Şer‘î Kaidelerle Tasavvuf -54- LÂFIZ ve MÂNÂ TERAZİSİ
Dr. Ahmet Hamdi YILDIRIM
(Şâzelî meşâyıhından Ahmed Zerrûk [v. 899/1494] Hazretleri’nin; tasavvufu, usûl ve fıkıh kaideleriyle anlattığı Kavâidü’t-Tasavvuf ve Şevâhidü’t-Taarruf adlı eserinin tercüme ve şerhine devam ediyoruz.)
LÂFIZDAN MÂNÂYA…
Müellif Ahmed Zerrûk Hazretleri; İslâmî ilimlerle meşgul olan âlimlerin, meşreplerinden kaynaklanan farklara işaret ederek, tasavvufun durduğu noktayı ortaya koyuyor. Daha önce 55’inci kaidede sûfîlerin yaklaşımlarını, usûlcü (akāidçi) tefsirci, hadisçi ve fakihlerle mukayese etmişti. Burada da lâfız ve mânâ terazisi bakımından yaklaşımları ve sûfîlerin istikametli tavrını ele almakta:
Yetmiş Yedinci Kaide:
“Dünya ve âhiret ilimlerinin her birinin, her bir aslın aslı; Kitap ve Sünnet’ten alınmadır.
•Methedilecek hususları methetmek,
•Kınanacak hususları kınamak,
•Emrolunanları vasfetmek bakımından (bütün ilimlerin temel esası Kur’ân ve Sünnet’tir.)”
Yani Kur’ân ve Sünnet neyi övmüşse, ilimlerde onlar övülür. Neyi yermişse, onlar yerilir. Kur’ân ve Sünnet vasıtasıyla Rabbimiz’in emrettiği hususlar, bu ilimler vesilesiyle tarif edilir.
“Sonra insanların bu ilimleri elde etmelerinin üç yolu vardır, üç ekolü vardır.
Birinci grup: Bunlar; nassın, (âyetin veya hadîsin) zâhirine bağlı kalmışlardır. Mânâ tarafından bütünüyle sarf-ı nazar etmişlerdir. Bunlar Zâhiriyye ekolünün donuk kimseleridir. Bunlara itibar edilmez.”
Donuk diye tercüme ettiğimiz cümûd kelimesi; bazı nüshalarda cühûd şeklinde imlâ edildiği için, «inkârcı kimseler» diye çevrilmiş. Esas aldığımız nüshadaki ifade daha uygun görülmektedir.
Zâhiriyye, fıkıh sahasında Dâvud bin Ali ez-Zâhirî (v. 270) tarafından kurulan ve İbn-i Hazm (v. 456) tarafından da kuvvetle temsil edilen bir fıkhî mezheptir. Bu mezhep; nasslardaki ifadeleri, zâhir kalıbından hiç çıkmadan anlamaya odaklanmıştır. Kıyas, tâlîl ve istihsan gibi şer‘î usûllere karşı çıkmış; en temel, en açık aklî istidlâlleri bile reddetme yolunu tutmuşlardır. «Hakkında nass yok» diye, hınzırın artığını temiz addetmek gibi garip neticelere varmışlardır. Tavsiye niteliğinde emirleri «vücub» olarak anlamış, bu sebeple evliliği ve alışverişlerde şâhit tutmayı farz addetmişlerdir.1
Zâhirîlik, ehl-i hadîsin içinden çıkmış olsa da, onlara tam mânâsıyla itibar edilmemiştir. Meselâ onların itirazları, ulemânın icmâını bozmaz.
Ehl-i sünnete göre; lâfız ve kalıplara değil, mânâ ve gayelere itibar olunur. Çünkü sözün ibâresi olduğu gibi işareti ve delâleti de vardır.
Meselâ belâgat ilminde; her soru, bir şey öğrenmek için sorulmaz. Kınama, şaşırma, onaylatma, reddettirme gibi gayelerle de sorulabilir.
Meselâ;
“–Kör müsün kardeşim?” sözü, «Dikkat et!» demek için kullanılır. Bunu anlamayıp;
“–Hayır, kör değilim.” diye cevap veren kişi, zâhirde kalıyor demektir.
Kur’ân-ı Kerim’de birçok mecaz, istiâre ve kinâye yer almıştır. Meselâ;
“Bu dünyada kör olan kimse âhirette de kördür…”2
Buradaki kör kelimesinin; «hak ve hakikati görmeyen, görmezden gelen, inkârcı» mânâsında olduğunu kabul etmezsek, hikmet-i ilâhiyyeye uygun olmayan tuhaf bir mânâ çıkar.
Kelimelerin derin ve çeşitli mânâlarını düşündürmek için Rasûl-i Ekrem –sallâllâhu aleyhi ve sellem– Efendimiz’in bazı latîfelerde bulunduğunu biliyoruz:
İhtiyar bir kadın Peygamberimiz’e gelerek;
“–Yâ Rasûlâllah! Cennete girmem için Allâh’a duâ et!” der.
Efendimiz –aleyhisselatü vesselâm- ise;
“–Cennete yaşlı kadınlar giremez!” diye mukabelede bulunur.
Verilen cevabın nüktesini anlayamayan kadıncağız üzülür ve ağlamaya başlar. Bunun üzerine Fahr-i Cihân Efendimiz durumu ona şöyle açıklar:
“–Yaşlı kadınlar cennete o hâlleriyle değil, genç ve güzel olarak girerler…”3
Yine Efendimiz, âyette fecir vaktine dair bir tarif olan «siyah iplik ve beyaz iplik» ifadelerinin mecâzî olduğunu anlamayan ve yastığının altına siyah ve beyaz birer iplik koyan sahâbîyi;
“–Yastığın ne kadar da genişmiş!” diye tatlı bir şekilde îkaz etmiştir.4
Nasslardaki lâfızların zâhirî mânâsında inat ve ısrar etmek, bazı îtikādî problemler de çıkarmıştır. Zâhiriyye’nin fıkıhta yaptığının daha kötüsünü, itikādî sahada Haşviyye yapmıştır. Onlar; bazı âyet ve hadislerde, Allâh’a nisbet edilen haberî sıfatları zâhiriyle kabul etmeye kalkmış; bu sebeple, teşbih ve tecsime, yani Allâh’ı insan veya başka sonradan yaratılmış varlıklara benzetme dalâletine düşmüşlerdir.5
“İkinci grup da hakikatleri cem etmek adına, mânânın kendisine bakmışlar; te’vil edilebilecekleri te’vil etmişler, itimat edileceklere bu bağlamda itimat etmişlerdir.6
Bunlar kıyas ve fıkıh erbâbıdırlar. Bunlar fukahânın ehl-i tahkik dediğimiz kısmıdırlar.”
Ehl-i tahkik olan fakihlere en güzel misal, mezhep imamımız Ebû Hanîfe Hazretleri’dir. Nassın rûhuna vâkıf olarak içtihâd eder.
Meselâ;
Hadîs-i şerifte buyurulur:
“Kırk koyun için, bir koyun (zekât vecîbesi) vardır.”7
Peki, bu koyun yerine bedeli verilebilir mi? Lâfız «koyun verilir» diyor. Mânânın derinliklerine inmek gerek:
Zekât, fakire niçin verilir? İhtiyacı giderilsin diye. Öyleyse 40 koyun sahibi olan bir kişi, nassta geçtiği üzere, zekât olarak bir koyun verebileceği gibi, onun bedelini de verebilir.
Çünkü her fakir; koyundan istifade edemeyebilir, onu satmaktan, beslemekten, kesmekten âciz olabilir. Lâkin para her ihtiyacı görmeye yarar. Gerekirse tekrar bir koyun almaya bile yarar.
Ama yukarıda bahsedilen zâhirci yaklaşıma sahip bazı âlimler;
“–Hadîs-i şerifte böyle bir şey söylenmedi. «Bir koyun verin» denildi, bir koyun verilecek!” diye hükmetmişlerdir.
Sadaka-i fıtırla alâkalı hükümlerde de benzeri bir durum vardır. O görüşe sahip fetvâlar neticesinde, bayram önü fakirlerin evleri belki ihtiyaçlarından fazla ve istifade edilmesi zor olan buğdayla dolar. Hâlbuki fakir kişi; bulgurla kirasını ödeyemez, buğday vererek evlâdına ayakkabı alamaz. Evi buğdayla dolar, ama onu pişirecek yağ ve tüp parası yoktur!..
Geçmişte, temel gıdâ maddeleri aynı zamanda «semen» vasfındaydı. Yani toplumda takas malzemesi olarak kolaylıkla kullanılabilirdi. Yani o gün; fukarâ, buğdayı verip ihtiyacını alabilirdi. Bugün bu imkânlar görünmüyor.
İmâm-ı Âzam; nassın sadece zâhirine değil, gayesine ve mânâsına derin bir bakışla bakmış oluyor.8
Ehl-i tahkik olan fukahâ; te’vil edilmesi gereken, edilebilecek olanı te’vil ediyorlar. Meselâ cuma günü guslü emreden hadîs-i şerifler vardır.9 Ancak âlimler diğer delillerle beraber, hakikatleri cem ederek; cuma günü yıkanmanın, bir dönem vâcip olsa da, sonradan sünnet seviyesinde değerlendirilmesi gerektiğine hükmetmişlerdir.10
Zâhirîlerin evliliği farz addetmelerine mukabil; fukahâ, sadece nefsini zaptetmekte şüphesi olanlar için evliliğin vâcip olduğunu, diğerleri için sünnet olduğu dile getirmişlerdir.11
“Üçüncü grup ise; mânâyı ispat ederler, lâfızları da tahkik ederler, gerçekleştirirler.”
Yani fukahâ gibi mânâyı ve illeti kabul ediyor. Lâkin aynı zamanda Zâhirîler gibi lâfzın dediğini de yapıyor. Zâhirîler, ehl-i hadis içinden çıkmıştır. Ehl-i hadis; rey hususunda temkinli olup, lâfızlara daha harfî bir ittibâda ısrar eder.
Müellifimiz; üçüncü grupta mütalâa ettiği sûfîleri, iki yolu birleştirenler olarak arz ediyor:
“Onlar lâfzın zâhirinden ve mânânın bâtınından işaret alırlar.”
Lâfızdan da, mânânın derûnundan da istifade ederler.
“Bunlar ehl-i tahkik olan sûfîler ve müdakkik (tetkik ehli) imamlardır.”
Hem lâfızdan hem mânâdan istifadeye bir misal verelim:
Peygamberimiz, abdestte «sivâk»ı tavsiye buyuruyorlar.12
Lâfızdan hareket edersek;
Sivâk; erak ağacından kesilip hazırlanan, misvak diye bildiğimiz ağaç parçasını kullanarak, ağız ve diş temizliği demektir. «Emredilen illâ bu ağacı kullanmaktır.» demek, zâhirî tavır olacaktır.
Kimisi ise, mânâya yönelerek, sivaktan maksadın ağız ve diş temizliği olduğunu; bunu diş fırçası, diş ipi, diş macunu vs. kullanarak yapmanın da, tavsiyeyi yerine getirmek olacağını söyler.13 Bu anlayış da fukahâ tavrı olacaktır.
Hedef mânâyı kabul etmekle beraber, bunu lâfza da uygun olarak misvak kullanarak gerçekleştirmek; üçüncü grubun sûfîlerin tavrı olacaktır.
Sûfîlerin böyle inceliklerine çok misal vardır. Meselâ, Şiblî Hazretleri;
“–Zekât kaçta kaç verilir?” suâline;
“–Kime göre?” diye cevap verir.
Soruyu soranlar zaten onu sıkıştırmak isteyen kişilerdir.
“–Ne demek, kime göre? Dînin emri tek değil mi?” diye üstüne gelirler.
Hazret der ki:
“–Hazret-i Ebûbekir’e göre hepsini vermektir.
Hazret-i Ömer’e göre yarısını vermektir.
Hazret-i Ali’ye göre, eline geçeni vermektir.
Asgarî hududu soruyorsanız, kırkta birini vermektir.”14
Gıybet etmekle, oruç, zâhiren bozulmaz (sevâbı ziyan olur.) Lâkin bazı sûfîler, gıybet kulaklarına gitti diye, oruçlarını kazâ etmişlerdir.15
“Sadakalar, ancak fakirler içindir…”16
Bu âyet; zâhiriyle, zekât verilecek sekiz grubu sayıyor. Fakat sûfîler, bu hakikatin yanında, şu ince nükteyi de bu âyetten işaret yoluyla elde ediyorlar:
“Allâh’ın ihsanlarına nâil olmak için, fakr hâlinde yaşamak lâzım. Allâh’a muhtaçlığını hiç unutmamak lâzım.”17
Sûfîler, nasslardan işârî mânâlar devşirirler. Lâkin;
“Her şeyi işarete hamleden Bâtınîlerin yaptığı gibi değil!
Çünkü onlar, aslında ne mânâyı ne de ibâreyi ispat ederler. Böylece dinden çıkmış ve onu bütünüyle reddetmiş olurlar. Allah’tan, lutfu sayesinde dünyada ve âhirette (böyle bir musîbetten selâmette olup) afiyet dileriz.”
Bâtınîler; «Nassların zâhiri önemli değil!» deyip her şeyi kendilerinin anladığı bâtınî sırlar olarak gösterme sahtekârlığına başvururlar: Onlara göre namaz, kalbin temizliğidir. «Kıblemiz insandır, gönüldür.» diyerek, Kâbe’ye yönelip Peygamberimiz’in tarif ettiği üzere namazı kılmaz, her an namazda olduklarını iddia ederler.
Bunların yaptığı ne zâhire uymaktır, ne mânâya riâyet etmektir. Bunlar dinden çıkmışlardır. Hicretin beşinci asrında Şia’nın aşırı uçlarından İsmailiyye’den çıkan Bâtınîler büyük fesat hareketleri çıkardılar. Sünnî devlet adamlarına sûikastler düzenlediler. İmâm-ı Gazâlî; Selçuklu devlet adamı Nizâmülmülk’ün isteği üzerine, bu bâtıl yolun kökünü kazıyan eserler yazmıştır.
Ahmed Zerrûk Hazretleri; ehl-i tasavvufun işârî anlayışını söyledikten sonra, sûfîliğin bâtınîlik ile karıştırılmamasına dikkat çekmekte. Çünkü tarih boyunca, bâtınî sapkınlığı; hep sûfîler arasında görünmeye çalışır.
Maalesef bugün dünyanın birçok yerinde tasavvuf, işte bu son noktada anlaşılır hâle gelmiş. Tasavvufa mesafeli, tarîkatlere tavırlı olan birçok mü’min kişi de, tasavvuf adı altında bâtınîlik ile karşılaştığı için, ona karşı çıkıyor.
Hâlbuki;
Tasavvuf, şerîatı kemâliyle yaşamaktır. Sen şerîatı yaşamadan dînin kemâline eremezsin. Sûfî; şerîatın dediklerini kılı kırk yararcasına yapacak, üstüne bir de mânevî işaretlerle
nâfile ilâveler yapacak.
Hâsıl-ı kelâm;
Şerîatı yaşamak, ortak paydamızdır. Şerîattan kıl kadar sapan birinin; tasavvufu, mârifeti, irfânı olmaz. Böyle bir anlayış, din dışı olan bâtınîliktir. Günümüzde yozlaşmış Bektâşîlik, artık ayrı bir din olarak addediliyor. İran, Hint vb. bölgelerde; böyle türlü türlü din dışı fırkalar, dünden bugüne var olmuştur.
Hulâsa edersek bu kaidede;
•Mânâyı yakalayamayan, gayeyi gözden kaçıran zâhirî tavır tenkit edildi.
•Mânâ derinliğini yakalayıp, nassların zâhirinden te’vil edilmesi gerekenleri te’vil edenler fakih olarak methedildi.
•Sûfîlerin ise, bundan bir merhale daha ileride, hem nassların zâhirinden, hem mânâların derinliklerinden işaretler aldıkları ifade edildi.
•Ancak bu işârî derinliğin, asla şerîatı tahfif eden bâtınîlik ile karıştırılmaması gerektiği ortaya kondu.
Cenâb-ı Hak, istikametten ayırmasın. Zâhirde kalmak veya bâtında kaybolmak hatalarına düşmeden, ilâhî ve nebevî tâlimatları zâhirî mânâya muvâfık şekilde tahkik edenlerden ve gerçekleştirenlerden eylesin. Âmîn…
________________
1 Bkz. Yunus APAYDIN, «Zâhiriyye», TDVİA, XX, 58-61.
2 Bkz. el-İsrâ, 72.
3 Tirmizî, Şemâil, s. 91-92.
4 Buhârî, Savm, 16.
5 Günümüzdeki bazı müfrit selefîleri de bu grupta görmek mümkündür. Bkz. Metin YURDAGÜR, «Haşviyye», TDVİA, XVI, 426-427.
6 Diğer tercümelerde esas tutulan nüshalarda, عول fiili عدل şeklinde yazıldığı için, «düzeltilmesi gerekeni düzeltmişlerdir.» şeklinde tercüme edildiğini görüyoruz. Ancak nasslardan bahsedilirken herhangi bir tâdilâttan bahsedilmesi uygun düşmemektedir. Mânâyı gözetmek, bütün nassları te’vil etmeyi gerektirmez. Fakih; neyin te’vil, neyin ta’vîl edileceğini ayırt eden kişidir.
7 Tirmizî, Zekât, 4.
8 Ancak böyle bir istidlâl ile bu uygulama kurbanda yapılamaz. Yani kurban kesmek yerine bedelini fakire vermekle, kurban ibâdeti yerine gelmiş olmaz. Çünkü kurban ibâdeti, kan akıtmakla gerçekleştirilir. Bu hususta bir makale için. Sabri ERTURHAN, “Zekât ve Kurban’da Kıymet Ödemesi”, Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, cilt X/1, s. 13-47, Haziran 2006, Sivas.
9 Tirmizî, Cuma, 3, Tahâret, 74; Ebû Dâvûd, Tahâret, 127 vb.
10 Hattâbî, Meâlimü’s-Sünen, 1/106.
11 Muhyiddin Abdülhamîd, el-Ahvâlü’ş–Şahsiyye fi’ş-şerîati’l-İslâmiyye, İstanbul, 2018, s. 33-39.
12 Buhârî, Cuma, 8; Buhârî, Savm, 26; Nesâî, Tahâret, 4.
13 Bu anlayışa bir örnek: Mustafa KARATAŞ, «Hadisleri Yeniden Anlamak» Journal of Istanbul University Faculty of Theology 6 (2002) s. 135-136.
14 33’üncü kaidede, Müellif, bu kaidedeki bâtınî-sûfî ayrımı gibi, zındık, sünnî ve sûfî ayrımı üzerinden bu Şiblî kıssasını nakletmişti.
15 Veysi CENGİZ, «Tasavvuf Klâsiklerinde Oruç», Tasavvuf, 50 [2022], s. 133-166.
16 Bkz. et-Tevbe, 60.
17 Bkz. İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyân, VII, 411.