diğer taraftan;

 

Yine Uhud Harbi gibi ümmetin darda olduğu bir zaman dilimindeyiz. Bir tarafta ehl-i küfür dalga dalga müslümanlara zulüm ve katliâm hücumları gerçekleştirirken; bir tarafta münafıklar ve gafiller, hâlâ ehl-i küfre kulak veriyor. İslâm dâvâsını, ufuklara taşımak bir tarafa, kendi evlâtlarımıza telkin etmekte bile gaflet sergileniyor. Necip Fazıl’ın;

 

Mezarda kan terliyor babamın iskeleti;

Ne yaptık, ne yaptılar mukaddes emâneti?

 

diye tasvir ettiği bu hengâmda, bugün de Peygamberimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem’in mânevî bir daveti var:

 

İslâm’ı yaşamak ve yaşatmak…

 

Efendimiz Vedâ Hutbesi’nde buyurdu:

 

“Size iki şey (emânet) bırakıyorum. Bunlara sımsıkı sarıldığınız müddetçe sapıklığa düşmezsiniz:

 

•Biri, Allâh’ın kitâbı Kur’ân;

 

•Diğeri Rasûlü’nün sünneti…” (Muvattâ, Kader, 3)

 

Âyet-i kerîmede buyurulduğu gibi:

 

“İşte böylece sizin insanlığa şâhitler olmanız, Rasûl’ün de size şâhit olması için sizi mûtedil bir millet kıldık…” (el-Bakara, 143)

 

Cenâb-ı Hak;

 

“Peygamber size şâhit olsun.” buyuruyor. Rabbimiz’in huzûruna varmak; ancak O’nun şahâdeti, görüp-gözetmesi ve rehberliği ile mümkündür.

 

Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz ile ne kadar beraber olabilirsek; mezar hayatımız da ona göre olacak, âhiretteki o zor geçitlerde de durumumuz ona göre olacak.

 

Hayatımızın her safhasında;

 

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ أَحَبَّ

 

“Kişi sevdiği ile beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96) hadîs-i şerîfinin muhtevâsında olalım ki; sonsuz yolculuğumuzda, dâimâ O’nun rehberliği içinde rûhânî hayatımız devam etsin.

 

Diğer taraftan;

 

Kulluğumuz, vazifelerimizi edâ edişimiz, Peygamberimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem’in şâhitlik edeceği vasıfta olmalıdır. Peygamber Efendimiz, doğru ve yerinde bulmadığı bir muâmeleye şâhitlik etmezdi.

 

Tarih boyunca dergâhlar, tarîkatler ve dervişler İslâm’ın tebliği ve bu tebliği gerçekleştirecek insan mîrâsını yetiştirmek için gayret ettiler.

 

Erbâb-ı himmet, maddî servetlerini bu gayelere hizmet edecek külliyelerin inşâsına sarf etti. Muazzam vakıf medeniyeti inşâ edildi.

 

Günümüzde ise ehl-i küfür ve fıskın; internet, televizyon, moda ve reklâm gibi nice taarruz vasıtaları çoğaldı. Küffârın iktisâdî, siyâsî ve askerî gücü de müslümanları birçok sahada acziyete düşürdü.

 

Müslümanlar yine Mekke devrine döndü. Öyleyse yine Allah Rasûlü’nün yoluyla, Erkam evleriyle, bire bir gayretlerle, insan yetiştirerek mücadeleye son nefesimize kadar devam edeceğiz.

 

•Kendimizi inşâ edeceğiz…

 

•Evlâtlarımıza İslâm mîrâsını, Rasûlullah Efendimiz’in mîrâsını aktarma gayretinde olacağız.

 

Mes’ûliyet şuuruyla, ümmetin evlâtlarına hattâ insanlığa hak ve hakikatin şâhidi olarak ulaşacağız.

 

•Sınıfımız sath-ı vatan olacak.

 

Kulluğumuz nisbetinde, Cenâb-ı Hakk’ın yardımının tecellî edeceğinden emin olabiliriz. Rabbimiz muvaffak eylesin.

 

Rabbimiz mahşer yerinde, Rasûl-i Ekrem sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz’in Livâü’l-Hamd adlı sancağı altında, şu muhteşem nidâyı işitenlerden eylesin:

 

“Onlara şöyle seslenilir:

 

«–Dünyada yaptığınız (sâlih ameller, hizmetler ve fedâkârlıklara) karşılık mîrasçı olduğunuz muhteşem cennet işte budur!»” (elA‘râf, 43)

 

Cenâb-ı Hak; Rasûlullah Efendimiz’in mîrâsına sahip çıkan, o mukaddes emâneti hakkıyla deruhte edebilen ve hakkını veren bahtiyar, fedâkâr kulları zümresine cümlemizi ve evlâtlarımızı dâhil eylesin. Âmîn!..