«MUHTEŞEM» BİR MUHABBET MİSÂLİ…

Hasan TOPBAŞ hasantopbas87@gmail.com

 

 

Avusturya Kralı Ferdinand nam keferenin, Mohaç Zaferi’nden sonra ödemeyi taahhüt ettiği vergileri iki sene boyunca teslim etmemesi ve bunun üstüne bir de Osmanlı toprağı dâhilinde sayılan Macar havâlîsine sürekli saldırılarda bulunması, Kanunî Sultan Süleyman’ın sabrını iyice zorlamıştı.

 

Yarım asra dayanan idaresinin, yaklaşık on senesini at sırtında, seferden sefere koşturmakla geçiren hükümdarın; âhir ömründe son bir gayretin daha gerektiğini anlaması zor olmamıştı.

 

Onu, yeni bir sefer kararı almaya sevk eden sebep, sadece Ferdinand’ın taşkınlıkları değildi elbet;

 

Malta Adası’nın kuşatılmasında (1565) yaşanan aksiliklerden ötürü muhasaranın kaldırılması, Avrupa’yı hem büyük bir şaşkınlığa hem de büyük bir sevince gark etmiş; devrin papasının tâlimatıyla kiliselerde günlerce çanlar çalınmıştı.

 

Zira Malta’nın düşmesinin, Roma’nın da düşmesi mânâsına geldiğini gayet iyi biliyorlardı…

 

Nitekim onlar bir yandan Devlet-i Aliyye’nin yüz senelik «yenilmezlik» imajının artık yıkıldığını düşünürlerken; diğer yandan da Sultan’ın epey yaşlandığını, kontrolü elden kaçırdığını ve devletin bir daha asla eski haşmet ve kudretine dönemeyeceğini de iddia ediyorlardı.

 

Fakat artık oy yaydan çıkmıştı…

 

Haçlılarda esen bu rüzgârdan haberdar olan Padişah, Sadrazam Sokullu Mehmed Paşa’nın itirazlarına rağmen ordusunun başına geçmiş; Ferdinand ve onun özelinde haçlı zihniyetine iyi bir ders vermek maksadıyla, Zigetvar adı verilen kalenin alınması için harekâtını başlatmıştı.

 

Hem bu vesile ile de Viyana güzergâhında bir nokta daha temizlenmiş olacaktı.

 

***

 

Sefer esnasında yaşanan birtakım sıkıntılara rağmen, Sultan ve ordusu Niş’e (Sırbistan’da bir şehir) vâsıl olmuştu.

 

Lâkin senelerin verdiği yıpratıcılık ve yorgunluk Kanunî’nin sıhhatine iyice yansımıştı; beline sımsıkı sarılmış urganlarla dik durabiliyor, mümkün olduğunca az ve öz konuşmaya çalışıyordu.

 

Batılıların kendisine «Magnificent/Muhteşem» lakabını verdikleri büyük hükümdar; devlet idaresindeki muvaffakiyetlerinin yanı sıra, aynı zamanda kudretli bir şairdi de (Muhibbî).

 

Hâl böyle iken, ordunun yürüyüşü esnasında çekilen meşakkatler, rûhunun bir parçasının Dersaâdet’te kalmasına mâni olamamıştı;

 

Payitahtta, taht vekili olarak bıraktığı ve kendisi için en mühim dayanaklarından biri addettiği, kadîm dostuna şimdiden derin bir hasret duyuyordu.

 

Niş’te kurulan otağında istirahat etmekte iken daha fazla dayanamadı, hemen kaleme kâğıda sarıldı ve;

 

HÂLDE HÂLDAŞIM, SİNDE SİNDAŞIM, AHRET KARINDAŞIM!

Hâlde hâldaşım, sinde sindaşım, ahret karındaşım, tarîk-i hakda yoldaşım Molla Ebussuûd Efendi Hazretleri’ne;

 

Duâyı -had iblâğından sonra nedir hâliniz ve nice mizâclâzimü’l-imtizâcınız? Hazret, hızâne-i hafiyyesinden kemâl-i kuvvet, nihâyet-i selâmet müyesser eyleye.

 

Bi-mennihî ve keremihî, lütuflarından niyâz olunur ki evkātmübârekede, bu muhlislerin kalb-i şeriflerinden ihrâc ve iz‘âc etmeyeler.

 

Olakim küffâr hâksâr, münhezim ve mükedder ve asâkir-i İslâm umûmen mansur ve muzaffer olub «Rızâullâh»a muvâfık ola.

 

ed-Du’â sümme’d-du’â, bende-i Hudâ Süleyman Hân-ı bî-riyâ.

 

“Hâlimden anlayan, kabirde ve Hak yolunda yoldaşım, dahî âhiret kardeşim Ebussuûd Efendi Hazretleri’ne;

 

Size, ucu bucağı olmayan duâlarımı gönderdikten sonra; hâliniz ve hâlet-i rûhiyeniz nasıldır? Cenâb-ı Hak gizli hazinesinden sizlere tam bir kuvvet ile beraber ziyâde selâmet versin.

 

O –celle celâlühû-’nun yardımı ve keremiyle; yine kendisinin lutfundan niyâz ederiz ki, şu mübârek vakitlerde; sizin gibi ihlâs sahiplerinin yüce kalplerini rahatsız ederek gönüllerinden dışlanmış olmayalım. (Yani aslında; «Duânızda bizlere de yer verin!» temennîsini belirtiyor.)

 

Hem bu sayede, kâfirler perişan; bozguna uğramış ve kederli bir vaziyette kalır da, böylece İslâm askerleri Rablerinin yardımı ile muzaffer bir sûrette «Rızâullâh»a erişir.

 

Duâ, sonra yine duâ; Hudâ’nın gösterişsiz kulu Süleyman Han.”

 

İşte, ömrünün son demlerindeki koca Sultan’ın, son bir gayretle muhabbetini arz ettiği bu mühim kimse; devrinde «İkinci Ebû Hanîfe» denilecek kadar İslâmî ilimlere vâkıf, ayrıca verdiği birçok mühim fetvâ ile de 16. asır ve sonrası dönemlere damgasını vuracak olan, Şeyhülislâm Ebussuûd Efendi’den (v. 982/1574) başkası değildi.

 

 

(Kanunî Sultan Süleyman’ın, Ebussuûd Efendi’ye yazdığı söz konusu mektubun bir el yazması örneği)

Kendisinin her ne kadar Sultan’la aralarında kuvvetli bir muhabbet bağı olsa da; istenen bir fetvâ karşısında, yeri geldiğinde;

 

“Padişah emriyle nâ-meşrû olan nesne meşrû olmaz!” yani;

 

“Hükümdarın emri ile şerîata aykırı olan bir husus, meşrû hâle getirilemez!” diyebilecek kadar da vazifesine sâdık idi.

 

Meselâ Kanunî, ağaçlara zarar veren karıncaları öldürmenin fetvâsını şu şiirle sordu:

 

Dırahta ger ziyân etse karınca

Günâhı var mıdır ânı kırınca?

 

Ebussuud Efendi, şu manzum cevabı verdi:

 

Yarın Hakk’ın dîvânına varınca

Süleyman’dan hakkın alır karınca.

 

Bilhassa lâle yetiştiriciliği sahasında da merakı ve bilgisi olduğu tespit edilen büyük üstad, ilâhî takdirin bir cilvesi, yine bir Ağustos ayında (5 Cemâziyelevvel 982 / 23 Ağustos 1574) dünya yükünü üzerinden indirmiştir.

 

(Âşık Çelebi’nin Meşâirü’ş-Şuarâ adlı eserinde

Ebussuûd Efendi -sağda- minyatürü.
Kaynak: Millet
Kütüphânesi)

 

Cenâb-ı Hak her ikisine de rahmetiyle muâmele eylesin!..