UNUTULAN HAKİKATLER ve KIYMETLER
Osman Nûri TOPBAŞ
EHEMMİYETSİZ DEĞİL!
Ahmed bin Hanbel –rahmetullâhi aleyh-’in Zühd kitabında rivâyet ettiğine göre; Cenâb-ı Hak, benî İsrail peygamberlerinden birine şöyle vahyetti:
“Kavmine söyle:
•Düşmanlarımın yediklerini yemesinler,
•İçtiklerini içmesinler,
•Onların şekline (görünüşüne, kılık kıyafetine) girmesinler!
(Şayet bunları yaparlarsa) onlar gibi düşmanım olurlar!” (Ahmed, Zühd, s. 85)
Bu rivâyetin bir şekli de şöyledir:
Mâlik bin Dînar –rahmetullâhi aleyh- anlatır:
“Allah, peygamberlerinden bir peygambere şöyle vahyetti:
“Kavmine söyle:
•Düşmanlarımın girdikleri yerlere girmesinler,
•Yediklerini yemesinler,
•Giydiklerini giymesinler,
•Onlara uymasınlar!
(Eğer bunları yaparlarsa) onlar gibi düşmanım olurlar!” (Ebû Nuaym, Hilye, II, 371)
Risâleti boyunca, müşriklere ve ehl-i kitâba muhalefet eden ve etmemizi emreden Rasûlullah –sallâllâhu aleyhi ve sellem– Efendimiz, özlü beyânıyla bu hakikati şöyle dile getirmiştir:
“Herhangi bir topluluğa benzemeye çalışan, onlardandır.” (Ebû Dâvûd, Libâs, 4/4031)
Hazret-i Ömer, Azerbaycan ve Dağıstan’a gönderdiği ordularına şöyle seslenmişti:
“‒Aman sakın siz;
•Putperestlerin giyindiği gibi giyinmeyin!
•Putperestlerin yediğinden yemeyin!
Orada İslâm şahsiyetini muhafaza edin.”
Çünkü şekilde benzeyenler; zamanla duygularda, fikirlerde ve inançlarda da fire verirler. Nitekim Abdullah İbn-i Mes‘ûd –radıyallâhu anh– şöyle buyurmuştur:
“Elbiseler elbiselere benzeyince, kalpler de kalplere benzemeye başlar.” (Vekî, Zühd, s. 597)
Demek ki;
Bir mü’min, kimlerle ünsiyet edeceğini gayet iyi bilmelidir. Yeme-içme, kıyafet gibi günlük hayata ait fiil ve davranışlarda dahî, gayr-i müslimlere benzemenin, onlarla bir tavır ve şekil birliği içine girmenin tehlikesini görmeli, bunları ehemmiyetsiz zannetmemelidir.
Cenâb-ı Hak; Fetih Sûresi’nin âhirinde, sahâbe-i kirâmı;
اَشِدَّٓاءُ عَلَى الْكُفَّارِ
“İnkârcılara karşı tavizsiz” oldukları için medh ü senâ etmektedir. «Küffâra karşı şedit» olmak, îmânın alâmetlerinden biridir.
Yine Rabbimiz bütün mü’minlere, huzûr-ı ilâhîde kıyâma durdukları her rekâtta şöyle niyâz etmelerini ferman buyurmaktadır:
غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّٓالّ۪ينَ
“Gazabına uğrayanların ve dalâlete düşenlerin yoluna bizi sevk etme! (Onların hâlinden bizi muhafaza eyle!..)” (el-Fâtiha, 7)
Bir başka ilâhî tâlimatta da şöyle buyurulur:
وَاِمَّا يَنْزَغَنَّكَ مِنَ الشَّيْطَانِ نَزْغٌ فَاسْتَعِذْ بِاللّٰهِۜ اِنَّهُ هُوَ السَّم۪يعُ الْعَل۪يمُ ٣٦
“Eğer şeytandan gelen bir vesvese seni tahrik edecek olursa hemen Allâh’a sığın. Çünkü O; hakkıyla işiten, kemâliyle bilendir.” (Fussilet, 36)
Bugün moda, reklâm, akım vs. adı altında telkin edilen şeytânî ve nefsânî vesveselere karşı; Allâh’a ilticâ etmeli, Peygamberimiz’in sünnet-i seniyyesine ve âdâbına sarılmalıyız.
MÜSLÜMANIN HAYAT TARZI
Yegâne hak din olan, Cenâb-ı Hak tarafından mükemmel kılınmış ve tahriften muhafaza buyurulmuş İslâmiyet; mü’minin hayatının her köşesini, her safhasını tanzim etmiş ve böylece mensuplarının örf-âdet, alışkanlık cinsinden dahî, gayr-i müslimlerin yanlışlarına düşmesine müsaade etmemiştir.
Dolayısıyla;
Bir mü’minin hayatı, farzları edâ, haram ve şüphelilerden içtinâb, sünnet-i seniyyeye ve İslâm âdâbına ittibâ ile baştan ayağa en güzel şekilde tanzim edilmiştir.
Lâkin, müslümanların İslâmî karakteri sergileme ve kendinden olmayana benzememe şuurunda zaaf ve gevşeklik göstermeye başladığı son asırlarda; gayr-i müslimlerin hayat tarzları -âdetler, modalar ve reklâmlar hâlinde- müslüman beldelerine sızmaya başladı.
Bunda maalesef, Tanzîmat devrinde askerî ve idârî sahada gösterilen zaafları; memurlara, bol şalvar tarzı kıyafetleri çıkarıp, dar pantolon giydirmekle çözeceğini zanneden gafil idarecilerin zihniyeti de çok müessir oldu. Batıya hayranlıkla, evlere piyanolar ve gayr-i müslim mürebbiyeler girdi. Fransızca öğrenip konuşmak ve alafranga âdetlere bürünmek, o devrin önde gelenlerinin maalesef ruh dünyalarını özlerine yabancılaştırdı.
Günümüze yaklaştıkça; gazete, radyo, televizyon ve sonunda internet ve sosyal medya, o yabancı taklitçiliğini, halkın içine ve her bir aile yuvasına kadar soktu.
Bizler; dînimizin esaslarını, bin yıldır İslâm’ı en güzel şekilde temsil eden ecdâdımızın kültürünü, örf ve an‘anelerini bilmeli, yaşatmalı ve muhafaza etmeliyiz.
Madde madde unutulan hakikatlerimizi ve kaybetmeye başladığımız değerleri hatırlayalım ve hatırlatalım:
KILIK KIYAFET ve TIRAŞ
Mü’minin kılık-kıyafet ve tıraşı, İslâm şahsiyetini yansıtır. Tertemiz ve nezihtir. Kıyafetleri temiz, bol ve mütevâzıdır.
Erkekler, kadınlara mahsus, kadınlar da erkeklere mahsus kıyafetleri giymezler. Çünkü karşı cinse benzemeye çalışanlar, hadîs-i şerîfin beyânıyla mel‘un yani ilâhî rahmetten uzak olurlar.
Kadının neredeyse bütün bedeni ziynet olduğu için, onun kıyafeti İslâm’ın tesettür esaslarına tam riâyetkâr olmalıdır. Dış dünyaya çıkan bir hanım; vücudunu örten iç elbiselerin üstüne, âyette cilbâb olarak emredilen bir de dış kıyafet (ferâce, bol manto veya çarşaf) giyinmelidir.
Bugün maalesef hanımların tesettüründe de fire verilir oldu. Mestûre hanımların da pantolon giymesi moda oldu! Üstelik bu pantolonlar, bol şalvarlar gibi değil, vücut hatlarını belli ediyor ve erkeklerinkine benziyor.
Müslüman hanımefendi, kıyafetini tesettürün rûhuna uygun şekilde giyinmelidir. Tesettür; sâliha bir hanımın, ziynetini dış dünyaya şifreli hâle getirmesi demektir. Tesettürmüş gibi görünüp, çeşitli hilelerle, ziyneti deşifre etmeye çalışan kıyafet; artık İslâmî olmaktan çıkar.
TIRAŞLAR
Erkeklerin saç tıraşı husûsunda da, Efendimiz –sallâllâhu aleyhi ve sellem–’in ölçüleri şöyledir:
Abdullah İbn-i Ömer –radıyallâhu anhümâ– buyurur:
“Rasûlullah –sallâllâhu aleyhi ve sellem– başın bir kısmının tıraş edilip bir kısmının bırakılmasını yasakladı.” (Buhârî, Libâs, 72; Müslim, Libâs, 72, 113)
Peygamber Efendimiz, ashâbından tıraşını uygun bulmadığı bir şahıs hakkında, şu îkazda bulunmuştur:
“–Hüreym el-Üseydî ne iyi adamdır! Keşke zülüfleri ile elbisesinin eteklerini uzatmasaydı!”
Bu söz Hüreym’e ulaşınca, hemen saçını da elbisesini de kısalttı. (Ebû Dâvûd, Libâs, 25)
Kibir ve böbürlenme maksatlı olarak, saç-sakal bakımıyla aşırı bir şekilde uğraşmaktan da Efendimiz –sallâllâhu aleyhi ve sellem– nehyetmiştir. Bir sahâbî anlatır:
“Peygamber –sallâllâhu aleyhi ve sellem– bizden birinin her gün (aşırı bir şekilde) taranmasını yasakladı.” (Ebû Dâvûd, Tahâret, 15)
Zamanımızda, bazı kardeşlerimizin; aşırı uzun, hattâ topuz hâle getirilmiş, toka takılmış derecede saçlarını uzattığını görüyoruz. Avrupa’dan gelen taklidî bir anlayış; ressam, müzisyen gibi güya sanatçıların, toplumdan farklı görünmek için saçlarını uzatmasıdır.
Bu kardeşlerimizin, Peygamberimiz –sallâllâhu aleyhi ve sellem–’in mübârek saçlarının zaman zaman kulak memesine kadar uzamış olduğunu ifade eden rivâyetleri dile getirerek, yaptıklarını bir de sünnet gibi tarif etmeleri, yukarıdan beri dile getirdiğimiz hakikatlere ne derece uyabilir? O kardeşlerimiz; Peygamberimiz –sallâllâhu aleyhi ve sellem–’in ve O’na ittibâ edenlerin, dâimâ sarık, takke ve benzerleriyle başlarını örttüğünü bilmiyorlar mı? Zamanımızda uzatılan saç şekli ve modaları ile, -hâşâ- o devir insanının saçı aynı mıdır?
Burada şu hakikati unutmamalıdır:
Bilhassa kılık-kıyafet meselesinde, esas olan;
•Müslüman cemaatin umûmu gibi davranmak,
•Şöhret libâsı denilen, aykırı ve nefsi bir miktar palazlandıran hareketlerden uzak durmak ve bilhassa,
•Ehl-i dünyaya, ehl-i fıska ve ehl-i küfre muhalefet etmektir.
Boşnak lider ve mütefekkir Aliya İzzetbegoviç’in dediği gibi;
“Harp, düşmana benzemekle kaybedilir.”
Tıraş ve kıyafet husûsunda evlâtları da, yanlış davranışlara alıştırmamak lâzımdır. Çünkü bunlar tiryakilik oluşturur ve büyüyünce de devam edebilir. Vazgeçirmek zorlaşır.
İHTİLÂT
Erkek ve kadın arasında, tabiattan gelen bir cezb-incizâb vardır. Bundan dolayı, İslâm;
•Kadına dışarı çıktığında tesettürü emretmiş,
•Birbirlerine nâ-mahrem olan (yani yakın akraba olmayan) erkek ve kadınların birbirleriyle yalnız kalmalarını ve
•Lâubâlî ortamlarda ve ihtilât içinde, birbirlerine karışmalarını yasaklamış, men etmiştir.
Maalesef, bilhassa son yıllarda, müslümanlar arasında; sanki İslâm’ın böyle bir emri yokmuş gibi davranışlar çoğalmıştır. Bilhassa;
KAFELERDE
Maalesef bugün gençliğin kafelerde ömür tükettiğini görüyor ve duyuyoruz. Başta bu mekânların birer kitap okuma, ders çalışma yeri olacağı söylenmişti. Lâkin bunun bir paravan olduğu anlaşıldı. Netice hiç öyle olmadı.
Kafeler;
•Nargile ve benzeri kötü alışkanlıkların yayıldığı,
•Kız-erkek ihtilâtının normalleştirildiği,
•Kıymetli vakitlerin ziyân edildiği,
•Mâlâyânî, miskinlik ve tembellik vasatları,
•Dedikodu, gıybet ve nemîme mekânları oldu.
Evlâtlarımızı, bâtıla meylettiren menfî mekânların her türlüsünden muhafaza etmeliyiz.
Rabbimiz; Mü’minûn Sûresi’nin başında, felâha kavuşan mü’minlerin vasıflarını sayarken, huşûlu bir namazdan sonra şöyle buyuruyor:
“Onlar boş ve faydasız şeylerden yüz çevirirler, uzak dururlar.” (el–Mü’minûn, 3)
Eskiden; yaşlıların, emeklilerin, işsiz-güçsüz erkeklerin gittiği kahvehânelerden dahî şikâyet edilir, memleketin böyle tembelhânelerle dolmasına teessüf edilirdi.
Günümüzdeki kafeler ise; zinde gençlerin, hem de kadın-erkek karışık bir vaziyette ömür tükettikleri, ahlâklarını ifsâd ettikleri mekânlara döndü.
İhtilât mevzuuna İslâm’ın ilk asrında nasıl bakıldığına bir misal verelim:
Hazret-i Ömer; kadın-erkek aynı yerde abdest aldıklarını görünce derhâl müdahale etti, karışıklığa müsaade etmedi ve;
“–Ey filân! Ben sana erkekler için bir havuz, kadınlar için de bir havuz ayırmanı emretmemiş miydim?” diye mes’ulleri azarladı. (Bkz. Abdürrezzâk, Musannef, I, 75)
MESLEK SEÇİMİ
Gençliğin; kafelerde tembellik etmesinin bir sebebi de, meslek beğenmemek problemidir.
Zamanımızda hemen herkes, yüksek tahsil yapıp, masabaşı tabir edilen bir meslek sahibi olmak istiyor. Hâlbuki toplum hayatında her çeşit meslek sahibine ihtiyaç vardır. İş sahipleri birçok sahada eleman bulamadıklarından şikâyet ediyorlar. İmam-hatip arkadaşlarımdan, yüksek tahsil yaparken, harçlığını çıkarmak için yaz mevsimlerinde hamallık yapanlar bile vardı.
Ahmed Yesevî Hazretleri der ki:
“Kitabına eğilmiş çocuk, aşını pişiren kadın, tarlasını süren çiftçi, tezgâhtaki sanatkâr fenalık düşünmeye vakit bulamaz.”
Tâlip olunan meslekler mahdut olunca, işsiz güçsüz kalan gençler de, âtıl bir şekilde bir köşede oyalanmaktan başka bir şey bilmiyor.
Hâlbuki gençliğin durumu, bir milletin istikbâlini gösterir:
Eğer gençlik;
•Hayırlı faaliyetlerle, iki dünyasına faydalı işlerle meşgul oluyorsa; o milletin istikbâli parlaktır.
•Âtıl kalıyorsa, menfî alışkanlıklara, bozuk davranışlara yöneliyorsa; o milletin istikbâli fecaattir.
Gençlik iş beğenmeyip çalışamayınca, evlilikler gecikiyor. Evlenmeyen, evlenemeyen ama ihtilâttan da kaçınmayan bir neslin hangi tehlikeler içinde bulunduğunu söylemeye bile gerek yoktur!..
Unutulan kıymetler ve kaybedilen hassâsiyetler bahsinde mühim bir nokta da:
DÜĞÜNLER
Hadîs-i şerifte buyurulur:
“Ne kötü bir düğündür ki oraya varlıklılar, imkânlılar çağırılır; garipler, yalnızlar, kimsesizler çağırılmaz.” (Buhârî, Nikâh, 72)
Fakir-fukarânın çağırılmadığı, sadece elit tabakanın davet edildiği; lüks mekânlarda, gövde gösterisine, israf ve debdebe yarışına dönüşen düğünler, bir müslümana yakışmaz.
Peygamberimiz –sallâllâhu aleyhi ve sellem–; velîme / düğün yemeği verilmesini tavsiye etmiş, lâkin, hayırlı bir nikâhın, külfeti az olan bir merasim olduğuna dikkat çekmiştir.
Bazı kardeşlerimizin, düğünlerde giriştikleri debdebeyi;
“–Efendim protokol gelecek!” diye müdafaa ettiklerini işitiyoruz. Sormalı:
“–Allah ve Rasûlü’nün istemediği hâlleri isteyen, bunları şart koşan bir protokol mü gelecek?”
Hayır! Nefse bahane aramamak lâzım. Protokol denilen kişiler de, halkın içinden çıkmıştır, halkın güzel âdetlerini benimser, onlara hürmet ederler.
Yukarıda dikkat çektiğimiz ihtilât problemi, maalesef düğünlerde de yer yer yaşanmaya başladı. Hâlbuki müslümanlar, düğünlerini kadın ve erkek ayrı icrâ ederlerdi.
Aile yuvasının başlangıcı; duâlarla, ikramlarla, sohbetlerle ve güzel ilâhîlerle mâneviyat ve rûhâniyet içinde olursa, devamında da huzur, saâdet ve bereket olur.
Mahremiyetlerin çiğnendiği, âdetâ defileye döndürülen; ihtilâtlar, karışıklıklar, nefsânî müzik ve eğlencelerle başlayan bir aile yuvası, -Allah korusun- baştan çürük bir temel üzerine inşâ edilmiş bir bina gibi olur.
İslâmî hassâsiyetin gösterildiği bir düğüne;
•Sınıf farkı olmaksızın; eş, dost, komşu ve akraba davet edilmelidir.
•Bilhassa ağzı duâlı garipler ihmâl edilmemeli, onlar bizzat getirilmelidir.
•Yenilip içilenler, israf ve gereksiz bir mübâlâğa içinde olmamalı, gönülden bir ikrâm olmalıdır.
•Başka zamanlarda içki içilen, ehl-i fıskın dolaştığı bir mekân asla düğün için tutulmamalıdır.
•İhtilâttan kaçınılmalı, şer‘î hudutlara dikkat edilmeli, kadın ve erkeklerin mekânları ayrı tutulmalıdır.
•Düğünlerde elbette sevinç ve neşe olacaktır. Lâkin «bize yaraşır» tarzda olmalıdır.
Düğünlerimiz gibi, örfümüzde bozulma sinyali veren bir başka saha:
BAYRAMLAR ve SÂİR GÜNLER
İnsan içtimâî bir varlıktır. Dînimiz de içtimâî hayata büyük ehemmiyet vermiştir. Anne-babaya ihsan ve hürmeti, sıla-i rahimi, yani akraba ile irtibatta bulunmayı, komşunun hakkını gözetmeyi emretmiştir.
Bütün bu içtimâî bağların; ziyaretler, ikramlar ve hediyeleşmelerle en güzel şekilde tazeleneceği günler, bayram günleridir.
Lâkin maalesef, son yıllarda bayram günleri, tatile gitme zamanı olarak görülür oldu. Bayram tarihlerinde; tatil beldelerinde oteller doluyor, trafik keşmekeşi ve kazaları yaşanıyor. Âdetâ bu insanlar, evlerinden, akrabalarından, komşularından, misafirlerinden kaçıyor. Ziyaret vazifelerini ihmâl etmiş oluyor.
Seyahatler yapılacaksa, bayram günlerinin dışında kalan 358 günde gidilmelidir. Fakat bayram günleri, içtimâîleşme vazifelerinden koparılmamalıdır.
«Dinlenmeye ihtiyacımız oluyor.» diye bu yanlışlığı savunanlara hatırlatalım ki; dinlenmeye diye gidilen bu yolculuklardan insanlar, ekseriyâ daha yorgun şekilde döner ve hayata yeniden alışmakta zorluk çekerler.
Hâlbuki, eş-dost ve akraba ile samimî bir neşe içinde kıymetlendirilen bayramlar, rûha ve gönle ferahlık verir.
Tatil diye gidilen mekânların, İslâmî ölçülere uygunluğu ise, çok mühim bir başka bahistir. Düğün diye, tatil diye, İslâmî hassâsiyetler rafa kaldırılmamalı, dînimizin kaideleri, Rabbimiz’in emirleri hayatın her safhasında tatbik edilmelidir.
Bizim anne-babamıza, akrabalarımıza karşı vazifelerimiz, bayram günleriyle de sınırlı değildir.
Batı dünyası ise; aileyi yıkıcı birçok bozuk faaliyete imza atarken, bir yandan da güya bir telâfî olsun diye, aslında tüketime bahane olması için, anneler günü, babalar günü, doğum günü, sevgililer günü gibi günler uydurmuştur.
Bütün sene annesini ihmâl eden bir evlât; yılda sadece bir gün, bir hediye alıp annesine gidecek, onunla bir resim çekinip internete yükleyecek, böylece hayırlı evlât olacak!
Bizim böyle âdetlere de aldanmamamız lâzımdır. Bir mü’min; annesine, her zaman hürmet eder, ziyaret eder, telefon açar, her zaman ikramda bulunur, her namazında duâ eder.
Biz, Rasûlullah Efendimiz’den başkasının doğum gününü kutlamayız. Doğum günü; pastalarla, mumlarla eğlenilecek değil, ömür takviminden bir senenin daha düştüğü tefekkürüne vesile olacak bir gündür.
Sevgililer günü ise; hıristiyan dünyasında uydurulmuş, tamamen ahlâksızlığın terviç edildiği bir gündür.
Mevlânâ Hazretleri’nin îkaz buyurduğu gibi; şehveti, muhabbet ile karıştırmamak lâzımdır. Bir müslüman asla böyle tuzaklara itibar etmemelidir.
Gerçek muhabbet, el-Vedûd olan Allâh’adır. Diğer bütün sevgiler, ancak o sevgiye basamak olduğunda değerlidir.
Zevç ve zevce arasındaki muhabbet ise, kendi aralarında mahremiyet içinde yaşanan bir meveddettir. Bunu el âleme ilân etmek bizim edebimizde yoktur.
SOFRAMIZ
Peygamber Efendimiz –sallâllâhu aleyhi ve sellem-; oturarak yemek yemiştir. Bir yere yaslanarak yemek yemeyi mekruh görmüştür. Oburluk, ashâbın tanımadığı ve ondan uzak olduğu bir yemek tarzıdır.
Sofraya acıkmadan oturulmamalı, doymadan kalkmalıdır. Mümkün mertebe, yemek birlikte yenmelidir. Besmeleyle başlayıp hamd ile bitirilmelidir.
Peygamberimiz –sallâllâhu aleyhi ve sellem-; yemekte, sağ elini kullanmayı emretmiş ve sol el ile yemek yemeyi uygun bulmamıştır.
Günümüzde, bazı sofralarda; batıdan gelen servis düzeninin îcâbı denilerek, çatal, sol el hizasına konulmaktadır. Bir müslümanın sofrası, Allah Rasûlü’nün sünnetine uygun tanzim edilir.
Batıdan gelen bir âdet de, ayakta atıştırma şeklinde yemektir.
Zamanımızda maalesef evlere, dışarıdan yemek söyleme âdeti yayılmıştır. Kuryelerle evlere yemek taşınır olmuştur. Âdetâ bazı evlerden mutfak kalkmıştır.
Hâlbuki bir evde yemek pişmesi, o hânenin bereketidir. Yemek pişmeyen bir ev; zamanla bir otele, bir pansiyona dönüşür. Bereketin yerini israf, huzurun yerini çekişme ve kavga alır.
Bizim örfümüzde, eve ocak denir. Bu ocağın tütmesi, ailenin hayâtiyetine işaret eder. Evlerimizde yemek besmeleyle pişirilip besmeleyle yenmeli, saâdetli bir şekilde bir araya gelen aile, o sofradan hamd ve şükür ile kalkmalıdır.
Dışarıdan yemek isteyenler;
•İslâm’ın bilhassa et ürünlerinde aradığı hassâsiyetleri tefekkür etmeli ve araştırmalıdır. Özellikle;
–Yabancı menşeli fastfood gıdalara karşı ihtiyatlı olunmalıdır.
–Hınzır ve ondan îmal edilen katkı maddelerinin karıştırılmadığından emin olunması lâzım.
–Pişirenlerin maddî, mânevî ve hükmî olarak temiz olup olmadıklarının, bir müslümanı endişelendirmesi lâzım…
Birçok Hak dostu, en ufak bir şüphenin karıştığı yemeği dahî yememişlerdir.
Şâh-ı Nakşibend, ocağına yoldan bulunmuş bir odunun atıldığı yemeği yememiştir. Hattâ pişirenin öfkeli olduğu yemeği yemekten dahî içtinâb etmiştir.
Hâlet-i rûhiyemiz üzerinde, aldığımız gıdânın tesiri çok büyüktür. Özellikle:
NAZAR İLİŞEN YİYECEKLER
Kızarmış tavuklar, dönerler gibi lezzetli yiyeceklerin; açıkta, mahrumların ve yetimlerin nazarlarının takılı kalacağı şekilde satılması ve yenilmesi, yiyenlerde mânevî sıkıntılara yol açar.
Hadîs-i şerifte, komşuya yemek kokusuyla eziyet etmemek gerektiği bildirilmiştir. (Beyhakî, Şuab, XII, 104-105) Zamanımızda maalesef binaların balkonlarına ızgaralar konulmakta, orada kızartılan etlerden yayılan kokularla komşulara eziyet edilmiş olacağı düşünülmemektedir.
Hâlbuki;
Tarihimizde lokantalarda yiyecekler, dışarıdan görülmeyecek şekilde bir örtü ile perdelenirdi. Fırınlara pişirilmek üzere götürülen börek tarzı gıdâlardan;
«Kokusunu aldı, hak geçer.» diye, mutlaka pişirene de ikrâm edilirdi. Yine sokakta, üstü örtülü olarak götürülürdü. Alışverişte içini göstermeyen torbalar kullanılırdı.
Günümüzde ise; göz hakkına meydan vermeme hassâsiyeti bir yana, oturduğu lüks sofranın fotoğrafını çekip sosyal medyaya yüklemek gibi yakışıksız davranışlar yayılmıştır.
İslâm âdâbında en çirkin görülen kötü huylardan biri, böbürlenmek ve tefâhurdur. Âleme nisbet yaparcasına; arabasını, gittiği tatil yerini, sahip olduğu her şeyi internetten paylaşmak;
•Tevâzu ahlâkımıza uymaz.
•Nazar ve hasedi celbeder. Huzursuzluk meydana getirir.
•Bu fotoğraflarda aile fertleri de gösteriliyorsa, mahremiyet ölçüleri de çiğnenmiş, zedelenmiş olur. Çünkü hangi gözlerin, hangi niyetlerle baktığı meçhuldür!
Bu mühim görülmeyen ihmaller ve günahlar sebebiyle, kalplerde kara lekeler oluşur. Ruh ve gönül dünyasında rahatsızlıklara sebebiyet verir.
Maalesef bu resim-video paylaşma hastalığı, umre ve hac ibâdetlerinin rûhâniyetini bile ihlâl eder hâle gelmiştir.
Unutmamalıyız ki;
Biz bu cihâna arz-ı endâm etmeye değil, arz-ı hâl etmeye geldik.
Yani; benliğimizi, nefsimizi, servetimizi hattâ ibâdetlerimizi herkese göstermeye, anlatmaya çalışmak doğru bir davranış değildir. Allâh’ın lutfettiği nimetleri, Rabbimiz’in emâneti bilmeli, yaptığımız hayırları da bir hiç kabul etmeliyiz.
Hazret-i Mevlânâ ne güzel îkaz buyurur:
“Dâneni sakla, uzaklarda gizlen! Goncanı sakla da damlarda ve duvar diplerinde bitmiş otlar gibi ol!”
“Yani bilinmekten, kendini göstermekten ve görünmekten kaçın! Tevâzu ve mahviyet içinde kal! Böylelikle hem kem gözlerden, hem de ne oldum delisi olarak haddini aşmaktan kurtulursun!”
“Güzelliğini satışa çıkaran kişi, belâya avuç açmış olur. Böylesi, bütün kötü bakışları üzerine çeker. Düşmanları bir türlü, dostları bir başka türlü onun mahvına çalışırlar. Biri kıskanarak, diğeri de aşırı bir tabasbusla (zararlı medh ü senâda bulunmakla) ömrünü ziyân eder. Bu tehlikeleri aşmak için, varlık kaydından kurtulmaktan başka çare yoktur.”
Hazret-i Ömer’in vazife verdiği kişilerde tefâhur görünce nasıl davrandığını Ahnef bin Kays –rahmetullâhi aleyh- şöyle anlatır:
“Hazret-i Ömer, bizi Irak’a ve İran’a gönderdi. İran’dan ve Horasan’dan çok mal ve mülk elde ettik. Bu süslü mallardan hem giyindik hem de beraberimizde getirdik.
Halîfe’nin yanına geldiğimizde yüzünü bizden çevirdi ve bizimle konuşmadı. Onun bu tavrı bize çok ağır geldi. Oğlu Abdullâh’a gidip durumu arz ettik. Abdullah –radıyallâhu anh– bize şöyle söyledi:
«–O; üzerinizde, Rasûlullâh’ın da kendinden sonra gelen halîfelerin de giymediği elbiseler gördü. (O yüzden böyle soğuk davrandı.)»
Derhâl evlerimize gelip üzerimizdekileri çıkardık. (Normal kıyafetlerle) bizi her zaman kabul ettiği yere heyet olarak gittik. Ayağa kalkarak bizi teker teker selâmladı. Sanki bizleri daha önce hiç görmemiş gibi, teker teker kucakladı…”
DİJİTALİ AZALTMALI
Bugün bilhassa cep telefonları aşırı bir tiryakilik (bağımlılık) hâline gelmiştir. Bütün gün, gözler o ekranların esiri hâline gelmektedir.
İnsanlar karşı karşıya otururken, birini ziyarete gittiğinde bile telefonundan gözlerini alamamakta, bu da âdâb-ı muâşerete muhalif bir davranış olmaktadır.
İradeli bir insan; bu cihazları ihtiyaç seviyesinde kullanmalı, gerçek içtimâî hayatını aksatmamalıdır.
Cep telefonları ve tablet bilgisayarlar, kötü kullanıldığında, eskiden koca bir şehre yayılmış bütün mel‘anet yuvalarını evlere taşıyor.
Eskiden bir kişi, niyeti bozup kumar oynamak istese; karanlık bir muhitte bir kumarhâneye gitmeyi göze almak zorunda kalırdı. Şimdi kumarhâne, telefonla evlere girdi. Buna bulaşıp da, kendilerini mahveden kişilerin haberlerini üzülerek işitiyoruz.
KÜÇÜK GÖRÜLMEMELİ!..
Biz hayatın bazı safhalarından misaller verdik. Bunlar basit görülmemelidir. Bunların her birinin arkasında; günümüz tabiriyle, ehl-i küfrün bir toplum mühendisliği vardır. Bunların hepsi modern câhiliyyenin mahsulleridir.
Modern câhiliyye;
•İnsanları hodgâmlaştırmış, bencilleştirmiştir. Sadece kendini düşünür hâle getirmiştir.
•Âhireti unutturmuştur.
•Hayâ, iffet, güzel ahlâk, mahremiyet gibi haslet ve husûsiyetleri, dolayısıyla aileyi zayıflatmıştır.
Hayatın teferruâtı denilebilecek bu hususların ehemmiyetini; âyet-i kerîmede, cehennemlik olanların, oraya düşme sebeplerini sayarken söyledikleri şu itirafta buluruz:
“(Bâtıla / azgınlığa) dalanlarla birlikte biz de dalardık.” (el–Müddessir, 45)
Bu pişmanlık ifadesi, düşünmeden; «Herkes yapıyor!» diye kapılıp gitmek, moda ve benzeri şeylere dalıp gidenlerin davranışına tam uymaktadır.
Demek ki;
Önce kendimiz şuurlanmamız; sonra aile fertlerimize, evlâtlarımıza bâtılın ne olduğu öğretip, ondan uzak durmalarını telkin etmemiz lâzımdır. Bâtıldan, fısk u fücurdan uzak durmalarını sağlayacak bir şahsiyet ve karakter kazandırmamız lâzımdır.
Rabbimiz, bütün davranışlarımızı rızâsıyla te’lif buyursun.
Gönüllerimizi vahiyle buluşturup; ilmi kalbinde hazmeden, Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in sünnet ve âdâbına hayatın her safhasında muhabbetle ittibâ etmeye çalışan bahtiyar kullarından eylesin.
Âmîn!..