EN YÜCE AHLÂKTAN MÜSTESNÂ MİSALLER
Osman Nûri TOPBAŞ
EN GÜZEL
İnsan, güzelliğe meftundur. Gerek sûret ve gerekse sîret bakımından bütün varlık, cemâli arar, hüsne âşıktır. Tatlı suyun başı kalabalıktır. İnsan rûhu; en güzel şahsiyete hayranlık besler, en güzel ahlâka doğru meyleder.
Cenâb-ı Hak da, varlığı ve yokluğu niçin yarattığı suâlinin cevabında;
اَيُّكُمْ اَحْسَنُ عَمَلًاۜ
“Hanginizin, amel bakımından (fiil ve davranışlar, ibâdet, muâmelât ve ahlâk bakımından) en güzel olduğunu imtihan edip ortaya çıkarmak için” buyurmuştur. (Bkz. el-Mülk, 2)
İnsanlık sanat ile de bu güzellik arayışı için meşgul olmuştur. Fânî bir ressamın, uçsuz bucaksız şu kâinâtın küçük bir bölümüne bakarak oluşturduğu sanat eseri, insanlar tarafından büyük bir hayranlıkla seyredilir. Ressam tebrik edilir. O resimler için sergiler açılır.
Hâlbuki esas seyredilecek, temâşâ edilecek ve hayran olunacak olan, Allah Rasûlü –sallâllâhu aleyhi ve sellem–’dir.
İnsanlar, Cenâb-ı Hakk’ın yarattığı hârika renk ve kokulara sahip çiçeklere hayrandır. Lâkin onlar bir müddet sonra solarlar, kururlar. Çünkü onlar en güzelin sadece birer remzidirler. Rasûlullah –sallâllâhu aleyhi ve sellem– Efendimiz ise; hiç solmayacak güzelliklerle, hârikulâde hasletlerle müzeyyen bir güzel ahlâk mecmûasıdır, fazîletler güldestesidir.
Cenâb-ı Hak, Habîbi’ni bize şöyle tarif eder:
وَاِنَّكَ لَعَلٰى خُلُقٍ عَظ۪يمٍ ٤
“Şüphesiz Sen yüce bir ahlâk üzeresin!” (el-Kalem, 4)
Elbette bu muazzam güzellik, sadece seyredilmek için değildir. Örnek alınmak, imtisâl edilmek, ittibâ edilmek içindir.
Rabbimiz bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurur:
“Andolsun ki, Rasûlullah; sizin için, Allâh’a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allâh’ı çok zikredenler için, güzel bir örnektir.” (el-Ahzâb, 21)
NÜMÛNE-İ İMTİSAL
İnsanda taklit temâyülü vardır.
Ehl-i dünya; meşhurların saçını, kıyafetini, davranışlarını ve sâir özelliklerini taklit eder. Farkına varsa da varmasa da, aslında birtakım örnekleri birebir kopyalayarak yaşar.
Ehl-i ukbâ ve ehl-i takvâ için de, Cenâb-ı Hak; Rasûl-i Ekrem –sallâllâhu aleyhi ve sellem– Efendimiz’i, en muazzam bir nümûne-i imtisâl olarak lutfeylemiştir.
Son nefesten sonra başlayacak ukbâ yolculuğunun her adımı nice tehlikelerle doludur. Nice zorlu geçitler, korku ve hüzün dolu bâdirelerle doludur. O tehlikelerden emin olabilmenin yolu, Cenâb-ı Hak ile dostlukta mesafe alabilmektir. Çünkü ancak Allah Teâlâ’ya dost olabilenler, korku ve hüzünden âzâde olabilecektir.
Öyleyse çok mühim sual şudur:
–Rabbimiz bizi nasıl sever?
İşte cevabı:
“(Rasûlüm!) De ki: Eğer Allâh’ı seviyorsanız bana tâbî olun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah Gafûr’dur, Rahîm’dir.” (Âl-i İmrân, 31)
“–Mahşer yerinde kim kimin yanında olacak? O sert ve abus günde kiminle beraber olacağız?” suâlinin cevabı da şu hadîs-i şerifte verilmiştir:
اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ أَحَبَّ
“Kişi sevdiği ile beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)
Allah Teâlâ’ya olan sevgimiz, bizi Rasûlullah Efendimiz –sallâllâhu aleyhi ve sellem–’e ittibâa sevk etmeli. Efendimiz’e olan sevgimiz de, her hâlimizde, O’nun en güzel örnekliğine uymamıza vesile olmalı. O’nun o en güzel sünnetleri ve âdâbı, bizim hayatımızı da güzelleştirmeli.
Bunun neticesi; mahşerde ve âhirette, Efendimiz’le beraber olabilme lutfuna mazhariyettir.
Eğer kalbimizdeki muhabbet; bu fiilî neticeyi hâsıl etmiyorsa, hâlimiz O’nun hâline bir nebze olsun benzemek yolunda değişmiyorsa, sevgimizde bir kusur var demektir. Sevgi; sözde kalıyor, öze aksetmiyor demektir.
Günümüzde aşk denilince, yanlış bir mânâ akla geliyor. Bedenin bedene muhabbeti, aşk değil şehvettir. Gerçek aşk ise rûhun rûha muhabbet duymasıdır. Bu ise insanı olgunlaştırır, ilâhî muhabbete basamak teşkil eder.
Gerçek muhabbetin hakikî tezâhürü şudur:
Samimî ve hakikî bir âşık; sevdiği uğrunda canını bile verse, yine de bir fedâkârlık yapabildiği hissini taşımaz. Tıpkı borcunu ödüyormuş gibi rahatlıkla bütün varlığını bezleder.
Sahâbe-i kiram, Rasûlullah Efendimiz’in muhabbetinden hisse aldıkça;
“–Yâ Rasûlâllah, emret! Canım, malım Sana fedâ olsun!” demeyi, canına minnet bilirlerdi.
Sahâbeyi Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına eriştiren; sözde değil, özde sahâbe olmalarıydı. Yani Allah Rasûlü’ne muhabbetlerini, O’nun sünnetine ittibâ ile taçlandırmalarıydı.
Sahâbe-i kiram, Peygamber Efendimiz –sallâllâhu aleyhi ve sellem–’in şahsında bir insanlık âbidesi gördüler. O’na hayran olarak, bütün hayatlarını O’na râm eylediler. O’nun bir arzusunu gerçekleştirmek, hayatlarının en büyük gayesi hâline geldi.
Ashâb-ı kiram; Rasûlullah –sallâllâhu aleyhi ve sellem– Efendimiz’in mükemmel vasıflarını, sîret ve sûret güzelliklerini zikretmeyi, gelecek nesillere aktarmayı da bir vazife bilirdi.
Ebû Kursâfe –radıyallâhu anh– şöyle naklediyor:
Ben, annem ve teyzem, Rasûlullah –sallâllâhu aleyhi ve sellem–’e bey‘at edip yanından ayrıldığımızda, annem ve teyzem bana şöyle dediler:
“–Yavrucuğum, bu Zât gibisini hiç görmedik! Yüzü O’ndan daha güzel, elbiseleri daha temiz ve sözü daha yumuşak başka birini bilmiyoruz. Sanki mübârek ağzından nur saçılıyordu.” (Heysemî, VIII, 279-280)
İnsanın sîmâsı, bir bakıma gönlünün tercümanıdır. Efendimiz –sallâllâhu aleyhi ve sellem–’in sîret güzelliği sûretine aksetmişti. Peygamberimiz’in sûret ve sîret güzelliğine, şu hâdise muhteşem bir şâhittir:
Yahudi âlimlerinden Abdullah bin Selâm; Allah Rasûlü –sallâllâhu aleyhi ve sellem– Medine’ye hicret edince merakla yanına varmış, vech-i mübâreklerine bakınca da;
“–Bu yüz asla yalan söylemez!” diyerek müslüman olmuştu. (Tirmizî, Kıyâme, 42/2485; Ahmed, V, 451)
Tabiî ki;
O müstesnâ güzelliği, kelimelerin kifâyetsiz imkânlarıyla ifade edebilmek de çok zordu. Hâlid bin Velid –radıyallâhu anh-; kendisine Efendimiz –sallâllâhu aleyhi ve sellem–’i anlatmasını isteyen bir kişiye, bunu asla yapamayacağını söylemiş, çok ısrar edince de şu cümleyi sarf etmiştir:
“Gönderilen, gönderenin kadrince olur. (Fahr-i Kâinât Efendimiz’i gönderen Allah’tır. Hakk’ın elçisinin güzelliğini, ona göre var hesap et!..)” (Münâvî, V, 92/6478)
Hazret-i Ali, ne güzel hulâsa etmiştir:
“O’nu anlatmak isteyen biri mutlaka şöyle söyler:
«–Ben, ne O’ndan önce ne de O’ndan sonra, O’nun bir benzerini asla görmedim!»” (Tirmizî, Menâkıb, 19)
Bizler de her vesile ile; Fahr-i Âlem –sallâllâhu aleyhi ve sellem– Efendimiz’in güzel hasletlerini okumalı, anlatmalı, evlâtlarımıza, gelecek nesillerimize ve insanlığa O’nu temâşâ ettirmeliyiz.
Velâdet Kandili vesilesiyle; koca bir ummandan, bir okyanustan bir bardak su misâli, O’nun sayısız güzel ahlâkından bir nebze zikredelim:
O’NUN HAŞYETİ
Peygamber Efendimiz, şahsî hayatında Allâh’a karşı haşyet içinde yaşardı. Peygamberlerin zirvesi olduğu hâlde, ismet sıfatına sahip ve geçmiş-gelecek günahları affedilmiş olduğu hâlde, Allâh’a kullukta çok titizdi, Allah sevgisi ve korkusuyla doluydu.
“–Şükreden bir kul olmayayım mı?” buyurarak, ayakları şişinceye kadar her gece kıyamda dururdu. (Buhârî, Tefsîru Sûre [48], 2) Bütün rükünleri uzun uzun edâ ettiği, huşû içinde kıldığı namazlarda, göğsünden kaynayan bir tencerenin sesine benzer sesler gelirdi. (Ebû Dâvûd, Salât, 156-157)
Gökte bir siyah bulut görse; Cenâb-ı Hakk’ın bir kahır tecellîsi olmasından endişe eder, ürperirdi. (Buhârî, Tefsîr, 46/2; Müslim, İstiskā, 16) Sükûtu tefekkür, kelâmı zikirdi. Dilinde dâimâ duâ ve ilticâ vardı.
O’NUN TEVÂZUU
O –sallâllâhu aleyhi ve sellem– Hakk’ın son elçisi. İnsanlığın zirvesi. Nebîlerin serdarı… Lâkin bütün bu hakikatleri ifade etmek zorunda kaldığında dahî, Peygamberimiz’in dudaklarından şu ifade dökülürdü:
لَا فَخْرَ
“Övünmek için söylemiyorum!” (Tirmizî, Menâkıb, 1)
Yirmi yıllık gayret ve cihâdın sonunda Mekke’yi fethettiğinde, oraya muzaffer bir kumandan edâsıyla girmedi. Bineğinin üzerinde âdetâ secde eder bir vaziyette girdi.
O’NUN MERHAMETİ
Âlemlere Rahmet olarak gönderilen O Rahmet Peygamberi’nin merhamet kanatları; sadece insanlığı değil, hayvanâtı ve nebâtâtı dahî himâye ederdi. Sahibinden kötü muamele gören develer, O’na gelir sığınırdı. Çünkü O –sallâllâhu aleyhi ve sellem–, bir ağacın şiddetle silkelenmesine dahî müsaade etmezdi.
Ümmetine ise merhameti bambaşkaydı. Şöyle buyurmuştu:
“Ben her mü’mine; mutlaka, dünya ve âhirette insanların en yakınıyım…
Hangi mü’min vefât eder de geride bir mal bırakırsa vârisleri onu alsınlar. Borç veya bakıma muhtaç birini bırakmışsa o da bana gelsin, ben onun mevlâsıyım (himâye ve yardım edicisiyim).” (Buhârî, Tefsîr, 33/1, Kefâlet, 5, Ferâiz, 4, 15, 25; Müslim, Ferâiz, 14)
Ashâbına da bu merhameti tâlim buyurdu.
Hazret-i Ömer; mes’ûliyet hissiyle dolaştığı Medine sokaklarında, sessiz feryatları işitir, muhtaçların evlerine sırtında erzak taşırdı.
Sâdât-ı kiramdan Zeynelâbidin Hazretleri de; gece sırtında çuval taşıyarak, fukarânın evlerine erzak götürürdü. Gizli tuttuğu bu hayrı, ancak na‘şı yıkanırken sırtında çuval taşımaktan nasırlaşmış izlerin görülmesiyle anlaşılabildi.
Peygamberimiz –sallâllâhu aleyhi ve sellem–; ümmetine öyle merhametliydi ki, muhtacın ihtiyacını çözmeden rahat edemezdi. Cerir bin Abdullah –radıyallâhu anh– şu kıssayı nakleder:
“Bir gün erken vakitlerde Rasûlullah –sallâllâhu aleyhi ve sellem–’in huzûrunda idik. O esnada Mudar Kabîlesi’nden perişan bir topluluk çıkageldi. Gelenlerin üzerinde basit bir aba vardı. Bu abayı delerek başlarından geçirmişlerdi. Fakat neredeyse çıplak vaziyetteydiler.
Onları bu derece fakir ve garip görünce Allah Rasûlü’nün yüzünün rengi değişti. Hemen evine girdi. Sonra da çıkıp Bilâl’e ezan okumasını emretti, o da okudu. Sonra Bilâl kāmet getirdi ve Efendimiz namaz kıldırdı. Akabinde bir hutbe îrâd ederek şu âyet-i kerîmeyi okudu:
«Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan, ondan zevcesini var eden ve ikisinden pek çok kadın ve erkek meydana getiren Rabbinize hürmetsizlikten sakının! Allah şüphesiz hepinizi görüp gözetmektedir.» (en-Nisâ, 1)
Sonra da şu âyeti okudu:
«Ey îmân edenler! Allah’tan korkun, herkes yarın için ne hazırladığına baksın!..» (el-Haşr, 18)
Daha sonra;
«–Her bir fert; altınından, gümüşünden, elbisesinden, bir ölçek bile olsa buğdayından, hurmasından sadaka versin. Hattâ (hiçbir imkânı olmayanlar da) yarım hurma bile olsa sadaka versin!» buyurdu.
Bunun üzerine ensardan bir adam; ağırlığından dolayı neredeyse kaldırmaktan âciz kaldığı, hattâ kaldıramadığı bir torba getirdi. Ahâlî birbiri peşine sökün edip sıraya girmişti. Sonunda yiyecek ve giyecekten iki yığın oluştuğunu gördüm.
Baktım ki Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in yüzü gülüyor, sanki altın gibi parlıyordu… (O sararan rengi tekrar pembeleşti.)” (Müslim, Zekât, 69)
Bu misalde Peygamberimiz –sallâllâhu aleyhi ve sellem–, açları doyurarak doyardı. Muhtaçları doyurmanın zevki, O’na açlığını unuttururdu.
Hazret-i Âişe Vâlidemiz’in şâhitliğiyle, buğday ekmeğiyle iki gün üst üste doymuş değildi. Bu vaziyet; her zaman fakirlikten, yokluktan değildi. Mübârek hâneye hediyeler gelirdi; Medine yıllarında ganîmetlerin beşte biri de, Efendimiz –sallâllâhu aleyhi ve sellem–’in uhdesine teslim edilirdi. Lâkin O, hepsini fukarâya ikrâm etmeden rahat edemezdi.
Çünkü O, rüzgârlardan daha cömertti:
O’NUN CÖMERTLİĞİ
Allah Rasûlü –sallâllâhu aleyhi ve sellem–’in kendisinden bir şey isteyeni boş çevirdiği görülmemişti. Kendisinden bir şey istendiği zaman; o an verecek hiçbir şeyi olmasa bile muhakkak bir imkânını bulur, infaktan geri kalmazdı. Nitekim bir gün muhtaç bir kimse, gelerek bir şeyler istedi. Allah Rasûlü;
“–Yanımda sana verebileceğim bir şey yok; git benim adıma satın al, mal geldiğinde öderim.” dedi. Bunu duyan Hazret-i Ömer –radıyallâhu anh-;
“–Yâ Rasûlâllah! Yanında varsa verirsin, yoksa Allah Sen’i gücünün yetmeyeceği şeyle mükellef kılmamıştır.” dedi.
Efendimiz, Hazret-i Ömer’in bu sözünden hoşnut olmadı. Ensardan biri;
“–Anam, babam Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah! Ver! Arş’ın Sahibi azaltır diye korkma!” dedi.
Bu sahâbînin sözleri Efendimiz’in hoşuna gitti. Tebessüm ederek;
“–Ben de bununla emrolundum.” buyurdu. (Heysemî, X, 242)
Sahâbe de O’na benzemeye çalıştı.
“Sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) infâk etmedikçe «birr»e, hayrın kemâline eremezsiniz. Her ne infâk ederseniz, Allah onu hakkıyla bilir.” (Âl-i İmrân, 92)
Bu âyet-i kerîmeyi ashâbın nasıl bir vecd ile yaşadığına dair bir hâtırayı Enes –radıyallâhu anh– şöyle anlatıyor:
Medine’de ensâr arasında en fazla hurmalığı bulunan, Ebû Talha –radıyallâhu anh– idi. Onun sevdiği malı da Mescid-i Nebevî’nin karşısındaki Beyruhâ ismindeki (600 ağaçlık) hurma bahçesiydi. Rasûlullah, zaman zaman bu bahçeye girer ve oradan tatlı su içerdi.
Bu âyet-i kerîme nâzil olunca; Ebû Talha –radıyallâhu anh-, Rasûlullah –sallâllâhu aleyhi ve sellem– Efendimiz’e gelerek şöyle dedi:
“–Yâ Rasûlâllah!.. Benim en sevdiğim malım, Beyruhâ isimli bahçedir. Onu Allah rızâsı için tasadduk ediyorum. Allah’tan onun sevâbını ve âhiret azığı olmasını dilerim…”
Bunun üzerine Efendimiz –sallâllâhu aleyhi ve sellem–;
“–Seni tebrik ederim! Kârlı mal dediğin, işte budur!..” buyurdu. (Bkz. Buhârî, Zekât, 44; Müslim, Zekât, 42, 43)
Peygamberimiz’in hiçbir imkânı olmasa; Cenâb-ı Hakk’ın emreylediği üzere, yine muhtacı çaresiz bırakmaz, ona «قَوْلًا مَيْسُورًا / gönül alıcı bir söz» söyleyerek tesellî ederdi. (Bkz. el-İsrâ, 28)
Peygamberimiz; çileler çemberinden geçtiği hâlde, dâimâ sîmâsında tebessüm olurdu.
O’NUN ALÂKA ve İHTİMAMI
“Rasûlullah –sallâllâhu aleyhi ve sellem–; din kardeşlerinden birini üç gün göremezse, onu sorardı. Uzaktaysa onun için duâ eder, evindeyse ziyaret eder, hasta ise şifâ dilemeye giderdi.” (Heysemî, II, 295)
Gazvelerde, gidiş yolunda en ileride giderek herkese cesaret aşılar; dönüşte ise, yaralı ve mahzunlarla alâkadar olmak için geriden gelirdi.
Bilhassa Suffe ashâbına ihtimamı bambaşkaydı.
•Tebük’ün tek şehîdi Abdullah Zü’l-bicâdeyn’i kabre bizzat indirmişti.
•Cemaate âşık bir köleyi hastalandığında ziyaret etmiş, vefât ettiğinde onun cenâzesine iştirâk etmişti.
•Abdullah İbn-i Mes‘ûd’a Kur’ân okumasını söylemiş, ondan gözyaşlarıyla Kur’ân dinlemişti.
•Muaz bin Cebel’i terkisine bindirmiş, nasihatler vermişti.
•Bir sefer dönüşü Câbir’in maddî ve ailevî sıkıntılarını dinlemiş; ihtiyaçlarını karşılamak için, cömert fakat incitmeyen bir çare bulmuştu. Devesini satın almış, parasını verdikten sonra deveyi de hediye etmişti.
•Evlendirdiği, meslek öğrettiği, yardım ve nasihat edip derdini çözdüğü sayısız sahâbesi vardı.
O’NUN NEZÂKET ve ZARÂFETİ
Efendimiz –sallâllâhu aleyhi ve sellem–, nezâkette de müstesnâ bir zirve idi. Muhataplarının hatasını onlara yakıştıramadığını hissettirmek gayesiyle;
“–Bana ne oluyor ki sizleri böyle görüyorum.” buyurur, zarif bir üslûp ile onları îkāz ederlerdi. (Buhârî, Menâkıb, 25, Eymân, 3)
Efendimiz –sallâllâhu aleyhi ve sellem–’in lisânı berrak akan, tatlı bir pınar gibiydi. O; insanlığın gönül toprağına, can suyu olabilmenin gayretindeydi.
Zarâfetinin bir nişânesi olarak; bir hâdiseye, bir davranışa üzüldüğü sîmâsından belli olurdu. Sahâbe derhâl, o yanlışı düzeltirdi.
Mescidde bir tükürük görünce böyle olmuş; mübârek sîmâsının değiştiğini görünce, bir sahâbî hemen tükürüğü bertaraf etmişti. (Bkz. Müslim, Mesâcid, 53) Efendimiz; câhiliyye insanına, nezâfeti en güzel nezâketle tâlim buyuruyordu.
O’NUN AFFEDİCİLİĞİ
Fahr-i Kâinat –sallâllâhu aleyhi ve sellem– Efendimiz, şahsına yapılan hiçbir kötülüğe mukabelede bulunmadı. Dâimâ affetti, kötülüklerin üzerine hep bir şal atıverdi.
Mübârek kızı Zeyneb Vâlidemiz’in vefâtına sebebiyet veren Hebbâr bin Esved’i dahî, karşısına kelime-i şahâdet okuyarak çıkınca affediverdi.
Mekke fethinde; o günün «melhame günü / kan dökülecek bir gün» değil, «merhamet günü» olması için, birçok tedbirler aldı. Yılların birikmiş zulümlerine karşı kısas yapma fırsatı eline geçmişken, Mekkelilere şöyle hitâb etti:
“–Ey Kureyş topluluğu! Şimdi benim, sizin hakkınızda ne yapacağımı sanırsınız?”
Kureyşliler;
“–Biz Sen’in hayır ve iyilik yapacağını umarak; «Hayır yapacaksın!» deriz. Sen, kerem ve iyilik sahibi bir kardeşsin! Kerem ve iyilik sahibi bir kardeş oğlusun!..” dediler.
Bunun üzerine Hazret-i Peygamber –sallâllâhu aleyhi ve sellem– şöyle buyurdu:
“–Ben de Hazret-i Yûsuf’un kardeşlerine dediği gibi derim:
«…Size bugün (eski yaptıklarınız sebebiyle) hiçbir başa kakma ve ayıplama yok! Allah sizi affetsin! Şüphesiz O, merhametlilerin en merhametlisidir.» (Yûsuf, 92)
Haydi gidiniz, artık serbestsiniz!” (Bkz. İbn-i Hişâm, IV, 32; Vâkıdî, II, 835; İbn-i Sa‘d, II, 142-143)
O’nun bu sonsuz af ve merhameti, hakkı ve adâleti tevzî etmesine asla mânî olmazdı.
O’NUN ADÂLETİ
Şahsı için hiç kızmayan Peygamber Efendimiz, bir hakkın çiğnenmesi hâlinde celâllenirdi. Alnında bir damar kabarır ve kızarırdı.
Liyâkat ve ehliyete çok riâyet eder, emânetleri mutlaka ehline tevdî ederdi. En sevdiği, en yakını olan kimseler de hata yaparlarsa, onları kayırmaz, adâleti temin ederdi.
Soylu bir kadının suçuna ceza verilmemesi için aracılık eden en sevgili ashâbı Üsâme’yi ciddiyetle îkāz etmiş ve;
“Kızım Fâtıma suç işlese cezalandırırdım!” diyerek, hakkı muhafaza buyurmuştu. (Buhârî, Enbiyâ, 54; Müslim, Hudûd, 8, 9)
O’NUN GAYRETİ
Fahr-i Kâinât Efendimiz’in gönlünde, insanlığı hidâyete kavuşturmak vardı. Ümmetini takvâya eriştirmek ve böylece onları ateşten kurtarmak vardı. Bunun için gece-gündüz gayret hâlindeydi. Bu vazifesine ara verdiği, bir tatil yaptığı görülmemişti.
Mekke devrinde; tebliğ vazifesini çok büyük zorluklar, meşakkatler çekerek yerine getirdi. Alay, hakaret, iftira ve taşlamaya varan hücumlara rağmen, asla bezginlik göstermedi. Üzerine deve işkembeleri atıldı, asla şikâyet etmedi.
Tâif’te bedbahtlar, onu taş yağmuruna tuttular. Mübârek ayakları kan içinde kaldı. Yine de bir köşede şöyle niyâz etti:
“…Ey merhametlilerin en merhametlisi! Eğer bana karşı gazaplı değilsen, çektiğim mihnet ve belâlara aldırmam!
İlâhî! Sen kavmime hidâyet ver; onlar bilmiyorlar.
İlâhî! Sen râzı oluncaya kadar, işte affını diliyorum…” (İbn-i Hişâm, II, 29-30; Heysemî, VI, 35; Buhârî, Bed’ü’l-Halk, 7)
Bilhassa vazifesini, kendisinin ulaşamadığı yerlerde de ve kendisinden sonra da deruhte edebilecek tebliğcileri yetiştirmek üzere, Ashâb-ı Suffa’ya çok ihtimam gösterirdi.
Enes –radıyallâhu anh-’ın anlattığına göre, Ebû Talha –radıyallâhu anh– bir gün Efendimiz’in yanına varmıştı. Rasûlullah –sallâllâhu aleyhi ve sellem– Efendimiz’in ayakta, Ashâb-ı Suffa’ya Kur’ân öğrettiğini gördü. Allah Rasûlü –sallâllâhu aleyhi ve sellem– açlıktan iki büklüm olan belini doğrultmak için, karnına taş bağlamıştı. (Ebû Nuaym, Hilye, I, 342)
O’NUN SEVİLEN EĞİTİMCİLİĞİ
Peygamberler, insan terbiyecileridir. Fahr-i Kâinât Efendimiz, bu aziz mesleğin zirvesidir. O; ashâbını hilmle, sabırla, muhabbetle eğitti.
On yaşından itibaren 10 sene Peygamberimiz’e hizmet eden, Enes bin Mâlik –radıyallâhu anh-; bereketli ömrünün sonuna kadar O’nu görüyormuşçasına, hadîs-i şeriflerini talebelerine nakletti. O diyor ki:
“Efendimiz’in vefâtından sonra, içinde O’nu görmediğim hiçbir rüyam olmadı…” (İbn-i Sa‘d, VII, 20)
Nasıl bir muhabbet râbıtası!..
Sahâbe-i kiram; Peygamberimiz’i öyle sevdi ki, O vefât edince ne yapacaklarını şaşırdılar.
Abdullah bin Zeyd –radıyallâhu anh-; “Onu göremeyecek gözleri ne yapayım!” dedi, o an âmâ oldu.
Bilâl-i Habeşî –radıyallâhu anh–; mihrapta O’nu göremeyince hıçkırıklara gark olduğu için, o güzel ezânını okuyamaz oldu.
Hâlid bin Velid –radıyallâhu anh–; sarığının içinde, Peygamber Efendimiz’in mübârek saçlarını taşıyor ve bütün zaferlerin o bereketle nasîb olduğunu söylüyordu.
Bilhassa zamanımızda, Efendimiz –sallâllâhu aleyhi ve sellem–’in tebliğ ve eğitimcilik yönünü çok iyi idrâk etmemiz ve yaşatmaya gayret etmemiz lâzımdır. Bu, Rasûlullah Efendimiz’e olan sevgimizin alâmet-i fârikasıdır.
O’NUN ÂHİRET TELKİNİ
Fahr-i Cihan Efendimiz –sallâllâhu aleyhi ve sellem–; ashâbına, Hendek Harbi’nin en zor günlerinde de, Mekke Fethi’nin en sevinçli günlerinde de şu telkinde bulunuyordu:
اَللّٰهُمَّ لَا عَيْشَ إِلّٰا عَيْشُ الْآخِرَةِ
“Yâ Rabbî; esas hayat, âhiret hayatıdır.” (Buhârî, Rikāk, 1)
Yani Fahr-i Âlem –sallâllâhu aleyhi ve sellem– Efendimiz; ashâbını dâimâ âhireti tefekkür etmeye, ona hazırlanmaya teşvik ediyordu. Yeniden dirilişi şöyle misallendirmişti:
Ebû Rezin el-Ukaylî –radıyallâhu anh– naklediyor:
Bir gün;
“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Allah Teâlâ, mahlûkātı yeniden nasıl diriltir? Bunun dünyadaki misâli nedir?” diye sordum.
Fahr-i Kâinat –sallâllâhu aleyhi ve sellem– Efendimiz;
“–Sen hiç, kavminin yaşadığı vadiden kurak mevsimde geçmedin mi? Sonra bir kere de her tarafın yemyeşil olduğu bahar mevsiminde oraya uğramadın mı?” buyurdular.
Ben:
“–Elbette!” deyince, Allah Rasûlü –sallâllâhu aleyhi ve sellem–;
“–İşte bu, Allâh’ın yeniden yaratmasına delildir. Allah, ölüleri de böyle diriltecektir!” buyurdular. (Ahmed, IV, 11)
Cenâb-ı Hak da Yâsîn-i şerîfin sonlarında şöyle buyurmuştur:
“İnsan görmez mi ki, Biz onu bir nutfeden yarattık. Bir de bakıyorsun ki, apaçık düşman kesilmiş. Kendi yaratılışını unutarak Biz’e karşı misal getirmeye kalkışıyor ve;
«–Şu çürümüş kemikleri kim diriltecek?» diyor.
De ki:
«–Onları ilk defa yaratmış olan diriltecek. Çünkü O, her türlü yaratmayı gayet iyi bilir.»” (Yâsîn, 77-79)
Zira zor olan ilk yaratıştır. İlk defa yaratanın, yeniden yaratmaya güç yetireceğinden asla şüphe edilmez!..
Peygamberimiz –sallâllâhu aleyhi ve sellem–, Vedâ Hutbesi’nde ashâbını ve bütün ümmetini âhiret husûsunda şöyle îkāz etti:
“Haberiniz olsun ki ben, önceden gidip Havz’ın başında sizi bekleyeceğim. Diğer ümmetlere karşı sizin çokluğunuzla sevineceğim.
Sakın (günah işleyerek) mahşer gününde yüzümü kara çıkarmayın! (Beni mahcup etmeyin!)” (İbn-i Mâce, Menâsik, 76)
Yani Rasûlullah –sallâllâhu aleyhi ve sellem– Efendimiz, ümmetinin takvâ sahibi olmasını ve takvâda da önder olmasını istiyordu.
Takvâ ise;
•Nefsânî arzuları bertaraf etme,
•Rûhânî istîdatları inkişâf ettirme ve
•İlâhî kameralar altında olunduğunun kalpte şuur ve idrak hâline gelmesidir.
Ehemmiyetine binâen Kur’ân-ı Kerim’de «takvâ» kelimesi muhtelif kalıplarda yaklaşık 258 defa tekrarlanmaktadır. Cenâb-ı Hak, mü’minlere ne güzel bir gaye bildiriyor:
وَاتَّقُوا اللّٰهَ وَيُعَلِّمُكُمُ اللّٰهُ
“…Siz Allah’tan korkun (takvâ üzere olun) Allah size (bilmediğiniz nice sır ve hikmetleri) öğretir…” (el-Bakara, 282)
Üsve-i hasene olan Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in muhteşem ahlâkından, birkaç katre zikredebildik.
Rabbimiz, Habîb-i Kibriyâ Efendimiz –sallâllâhu aleyhi ve sellem–’in muhteşem ahlâkından bir nasîb alabilmemizi müyesser eylesin.
Havz-ı Kevser başında, Livâü’l-Hamd altında, O mübârek çehresini mahcup etmeden huzûruna gelebilen birer ümmeti olabilmemizi lutfeylesin. Âmîn!..