O s.a.v’in Mîrâsı; HAKK’A ADANMIŞ MÜ’MİN

M. Ali EŞMELİ

 

 

Yaratılmışlar arasında en mükemmel özellikler ve imkânlar içinde var edilen yegâne varlık insanoğlu. Aklıyla, kalbiyle, rûhuyla ve kendisine verilen daha nice incelikler ve kabiliyetler itibarıyla yegâne. Bizzat Allâh’ın ifadesiyle:

 

Yeryüzünde Allâh’ın halîfesi.

 

Ahsen-i takvîm / varlıkların gözbebeği.

 

Ancak;

 

Bu gerçek, boşuna değil. Hele keyiften keyfe savrulmak ve kibir-gurur yarışlarına girmek için hiç değil.

 

Ya niçin?

 

Elbette ki insanoğlunun gönderildiği fânî âlemde ebedî seyrana erebilmek istikametinde peş peşe imtihanlarla pişe pişe daha mükemmel hâle gelmesi, bilhassa özündeki ve gözündeki tüm benlik ve varlık perdelerini yakıp kül ederek;

 

وُجُوهٌ يَوْمَئِذٍ نَاضِرَةٌۙ ۝٢٢

 

“Yüzler vardır ki, o gün ışıl ışıl parıldayacaktır.” (elKıyâme, 22)

 

اِلٰى رَبِّهَا نَاظِرَةٌۚ ۝٢٣

 

“Rablerine bakacaklardır / O’nu göreceklerdir.” (elKıyâme, 23) sırrına ulaşması için.

 

Şu gurbet âlemi;

 

İşte bu sırrın gerçekleşmesine bağlı olarak çile içinde çilelerle dolu. İnsanın rahmet yolculuğu, zahmet içinde zahmetlerle dolu. Beşerin ebedî seyrana erebilmesi, gönülleri kavuran sancılar, alevler ve cefâlarla dolu.

 

Âdeta vefâ ehlini, altın madeni gibi karanlıklardan çıkarıp birer güneş hâline getirmek için.

 

Nasıl ki altın madeni toprak içinden, yani o karanlık ve çamur ortamından alınır, çok yüksek derecede bir ısıya tâbî tutulur, böylece kirinden, pasından arındırılır, tam mânâsıyla saflaştırılır. Neticede daha evvel çamurlar içinde karmaşık bir topalak gibi işe yaramaz vaziyette iken, sonrasında kıymet biçilemez bir değer hâline gelir. Önce ayak altında zillette iken sonra el üstünde izzetli olur. Her şeyin değerini onunla ölçerler.

 

İnsan da, işte bu maceraya tâbîdir aslında.

 

Hayat, ölüm ve diriliş gerçeği; insanı böyle bir kıvama getirmenin cilveleriyle, zahmetleri, cefâları, ağır sancıları ile doludur.

 

İdrâk edenler;

 

Âyetteki müjdeye mazhar olarak sonsuz vuslata kanat açarlar, cennet iklimine uçarlar.

 

İdrâk edemeyenler ise;

 

Onlar da ayak altında kalan işlenmemiş altın madeni gibi ziyan olurlar.

 

Bu itibarla;

 

Öncesinde şu dünyada imtihanlar arasında damar damar eritilerek işlenip de mükemmelleşenler, yani her türlü çilenin, sıkıntının ve imtihanın ortasında Allâh’a aşk, Hazret-i Peygamber’e sevdâ ile güzelleşen kullar; sonrasında bilhassa kıyâmet günü, hiç bitmez bir saltanata mazhar olurlar.

 

Fakat;

 

Bu hakikate kendini adayıp da ahsen-i takvîm olacağı yerde gel-geç yere ve nefs ile şeytana aldananlar, Cenâb-ı Hakk’ın tabiriyle;

 

Esfel-i sâfilîn / aşağıların aşağısı olurlar.

 

Öncesinde kendilerini altından daha değerli ve meleklerden daha kıymetli eden ateşlerden kaçanlar; sonrasında, eyvah ki, kaçtıkları şeyin bu sefer gerçekten en alevli ve en dayanılmaz alevlerine, hem de o alevlerin hiç kaçamayacakları ebedî gayyâsına düşerler.

 

İş işten geçince anlarlar ki;

 

Dünyadaki ateşler / çileler, elbette insanı kıymetli yapmanın nimeti ve mükâfat harmanı imiş. Lâkin âhiretteki cehennem ateşi, kıymetsizliği seçmenin sonsuz cezası ve azâbı imiş. Yani cehennem, insan cevherini alevlere tâbî tutup altına dönüştürme yeri değil, dünyada iken imtihanlar içinde altına dönüşmemiş olanları artık sürekli yanacakları cehennem odunları hâlinde ebedî yakıp yandırma yeridir.

 

Ezelden ebede mukadder bu gerçeğin önünde insanoğlu hangi felsefeleri yığarsa yığsın, hangi yaşayışları oluşturursa oluştursun, hangi masallarla ne şekilde şu cihanda keyfe veya keyfiyete dalarsa dalsın, âkıbet bu iki tecellîden birine muhatap olacak.

 

Ne şüphe;

 

Yüce dâvânın dertleri ve ıstırapları içinde mumlar gibi eriseler de son nefese kadar Allah yolunun sarsılmaz dağları gibi yaşayan çilekeş ruhlar, en nihâyet sermedî rahatlığın bağrına, ebedî cennete, gufrâna ve lütuflara mazhar olacaklar.

 

Hele zulüm yangınları içinde sabırlı ve şuurlu mazlumlar, iki cihanda da rahmet güneşleri hâlinde sonsuz huzura kavuşacaklar.

 

Heyhât;

 

Onlara zulmeden odun gibi zâlimler de, kıyâmet cehennemlerinde sonsuz feryâd u figan içinde kavrulacaklar.

 

Ne şüphe;

 

Bugün bilgi içinde yüzdüğü hâlde ham kalmış, ilâhî vahiy ve çilelerle pişmemiş akıllar ve gönüller de, yarın azâba dûçâr olacak cehennem kütükleridir.

 

Bugün mazlumlara kol-kanat germeyen umursamaz yürekler de, yarın nâr-ı cahîme fırlatılacak cehennem odunlarıdır.

 

Uyduruk felsefeler ne söylerse söylesin, gerçek bu!

 

Dünyadaki bütün gafletleri ve zulümleri, günahları ve isyanları, soykırım ve katliâmları, buna karşılık sabırları ve sebatları, sevapları ve kullukları, adâletleri ve hidâyetleri, hep bu gerçeğin aynasında idrâk etmeli.

 

İdrâk etmeli:

 

Gazze’de bugün ne oluyor? Yarın ne olacak?

 

Herkes o imtihanın içinde aslında.

 

Herkes için bugün nasıl, yarın nasıl olacak?

 

İlâhî tecellî değişmez.

 

Bugünün zâlimleri, gafilleri, umursamazları, dertsizleri ve hâinleri, yarının cehennem odunları. Fakat bugünün mazlumları, uyanmışları, dertlileri, Hakk’a adanmış mü’min gönülleri de, elbette yarının cennet âbideleri.

 

Hâsılı bugün, şu kısacık ömrü;

 

Sen Rabbî, diyerek yaşayacağı yerde,

 

Ben, ille de ben, ben, ben… diye diye saçmalayarak yaşayanlar, yarının cehennem kütükleri.

 

Elbette bugün, her türlü benliğini Hakk’a adayıp da;

 

Ben değil, sen Rabbî, diyerek nefislerini Allâh’a fedâ edip de O’nun rızâsı uğrunda yaşayanlar, yarının cennet bülbülleri.

 

Bunu;

 

Ben, ben, ben, ille de ben… diye benlik ve bencillik içinde boğulanlar asla anlayamazlar. Hattâ;

 

وَاِذَا ق۪يلَ لَهُ اتَّقِ اللّٰهَ اَخَذَتْهُ الْعِزَّةُ
بِالْاِثْمِ فَحَسْبُهُ جَهَنَّمُۜ وَلَبِئْسَ الْمِهَادُ ۝٢٠٦

 

“Böylesine;

 

‒Allah’tan kork! denilince;

 

Kendisini,

 

Gurur ve benlik,

 

Daha da günâha sürükler.

 

Artık;

 

Ona cehennem yeter (azap olarak).

 

O, ne kötü yerdir! (el-Bakara, 206)

 

Âyette;

 

Ona; «‒Allah’tan kork!» denildiği hâlde onda benlik ve gurur patlaması, öfke ve nefret duygularının hortlaması, bundan aşırı rahatsızlık duymasının pat diye öne çıktığı bir kişinin bu hâlini ifade eden kelime olarak «izzet» tabirinin kullanılması mânidardır.

 

Çünkü hakikaten böyle kimsenin psikolojisi;

 

Benlik ve gurur denilen zilleti, âdeta izzet zannetmekte. Bu aşağılığı; üstünlük, karizmatik pozisyon, dokunulmaz karakter tipi, zannetmekte.

 

Hâlbuki;

 

O sadece cehennem yolcusu. Nefsine râm olup da keyif aldığı, zevk u safâ sürdüğü süslü yollar, onu dosdoğru cehenneme götürmekte. Bu yüzden;

 

Cennete dön, yazılı yön levhalarının ısrarla söylediği;

 

Allah’tan kork, tâlimatlarının çileli güzergâhından nefret etmekte.

 

Ancak;

 

Böyle bir gaflet ve cehâlet benliğinden sıyrılmasını bilen îman ve takvâ kahramanları;

 

فَاسْتَقِمْ كَمَٓا اُمِرْتَ وَمَنْ تَابَ مَعَكَ

 

(Ey Rasûlüm),

 

EMROLUNDUĞUN GİBİ DOSDOĞRU OL!

 

Seninle beraber tevbe edenler de dosdoğru olsun!” (Hûd 112) emrinden milim sapmazlar.

 

Onları da bizzat Hazret-i Allah şöyle metheyler:

 

وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَشْر۪ي نَفْسَهُ ابْتِغَٓاءَ مَرْضَاتِ اللّٰهِۜ وَاللّٰهُ رَؤُ۫فٌ بِالْعِبَادِ ۝٢٠٧

 

(Ne mutlu)

 

İnsanlardan öylesi de vardır ki;

 

Allâh’ın rızâsını almak / kazanmak için

 

Kendini fedâ eder.

 

(Böyle)

 

Kullarına karşı,

 

Allah,

 

Çok şefkatlidir.” (el-Bakara, 207)

 

Tüm peygamberler,

 

İnsanlığa işte bu iki gerçeği göstermek ve bütün kullara kendilerini Allâh’a fedâ etmeyi, Hakk’a adanmış bir mü’min olmayı öğretmek yolunda gece gündüz ter dökmüşler, müstesnâ nümûneler olmuşlardır.

 

Bu meyanda;

 

Peygamberler Sultanı, Son Rasûl ve Nebî olan Fahr-i Kâinat, Muhammed Mustafâ sallâllâhu aleyhi ve sellem de ömrünü fî-sebîlillâh fedâ etmiştir. O’nun yegâne çırpınışı;

 

Kendisini Hakk’a adamış mü’min gönüller yetiştirmekti.

 

O sallâllâhu aleyhi ve sellem’in;

 

Kıyâmete kadar ümmetine emânet bıraktığı Kur’ân ve Sünnet’in hayata yansıyan en bâriz yönü bu oldu. Âdeta canlı bir Kur’ân olarak yaşayan O sallâllâhu aleyhi ve sellem’in mîrâsı: Hakk’a adanmış mü’min şahsiyetler idi.

 

Onlar;

 

Kendilerini / nefislerini ve her şeylerini Allah rızâsı uğrunda fedâ eden şahsiyetler.

 

Allâh’ın sonsuz şefkatine mazhar olmak için bir ömür mazlumlara ve mahrumlara şefkat ve merhamet sergileyen şahsiyetler.

 

Kısacası;

 

Emrolunduğu gibi dosdoğru olan şahsiyetler.

 

Şu âhirzamanda;

 

Bilhassa bu tabirin, yani; «Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!» fermanının püf noktasını evvelâ dosdoğru anlamak lâzım. ki, Hazret-i Peygamber sallâllâhu aleyhi ve sellem’in saçlarını ağartan dosdoğru olabilmeyi dosdoğru idrak ve tatbik edebilmek azmi ve aşkında isabetli bir rotada olabilelim.

 

Öncelikle sormalı:

 

İnsan ne zaman yan çizer?

 

İlâhî beyan çok açık:

 

وَاِذَٓا اَنْعَمْنَا عَلَى الْاِنْسَانِ اَعْرَضَ وَنَاٰ بِجَانِبِه۪ۚ وَاِذَا مَسَّهُ الشَّرُّ كَانَ يَؤُ۫سًا ۝٨٣

 

“İnsana nimet verdiğimiz zaman,

 

Yüz çevirip

 

Yan çizer!

 

Ama;

 

Kendisine şer / kötülük dokunduğu zaman ise,

 

Büsbütün karamsarlığa düşer.” (elİsrâ, 83)

 

Evet;

 

وَاِذَٓا اَنْعَمْنَا عَلَى الْاِنْسَانِ اَعْرَضَ وَنَاٰ بِجَانِبِه۪ۚ وَاِذَا مَسَّهُ الشَّرُّ فَذُو دُعَٓاءٍ عَر۪يضٍ ۝٥١

 

“İnsana nimet verdiğimiz zaman,

 

Yüz çevirip

 

Yan çizer!

 

Fakat;

 

Kendisine şer / kötülük dokunduğu zaman ise,

 

Yalvarmaya koyulur.” (Fussilet, 51)

 

كَلَّٓا اِنَّ الْاِنْسَانَ لَيَطْغٰىۙ ۝٦

 

اَنْ رَاٰهُ اسْتَغْنٰىۜ ۝٧

 

“Hayır!

 

Hiç şüphesiz ki insan;

 

Kendini yeterli görmekten dolayı

 

Mutlaka azgınlık ediyor. (elAlak, 7)

 

İşte;

 

Onca nimetlerine ve rahmetine rağmen Hakk’a adanmayan kimsenin aldandığı nokta:

 

Artık kendini kendine yeter görmesi ve bu yüzden Allâh’a en azından şimdilik herhangi bir ihtiyacının olmadığını zannetmesi. Bu yüzden de cür’etkâr bir şekilde azgınlıklara dalması.

 

Bu aldanışta;

 

Nimeti veren olmasa nimet olmaz! gerçeğini görüp de hâlbuki kendisini şükre adaması gerekirken zavallı gafil karakter; bunun tam tersine çok şımarık ve nankör bir nefsâniyet patlamasına kalkışıyor.

 

Aslında imtihanlar da,

 

İnsanların her safhada bilvesile zuhûr eden hâllerinin nasıl olduğunu mahşer günü için tescil etmeye dair yüce bir hikmet. Bu bakımdan her nimetin içinde bir imtihan var.

 

Âdeta;

 

Her imtihan, her nimetin içine bir çatal koymakta. Bu sayede nimet sebebiyle insanın rotasının acaba hangi yöne olacağını tezâhür ettirmekte.

 

Çünkü varılacak yer iki.

 

•Ya cennet ya cehennem.

 

İnsanlar da zaten temelde ikiye ayrılıyor her meselede. Milyonlarca farklılık var, sayısız çeşitlere ve yönelişlere ayrılıyor görünseler de hepsi ancak ikiye ayrılıyor:

 

•Ya cennetlik, ya cehennemlik.

 

O hâlde vaktinde görmeli:

 

Nefs ile Rabbin arasındaki tüm çatallarda hangi yolu tutuyoruz?

 

Menfaatler, çıkarlar, bencillikler ile fedâkârlık arasındaki çatalda gönlümüz ne tarafta, aklımız ne tarafta, nefsimiz ne tarafta?

 

Görmeli;

 

Tüm yollar çatallı. Hattâ tüm inanışlarda, ibâdetlerde, bilhassa namazlarda bile gönül rotalarını ortaya çıkaran, tabiri câizse insanın hiç görünmeyen taraflarını da ilâhî videolara yansıtan nice çatallar var. Onların ortasındaki kalbî durumlarına göre Yüce Allah namaz kılanların kimisine; «Yazıklar olsun!» diyor, kimisine; «Müjdeler olsun!» diyor.

 

O çatallarda;

 

Kendini Hakk’a adamış olanlar daima müjde rotasından cennete vâsıl. Fakat kendini Hakk’a adamamış, türlü kılıf ve bahaneler içinde açıkça veya gizlice nefsine, gaflete, keyfine ve günaha adamış olanlar ise, aslında cennetin kapısına kadar getirilseler bile;

 

Yanlış adres! zannına kapılıyorlar.

 

Bin bir endişe içinde o rahmet eşiğinden inatla ve illâ yüz geri dönüyorlar.

 

Ne yapıp ediyor, âkıbet hüsrâna giden rotaya saplanıyorlar.

 

Bundan ötürü insanlar arasında;

 

“Allah,

 

Bir kısmına hidâyet etti,

 

Bir kısmına da sapıklık lâyık oldu.

 

Çünkü onlar;

 

Allâh’ı bırakıp şeytanları dost edindiler.

 

Üstelik;

 

Kendilerinin doğru yolda olduklarını sanıyorlar…” (el-A’râf, 30)

 

İşte;

 

Dosdoğru ol, emrinin saçları beyazlatan incelikleri!

 

Şu var ki;

 

Bu ifade rafta ve lâfta iken problem yok.

 

Amma;

 

Bir yandan içimizde yılan gibi kıvrılan menfaatler, makamlar, mevkiler ve nimetler, diğer yandan bağrımızda put kesilen hevâlar, hevesler, ve aşırı istekler, şu veya bu şekilde herhangi bir ilâhî ferman ya da herhangi bir ulvî fedâkârlık ile ters düştüğünde ise, başlı başına büyük mesele. Hazret-i Allâh’ın ve Hazret-i Peygamber sallâllâhu aleyhi ve sellem’in emirleri ve yasakları karşısında gönülde çatallanmalar oluştuğunda ve işine gelmeyen noktalar itibarıyla akıl ve mantık da nefis gibi başka şeyler söylemeye başladığında, en büyük tehlike.

 

İşte;

 

Dosdoğru ol, emrinin saçları beyazlatan tarafı!

 

Zira bu emir diyor ki:

 

Alış-verişlerde çıkarcılık öne çıkmaya başladığında dur, bırak o menfaati!

 

Öfkeden deli dîvâneye dönmeye başladığında dur, bırak haklıyım demeyi!

 

Günah ve gaflete sürüklendiğinde dur, bırak benim için hayırlı ve doğru olanı yapıyorum demeyi!

 

Din kardeşine karşı düşmanlık rüzgârına kapıldığında dur, bırak felsefe öttürmeyi!

 

Din düşmanlarına özendiğinde, onlarla dost olduğunda, özgürlük lâkırdısıyla küfre ve kötülüğe âdeta düştüğünde derhâl dur, bırak mecburiyet ve masumiyet markalı bahaneleri!

 

Renk renk doğruluk elbiseleri giydirmeye uğraşıp duracağına seni helâk etmeden evvel bırak bütün yalanları!

 

Demek ki;

 

Saçları beyazlatan dosdoğru oluş;

 

Lâf ve rafta duran bir cümle olarak değil hayatı kuşatan ve dolduran bir hakikat olarak müthiş bir tâlimat.

 

Hayatın içinde;

 

•Tüm çakışmalarda,

 

•Tüm çekişmelerde,

 

•Tüm tezatlarda,

 

•Tüm zıt düşmelerde,

 

•Tüm heveslerde,

 

•Tüm zanlarda,

 

•Tüm ihtimallerde,

 

•Tüm tahminlerde,

 

•Tüm hayallerde,

 

•Tüm münakaşa ve tartışmalarda…

 

Maskeli veya maskesiz olarak nefsanî, aklî ve indî olan tarafa çekerek sadece ilâhî emre illâ arz etmek…

 

Hepsinde herkese, her nefse, her fikre, her akla, her mantığa, her hayale, her arzuya, her hevese, her aşka, her şevke, her hayranlığa, her özentiye, her başkaya ve başkalığa !

 

Sadece Allâh’a İLLÂ

 

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

 

“İşte onun için;

 

Sen (tevhide) davet et ve

 

EMROLUNDUĞUN GİBİ DOSDOĞRU OL!

 

Sakın;

 

‒Onların heveslerine uyma! (Tevhid ile çakışan isteklerine, arzularına, fikirlerine kapılma!) (Şûrâ, 15)

 

Ne mutlu kendini Hakk’a adayanlara!

 

Ne mutlu emrolunduğu gibi dosdoğru olanlara!

 

Ne mutlu Hazret-i Peygamber sallâllâhu aleyhi ve sellem’in mîrâsını ve emânetlerini taşıyan sarsılmaz omuzlara!

 

Rab,

 

Nasîb et!

 

Âmîn