İslâm’ın İlk Büyük Savaşı BEDİR GAZVESİ -10-

 Âdem SARAÇ

 

 

Rasûlullahaleyhisselâmın yanından bir an bile ayrılmayan Hazret-i Ebûbekir; müşrik ordusuna bakarken, onların arasında olan oğlu Abdülkâbe’yi gördü!1 Mekke müşrikleriyle birlikte Bedir’e gelmişti. Kendisi, müşriklerin en cesaretlilerinden ve keskin ok atıcı nişancılarından biriydi.2

 

İşte bu meşhur Abdülkâbe; meydana çıkıp kendisiyle çarpışacak er dileyince, Hazret-i Ebûbekir, hemen fırlayarak ayağa kalktı. Tam kılıç sıyırıp gidiyordu ki, Rasûlullahaleyhisselâm– onu durdurup uyardı:

 

Dur, yerinde dur ey Ebûbekir! Sen burada bize lâzımsın!3

 

–Lebbeyk Rasûlâllah!

 

Her konuda olduğu gibi; Allah ve Rasûlü’ne itaat konusunda da en güzel örneğin örneği olan Hazret-i Ebûbekir, derhâl teslîmiyet gösterdi. Ancak, karşı tarafta meydan okuyan oğluna cevap vermekten de geri durmayıp haykırdı:

 

–Sen nasıl bir evlâtsın böyle! Senin bana olan nisbetin nerede kaldı?

 

–Aramızda; silâhtan, uzun endamlı, hızlı koşan attan ve yolunu sapıtmış ak saçlı ihtiyarları öldüren keskin kılıçtan başka bir şey kalmadı!4

 

–Allah sana ve senin gibilere hidâyet versin!

 

Hazret-i Ebûbekir; oğlunu ne kadar severse sevsin, müşrik kaldığı için, kılıç sıyırıp üzerine gidecekti. Rasûlullahaleyhisselâm– ise, buna müsaade etmedi. Gerçekten de ileriki yıllarda o müşrik evlât; îmân ederek Hazret-i Abdurrahmân olacak, Hazret-i Ebûbekir de şükür secdesine kapanacaktı. Ama o an için, bunu nereden bileceklerdi ki!

 

17 Ramazan 2 / 13 Mart 624 Cuma, yani hicretin ikinci yılı, İslâm ordusu ile müşrik ordusu Bedir’de karşı karşıya gelmişti…

 

Rasûlullahaleyhisselâm-; daha savaş başlamadan, müşriklerinin karşılarında ordugâh kurup, müslümanları katletmek için gelmiş olduklarına bakarak, mübârek ellerini ulvî dergâha kaldırdı:

 

Ey Allâh’ım! İşte Kureyş müşrikleri! Olanca kibir ve gururları, kendilerini beğenmişlikleri ve övünmeleriyle gelmişler, Sana düşmanlık etmekte ve Sen’in Rasûlü’nü yalanlamaktalar! Biz, Sen’den, onlara karşı bana va‘d buyurmuş olduğun yardımını diliyoruz. Ey Allâh’ım! Sana ve Rasûlü’ne karşı çıkan bu müşrikleri helâk et!5

 

Peygamberimiz –aleyhisselâm-; her hâlükârda Allâh’a duâ eder, sürekli O’ndan yardım dilerdi. Ama bu arada; yapılması gereken her ne varsa, onları da mutlaka yapar, yapılması için tâlimatlar verir ve denetlerdi.

 

Bedir’e gelinceye kadar, yapılması gereken her şey yapılmıştı. Şimdi sıra sıcak çatışmaya gelmişti. Her zamanki gibi ilâhî dergâh, sığınağı oldu:

 

Allâh’ım! Onların kalplerine korku sal! Ayaklarını titretip, yerinde tutamaz et!6

 

Peygamberimiz –aleyhisselam-; böyle buyurduktan sonra, eğilip yerden eline bir avuç kum / toprak alıp, müşrik ordusuna doğru yönelerek dedi ki:

 

–İslâm’a karşı elleri-ayakları tutmaz, yüzleri kara olsun!7

 

Sonra da elindeki kumu müşriklere doğru fırlatıp saçtı. Saçılan bu kumdan; yüzlerine, gözlerine dolmayan kimse kalmadı!8 Tabiî ki bu durum daha sonra anlaşılacaktı!

 

Hemen ardından da son emrini verdi:

 

Allâh’ın yardımına güvenip, sabır ve sebât ederek, hep birden müşriklere hamle ediniz! Haydi, Allah!9

 

Rasûlullahaleyhisselâm-’ın emriyle; bir anda şâha kalkan İslâm ordusu, tekbir sesleri ile yeri göğü inleterek, hücuma geçti.

 

İki ordu bir anda şiddetle kapıştı. Hak ile bâtıl, fikir ortamında yıllar önce kapışmıştı zaten! Her ânında sürekli mağlûp olan bâtıl, şimdi de ordu olmuş ve amansız bir saldırıya geçerek, savaş ortamında kapışmışlardı!

 

Hak ile bâtılın, tevhid ile şirkin, hidâyet ile dalâletin, akîde ile kabîlenin, doğru ile yanlışın, büyük savaş meydanında ilk çarpışmasıydı bu!

 

Manzara pek düşündürücüydü! Dünya üzerinde; o an için tevhid akîdesinin tek temsilcisi olan bu bir avuç müslüman ordusuyla; tepeden tırnağa zırhlı, tam teçhizat silâhlı müşrik ordusunun savaşıydı bu!

 

Savaş; daha önce geçtiği gibi, ilk olarak karşılıklı erlerin çıkıp, teke tek vuruşması olan mübâreze şeklinde başlamıştı. Müslüman savaşçılar; müşrik hasımlarını yere serince, müşrik canavarlar, canavarlara mahsus bir saldırışla, şiddetli taarruza geçmişlerdi!

 

İslâm ile beraber yeni bir kalıba dökülüp sahâbî olan bu seçkin topluluk, Bedir Savaşı esnasında, her biri birer mücâhid oluvermişti. Öylesine bir çarpışma çıkardılar ki, müşrikler çılgına döndü. Her bir nefer, kendinden beklenenin üstünde bir gayret sarf ediyordu.

 

Sahâbîlerin hepsi; savaşın her merhalesini dikkatle gözlüyor, her hâdiseyi iyi süzüyor, dur durak bilmeden çarpışıyordu. Bu arada da yine her bir sahâbenin birer gözü sürekli Rasûlullahaleyhisselâm– tarafındaydı! «Rasûlullâh’a bir şey olmasın» diye, bütün sahâbîler etrafında dört dönüyorlardı.

 

Bedir gazilerinden biri olan Hazret-i Ali, savaş sahnesinden bir tabloyu şöyle anlatıyor:

 

–Bedir Gazvesi günü; savaş şiddetlendiği zaman, biz Rasûlullâh’a sığınmıştık. O gün, insanların en cesaretlisi ve en kahramanı O idi. Düşman saflarına O’ndan daha yakın olan kimse yoktu!10

 

Hazret-i Ali, bir başka tabloyu da şöyle anlatıyor:

 

–Bedir Gazvesi günü, biraz çarpıştıktan sonra; «Rasûlullah ne yapıyor diye, dönüp O’na bir bakayım.» diye düşünerek, aceleyle O’nun yanına vardım. Rasûlullahaleyhisselâm-, secdeye kapanmış bir hâlde ve hiç durmadan duâ ediyor, sonunu da hep şöyle bağlıyordu:

 

Hayy Kayyûm! Hayy Kayyûm!11

 

Hazret-i Ali, anlatmaya devam ediyor:

 

Rasûlullâh’ın duâsına içimden; «Âmîn!» diyerek, yine çarpışmaya döndüm. Bu şekilde ne zaman merak edip, Rasûlullâh’ın yanına vardımsa; hep böyle bizim için duâ ettiğini gördüm! Yüce Allah, bunca uğraşıları boşa çıkarmadı ve Rasûlü ile biz ashâbına büyük bir fetih ve zafer ihsân etti.12

 

Hazret-i Ukkâşe bin Mihsân; öyle bir yiğitçe vuruşuyordu ki, etrafını toza dumana boğmuştu. Vuruşmanın en şiddetli bir ânında, elindeki kılıcı bir anda kırıldı. Çare arayan gözlerle etrafına bakınırken, Rasûlullahaleyhisselâm-’ın bir ağaç dalını uzattığını gördü. Hemen yanına koştu.13 Peygamberimiz –aleyhisselâm-; sıradan bir ağaç dalını verirken, buyurdu ki:

 

–Ey Ukkâşe! Al, bununla çarpış!14

 

–Lebbeyk Rasûlâllah!

 

Böyle diyerek Rasûlullahaleyhisselâm-’ın uzattığı dal parçasını alıp; düşman üzerine vuracağı zaman, o dal parçası, uzunca, dayanıklı, parlak bir kılıç oluverdi! Bu durumu gören Hazret-i Ukkâşe, daha bir aşka geldi:

 

Allâhu Ekber! Savulun ey zâlimler, bu elimdeki Rasûlullâh’ın özel olarak verdiği kılıçtır! Bu kılıcın önünde kim durabilir!15

 

Hazret-i Ukkâşe; dal parçasının kılıca nasıl dönüştüğünü, bu mûcizeyi, bizzat görüp yaşayan biriydi. Peygamberimiz –aleyhisselâm– komutasındaki bütün savaşlarda bu kılıcı kullandı. Avn adını verdiği bu kılıç, hayatı boyunca hep yanındaydı.16

 

Bedir Meydan Muharebesi de diyebileceğimiz Büyük Bedir Gazvesi, birbirinden enteresan sahnelerle sürüyordu…

 

–Ey Abdurrahmân! Sizden, kendisini deve kuşu kanadıyla alâmetlendirmiş olan, o dehşetli adam kimdir?

 

–Hamza’dır o, Hamza bin Abdulmuttalib!

 

–Şu bizim meşhur Hamza ha!

 

–Evet, o meşhur Hamza, Rasûlullâh’ın amcası yani!

 

–İşte; bize yapılanları, o yaptı!17

 

–Allah ve Rasûlü’nün arslanıdır o!

 

Hazret-i Abdurrahman bin Avf’ı gören, Ümeyye bin Halef kâfiri; müşrik ordusunu fena hâlde darmadağın eden adamı sormuş, cevabını da almıştı.

 

Ashâbkirâmın her bir neferi bir aslan kesilmiş; Peygamber Efendimiz’in etrafında kenetlenerek, Hak-bâtıl mücadelesini hayatlarıyla yazıyorlardı.

 

Sallâllâhu aleyhi ve sellem…-

 

 

______________________

 

1 Müslüman olduktan sonra adı Peygamberimiz tarafından Abdurrahman’a çevrildi. İslâm’a daha sonra girecek ve bu sahneyi sürekli anlatacaktı.

2 İbn-i Abdilberr, el-İstî‘âbMârifeti’l-Ashâb, c. 2, s. 825.

3 Halebî, İnsânü’l-Uyûn, c. 2, s. 414.

4 Ebu’l-Fidâ İbn-i Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, c. 3, s. 291-292; Mustafa Âsım KÖKSAL, İslâm Tarihi, c. 3, s. 347.

5 İbn-i Hişâm, es-Sîretü’nNebeviyye, c. 2. S. 273.

6 İbn-i Seyyidü’n-Nâs, Uyûnü’l-Eser fî Fünûni’l-Meğâzî ve’ş-Şemâil ve’s-Siyer, c. 1, s. 257.

7 Beyhakî, Delâîlü’n-Nübüvve, c. 3, s. 81.

8 Haysemî, Mecmau’z-Zevâid ve Menbau’l-Fevâid, c. 6, s. 84.

9 İbn-i Hişâm, es-Sîretü’nNebeviyye, c. 2, s. 281; Beyhakî, Delâîlü’n-Nübüvve, c. 3, s. 81; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târih, c. 2, s. 126; İbn-i Seyyidü’n-Nâs, Uyûnü’l-Eser, c. 1, s. 257; Zehebî, Meğâzî, s. 37; Ebu’l-Fidâ İbn-i Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, c. 3, s. 281.

10 İbn-i Sa‘d, et-Tabakātü’lKübrâ, c. 1, s. 223, c. 2, s. 23, 26.

11 Ahmed bin Hanbel, el-Müsned, c. 1, s. 126.

12 Beyhakî, Delâîlü’n-Nübüvve, c. 3, s. 49; Ebu’l-Fidâ İbn-i Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, c. 3, s. 275-276; Mustafa Âsım KÖKSAL, İslâm Târihi, c. 3, s. 349.

13 Vâkıdî, el-Meğâzî, c. 1, s. 9.

14 İbn-i Seyyidü’n-Nâs, Uyûnü’l-Eser fî Fünûni’l-Meğâzî ve’ş-Şemâil ve’s-Siyer, c. 1, s. 262.

15 Beyhakî, Delâîlü’n-Nübüvve, c. 3, s. 98; İbn-i Hazm, Cevâmiu’s-Sîre, s. 113.

16 Vâkıdî, el-Meğâzî, c. 1, s. 93; İbn-i Hişâm, es-Sîretü’nNebeviyye, c. 2, s. 290; İbn-i Sa‘d, et-Tabakātü’lKübrâ, c. 1, s. 188; Beyhakî, Delâîlü’n-Nübüvve, c. 3, s. 98; İbn-i Abdilberr, el-İstî‘âbMârifeti’l-Ashâb, c. 3, s. 1080; İbn-i Hazm, Cevâmiu’s-Sîre, s. 113; İbn-i Seyyidü’n-Nâs, Uyûnü’l-Eser, c. 1, s. 262; Zehebî, Meğâzî, s. 74; Ebu’l-Fidâ İbn-i Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, c. 3, s. 290.

17 Taberî, Târîhu’l-Ümem ve’l-Mülûk, c. 2, s. 283.