HELÂL HARAM HASSÂSİYETİ

Mehmet MENCET

 

 

Dünyaya insan olarak geldik ama insan olarak kalabildik mi? Bize verilen kulluk vazifesini ne kadar yerine getirebildik?

 

Bir eşya alınca bile kullanma kılavuzuna bakarız hemen, bir yanlışlık yapmayalım diye. İşte bizim kullanma kılavuzumuz da başta Kur’ân-ı Kerim ve onu hayatımıza nasıl adapte edeceğimizi bize öğreten en değerli öğretmenimiz canlı kılavuzumuz sallâllâhu aleyhi ve sellem– Efendimiz.

 

İslâm hiçbir yerde, hayatınızın hiçbir safhasında en ufak bir boşluk bırakmayacak şekilde düzenlenmiş.

 

«–Acaba şu nasıl? Bu nasıl?» diyecek bir konu yok.

 

«–Sence… Bence…» diye bir şey yok.

 

Yiyip içmemizden, uyuyup kalkmamızdan, vücut temizliğine kadar… Alışveriş, eğitim, kazanç, hasta, yolcu, dul, yetim, akraba, komşu hattâ hayvan hakları bile bir bir yazılıp bize sunulmuş. Bugünkü tabirle, navigasyon gibi verilmiş. «Yok! İllâ biz bildiğimiz yoldan gidelim.» diyoruz.

 

Bu kaidelerin dışına çıkanların hâli ortada.

 

Şöyle etrafa bakıyorum da;

 

«–Müslümanlığın acaba ne kadarını temsil ediyoruz ya da yaşıyoruz?» diye. O kadar ayrılıklar var ki, neresinden baksak uzaklaşmışız.

 

Peygamber Efendimiz –sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bir gün ashâbına sordu:

 

“–Müflis kimdir biliyor musunuz?”

 

Sahâbe-i kiram;

 

“–Malını mülkünü kaybetmiş, iflâs etmiş kimsedir.” dediler.

 

Bunun üzerine Efendimiz –sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

 

“–Bir kişi kıyâmet günü; namaz, zekât, oruç, hac, verdikleri ve yaptıkları bütün iyiliklerle huzûra gelir.

 

Fakat dünyadayken birine sövmüş, öbürüne iftira etmiş, ötekinin malını yemiş, berikinin kanını dökmüş veya dövmüştür. Onun bu yaptıklarına karşılık hak sahiplerine bütün bu iyiliklerinin sevapları verilir. Şayet yetişmezse, mağdur ettiği kişilerin günahlarından alınıp onun üzerine yüklenir. Sonra da cehenneme atılır. İşte asıl müflis bunlardır.” (Müslim, Birr, 59. Ayrıca bkz. Tirmizî, Kıyâmet, 2) buyurdu.

 

Yine Efendimiz;

 

“Şüphesiz her ümmetin bir fitnesi vardır. Ümmetimin fitnesi (imtihan vesilesi) de maldır.” (Tirmizî, Zühd, 26) buyurmuş. Her devirde belki vardı ama bu kadar değildi.

 

Belki insanlara çocukluktan itibaren;

 

“Hikmetin başı Allah korkusudur.” (Münâvî, Feyzu’l-Kadîr, III, 574, hadis no: 4361) diye başlayıp önce Allâh’ı, Peygamber’i ve hesaba çekileceğimizi öğretmeliyiz.

 

Bir kimse isterse on fakülte bitirsin; âhiret inancı yoksa, kul hakkına riâyet etmiyorsa, diploma neye yarar? Diploma; insanın omuzundaki yıldızlı formalar gibi, onları çıkarınca ne değeri kalır?

 

Ailede, toplumda ve dünyada yaşanan bütün kötülüklerin temelinde, kul hakkı ihlâlleri vardır. Maalesef kimi zaman âdetlerle, alışkanlıklarla, ihmal ve gafletle, bazen de kasten, kul hakları ihlâl edilmektedir.

 

Canın, malın, dînin, aklın ve neslin muhafazası İslâm’ın en temel esaslarındandır. Bu haklar, Allah katında mukaddes ve dokunulmazdır. Onların ihlâli ise ağır bir vebal, büyük bir zulüm ve kul hakkına girmektir.

 

Kız çocuklarının mîrastan mahrum bırakılması gibi; kız çocuklarının da Allâh’ın takdir ettiği Hakk’a râzı olmaması da kul hakkıdır.

 

Arazi sınırlarını ihlâl ederek başkasının mülkünü gasp etmek, birtakım asılsız gerekçelerle insanların malına el koymak, yalan beyanlarla ve yalan şâhitlerle insanları mağdur etmek, ateşten gömlek giymek gibidir.

 

Yıllarca mesleğim gereği, tapulama ve mîras dâvâlarına baktım. Mîras konusu maalesef ihlâl edilmekte. Göz göre göre kardeşler bile birbirine dâvâ açıyorlar. Yüce Rabbimiz’in koyduğu mîras ölçüsünü, karşılıklı rızâ olmadan kendi menfaati istikametinde değiştirmek ilâhî adâlete aykırıdır.

 

“Helâl, haram ver Allâh’ım, Sen’in kulun yer Allâh’ım!” diyen insanlarla doldu ortalık. Telefona her gün mesajlar geliyor. “Bugün en şanslı sizsiniz şu kadar para kazandınız, bu kadar ödül aldınız” ya da daha yeni; «Nüfus kâğıdınız bir başkasının cebinden çıktı.» diye arayan sözde emniyet âmiriymiş. «Size yardımcı olalım.» diyor. Sözde savcılar, âmirler vesâire… Eskiden dağ başlarında eşkıyâ olurdu. Şimdi oturduğunuz yerde sizi soymaya çalışıyorlar.

 

Aman Allâh’ım ne hâle geldik! Biz böyle bir ümmet miydik? Biz böyle bir millet miydik? Kafalarını bu tür pisliklerle meşgul edinceye kadar, çalışıp bir şeyler üretseler ya!

 

“Haramın binası olmaz!” derler. Kaç gün yiyeceksin? Bir lokantaya bile gitsen sonunda illâ hesap isterler. Dünyada böyledir, âhiret hesabı ne olacak? Herkes ilâhî kameranın altında; hiç kimse; «Ben yapmadım, ben etmedim.» diyemeyecek. Bütün âzâlar konuşacak. Allah cehennemi boşuna yaratmadı.

 

Ustayı getiriyorsun, en iyi malzeme parasını alıp en ucuzunu kullanıyor ve en ufak bir deprem ya da başka bir şeyle yıkılıyor.

 

Sebze-meyve vesâire hep ilâçlı, “Tabiî, organik…” diye yemin ediyor. Artık kimsenin kimseye güveni kalmadı.

 

Sağlığa zararlı gıdâları veya raf ömrünü doldurmuş gıdâları yeniden piyasaya çıkarmak. Ucuz, çok ucuz alıp, çok pahalıya satmak. Stokçuluk, karaborsacılık, fiyatları yükseltmek; ölçüde, tartıda hile yapmak haramdır. Peygamber Efendimiz ne buyuruyor:

 

“Bizi aldatan, bizden değildir.” (Müslim, Îmân, 164)

 

Hangi konuda olursa olsun; yanımızda çalıştırdığımız, birlikte olduğumuz insanların haklarını gözetmemiz lâzım.

 

Böyle olunca da ne bereket ne de huzur kaldı. Herkes kendine ve yakınlarına avukat, diğerlerine hâkim. Ortada bir gerçek varsa, adâlet ona göredir. Sana, bana göre değil.

 

Bir hemşehrimizmiş tanımıyorum. Bir gün geldi dedi ki:

 

“–Selâmünaleyküm, sizden bir ricam var. Benim oğlum birini bıçaklamış, onu bir kurtarsanız…”

 

“–Peki aynı şeyi senin oğluna yapsalar, ben de onu kurtarsam, sen râzı olur musun?” dedim. “O zaman adâlet nerede. Yaptıysa cezasını çeksin ki dersini alsın.” dedim.

 

Bunu söylemeye utanmıyor musun? Sert bir bakışın bile hesabının verileceği bir günden korkmuyor musun? Bir de bile bile başkasının hakkına, hukukunu çiğnemeye kalkıyorsun, saygı göstermiyorsun.

 

Kul hakkı şuuru ailede başlar. Okulda büyüklerinden göre göre insanların zihnine yerleşir.

 

Biz küçükken, komşu teyzenin bahçesine gitmiştik. Annemler orada halı, kilim vesâire yıkıyorlardı. Onların kuyuları vardı, orada yıkaması daha kolaydı. Meyve ağaçları ile dolu olan bahçede, biz de oynuyorduk. Giderken, annemiz bize tembih etti:

 

“–Sakın ağaçlara uzanıp, en ufak bir şey almayın. Oynayın o kadar!” diye. O bahçeye bakan kadın, bizi denetlemiş. Hâlbuki komşu teyze; bize, her zaman bir şeyler getirir, verir. Yani; «Bahçe sizin» gibi bir yakınlığımız vardı. Bahçeye bakan teyze bizi görünce; «Bunlar ne edepli çocuklar…» diye kocaman tabağı doldurmuş, bize çeşit çeşit meyve getirdi;

 

“–Mâşâallah! Hiçbir şeye dokunmadılar.” dedi. Eğitim çocukluktan başlar. Çocuklara;

 

«–Şunu yapmayın, bunu etmeyin!» demek yerine, kendimiz yaşayarak örnek olmalıyız ki, ileride hayatlarında onları hiç unutmasınlar.

 

Şu hadîs-i şerîfi ruhlarına işlemeliyiz:

 

“Haramla beslenen vücut, ateşe müstehaktır.” (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 26)

 

Kul hakkını geçtim, hayvan hakları bile karşımıza çıkacak.

 

Kırşehir’de muhterem ağabeylerimizden birisi, birkaç kat semâya çıktığını görür mâneviyat âleminde. Dördüncü kattan yukarı çıkarmazlar;

 

“–Neden?” diye sorunca, karşısına bahçedeki öküzü gelir;

 

“–Benim hakkıma girdin, buradan öteye gidemezsin!” der ve;

 

“–Ben ne yaptım ki?” diye sorunca;

 

“–Eşek hastalanmıştı, onun yükünü bana yükledin, bana taşıttın, bu benim vazifem değildi. Buradan öteye gidemezsin.” der.

 

Uyandığı zaman gidip yalvarıyor gözyaşlarıyla;

 

“–Hakkını helâl et.” deyip helâllik dilemiş.

 

Adam kayırmak, çalışanlar arasında âdil davranmamak kul hakkıdır. Öğretmenler, öğrencilerine hak ettiklerini vermelidir. Başkalarına gösterdikleri müsamahayı, hak edene de göstermelidir.

 

Çalışanların da işverenin malına zarar vermemesi lâzımdır. Çalışma saatlerinde hasta olmadığı hâlde rapor alarak işe gitmemesi, tatile gitmesi. Bunlar da kul hakkıdır.

 

Anne-baba hakkını ve hukuk kavramının mânâsını, sorumluluğunu bilmeliyiz, öğretmeliyiz; örnek olmalıyız, yabancı kültürlere sadece ihtiyaç kadar değer vermeli, asıl kendimizi, ceddimizi ve tarihimizi iyi bilmeliyiz.

 

Ankara Hukuk Fakültesi’ndeki bir hocamız şöyle demişti:

 

Mâzîsindeki esaslarını terk edip;

 

•İsviçre medenî kanununa göre doğan, evlenen, ölen,

 

•İtalya ceza kanununa göre cezalandırılan,

 

•Fransız idare hukukuna göre idare edilen,

 

•Alman ceza hukukuna göre yargılanan insan ve

 

•İslâm hukukuna göre defnedilen kişiye Türk insanı denir.”*

 

İnşâallah, bugünler de geçer de; hak, hukuk ve dürüstlük üzerine kurulmuş bir düzende yaşarız.

 

__________________

 

* Bu mânidar söz; internette, gazeteci Uğur MUMCU’nun bir mizah dergisinden iktibas etmesiyle yayılmış bir söz olarak yer alıyor.