İslâm’ın İlk Büyük Savaşı BEDİR GAZVESİ -9-
Âdem SARAÇ vardisarac@yahoo.com.tr
Peygamberimiz –aleyhisselâm-; karşılarına geçip çarpışmak için, en uygun bir zamanı kollayan müşrik ordusuna, tekraren bakıp iyice inceledikten sonra, yeni bir tâlimat ile şöyle buyurdu:
–Anladım ki; Hâşimoğulları, Abdulmuttaliboğulları ve başkalarından bazı kişiler, zorla evlerinden alınıp, Bedir’e getirilmişlerdir. Onlar bize düşman oldukları için değil; düşmanların içinde çaresiz ve mazlum oldukları için, bizimle savaşmaya gelen ordunun içindeler. Sakın böyle kişilerle çarpışmayınız. Her kim mazlum olarak getirilen kişilerle karşılaşırsa, sakın onları öldürmesin!
Her kim Ebu’l-Bahterî ile karşılaşırsa, onu öldürmesin!
Her kim Abbas bin Abdulmuttalib ile karşılaşırsa, onu öldürmesin!
Her kim şununla ve şunlarla karşılaşırsa, onu öldürmesin. Çünkü, onlar ancak mazlum olarak ve zorlanarak buraya getirilmiş kişilerdir!1
–Lebbeyk (başüstüne) yâ Rasûlâllah!
–Emrine âmâdeyiz yâ Rasûlâllah!
–Emir ve hüküm Allah ve Rasûlü’nündür!
–Allah ve Rasûlü doğru söyler!
Rasûlullah –aleyhisselâm-’ın isimlerini saydığı bazı kişiler; müşrik olarak kalmakla beraber, Mekke’de hem Rasûlullâh’a ve hem de ashâbına eziyet etmeyen kimselerdi. Her konuda olduğu gibi, vefâ konusunda da en güzel örnek elbette ki Rasûlullah –aleyhisselâm-’dır, bunu bir de Bedir meydanında açıkça görüyoruz.2
Birbirlerini uzaktan süzerek, ölçüp tartan iki ordu, iki ayrı dünyayı yansıtıyordu.
•Hak ve hakikat peşinde olan İslâm ordusu ile,
•Bâtıl ve bâtıl peşinde olan müşrik ordusu!
İki taraf da her şeye hazırdı artık.
Allah ve Rasûlü’ne karşı gelmiş, şirk bataklığında yolunu kaybetmiş müşrik ordusundan üç kişi, mübâreze3 için öne çıktı. Her hâlleriyle, her biri birer kibir küpü olan bu nasipsiz hâinler, kalkıp İslâm ordusuna meydan okudular:
–Bizimle çarpışabilecek cesareti olan varsa, çıksın karşımıza!
Üçü de birbirinden kibirli olan bu nasipsizler; öyle bağırıp çağırıyorlardı ki, neredeyse iki ordu birbirine girecekti:
–Yok mu bizimle çarpışabilecek cesareti olan bir yiğit!
Daha fazla dayanamayan İslâm ordusunun her neferi, ileri fırlamak için Rasûlullâh’a bakıyordu. Rasûlullah ise, henüz «sabır» tavsiye ediyordu. Fakat bu arsızca ve küstahça meydan okumaya dayanamayan üç ensar yiğidi, kılıçlarını sıyırıp ileri çıktılar:
–Biz varız!
–Siz kimlersiniz?
–Ensar yiğitleriyiz!
–Siz bizim dengimiz değilsiniz!
–Ona kılıçlarımız karar versin!
–Biz karşımızda öncelikli olarak muhâcirleri görmek isteriz!
–Muhâcirler bizim kardeşlerimizdir artık!
–Önce onların işini bitirelim, sonra size de sıra gelecek, merak etmeyin!
–«Siz bizim muhatabımız değilsiniz!» dedik, anlamıyor musunuz?
–«Ona kılıçlarımız karar versin!» dedik, anlamadınız mı?
–Ey Ebu’l-Kāsım! Sen karşımıza bizim dengimizi çıkar! Ensârın arkasına sığınıp durma öyle!
Karşılıklı söz düellosu böyle uzayıp gidince; Rasûlullah –aleyhisselâm–, bu şanlı ensar yiğitlerini geri çağırdı. Ensârın bu seçkin yiğitleri Hazret-i Avf, Hazret-i Muaz ve Hazret-i Muavviz bin Afrâ/Hâris kardeşlerdi.4
İslâm ordusunun karşısına çıkıp, mübâreze yapmak için öne çıkan üç müşrik, artan bir kin ve kibirle hava atarak bakıyorlardı. Utbe bin Rebîa, Şeybe bin Rebîa ve Velid bin Utbe! Utbe ile Şeybe kardeş idiler. Velid de Utbe’nin oğluydu.5
Bir tarafta söz düellosu yapılırken, diğer bir taraftan da bu hasımların yakınları, birbirlerini süzüyorlardı. Her iki taraftan da birbirlerine akraba olmayan yoktu.
Hazret-i Mus‘ab; meydana çıkan bu nasipsizlere nefretle bakarken, hemen yanı başında olan Hazret-i Ebû Huzeyfe’ye de büyük bir sevgi ve muhabbetle baktı. Hazret-i Ebû Huzeyfe’nin babası Utbe, annesi Hannâs ile evlendiği için üvey babası olurken, Velid de üvey kardeşi oluyordu. Aynı şekilde İslâm saflarında olan Hazret-i Ebû Huzeyfe de yine üvey kardeşi idi. Yani babalığı ile bir üvey kardeşi düşman içinde düşman, bir üvey kardeşi de aralarında ihvan içinde ihvandı.
–Muhâcirlerden, bizimle çarpışacak bir erkek yok mu aranızda!
Rasûlullah –aleyhisselâm-; böyle üst perdeden meydan okununca, ashâbına dönüp en yakınlarına seslendi:
–Kalk ey Ubeyde!
–Lebbeyk (buyur, derhâl, hemen) yâ Rasûlâllah!
–Kalk ey Hamza!
–Lebbeyk yâ Rasûlâllah!
–Kalk ey Ali!
–Lebbeyk yâ Rasûlâllah!6
Rasûlullah –aleyhisselâm-’ın buyruğu ile yerlerinden çıkıp ileri fırlayan bu yiğit muhâcir sahâbîler, O’nun en yakınlarından oluşuyordu.
Hazret-i Ubeyde bin Hâris, Rasûlullâh’ın en büyük amcası Hâris’in oğluydu.
Hazret-i Hamza bin Abdulmuttalib, öz amcasıydı.
Hazret-i Ali bin Ebû Tâlib, kendisinde çok emeği olan Ebû Tâlib amcasının oğluydu.
–Allâh’ın nûruna karşı çıkan ve putları uğruna, size karşı savaşmak için gelenlere karşı, siz Hak yolunda çarpışınız! Allah Teâlâ da zaten Rasûlü’nü bunun için göndermiş bulunuyor!”7
–Allah ve Rasûlü’ne can kurban!
İki ordu arasında yaşanan bu hâdise, her iki tarafı da kendisine kilitlemişti.
•Hazret-i Hamza kılıcını sıyırıp, Şeybe’nin karşısına;
•Hazret-i Ali kılıcını sıyırıp, Velîd’in karşısına;
•Hazret-i Ubeyde de kılıç sıyırıp, Utbe’nin karşısına geçti.
Hazret-i Hamza ile Hazret-i Ali, rakiplerini kısa sürede tepeleyip cehenneme yolladılar. Hazret-i Ubeyde bir hayli yaşlı olduğu için, Utbe karşısında zorlandı. İki taraf da birbirini ağır yaraladılar. Hazret-i Hamza ile Hazret-i Ali; kendi rakiplerini öldürdükten sonra, hemen Hazret-i Ubeyde’nin yardımına koştular. Birer kılıç darbesiyle Utbe’yi de cehenneme yolladılar. Sonra da ağır yaralı olan Hazret-i Ubeyde’yi yüklenip, İslâm karargâhına getirdiler.8
Sadece bir ya da birkaç değil, çokça yerinden yaralı olan Hazret-i Ubeyde’nin, kesilen ayağının bileğinden kan ve ilikleri akmaktaydı!
Rasûlullah –aleyhisselâm-, Hazret-i Ubeyde’yi tutup yatırdı. Başını mübârek dizleri üzerine aldı. Hazret-i Ubeyde zor konuşuyordu:
–Ben şehid miyim yâ Rasûlâllah, şehid değil miyim ben?
–Sen şehidsin ey Ubeyde, şehidsin sen!9
–Bana bunu lutfeden Allâh’ıma hamd olsun!
Bunu da ancak hırıltılı bir şekilde söyleyebildi. Rasûlullah –aleyhisselâm-’ın tâlimâtıyla Hazret-i Ubeyde hemen şifâ çadırına alındı.
Diğer taraftan; mübârezede, en önde gelen üç liderini kaybeden müşrikler, öfke soluyorlardı.
Şifâ çadırında tedavisi yapılmaya çalışılan Hazret-i Ubeyde; Medine’ye dönüş yolunda, Safra denen yerde, şehîden vefât etti ve oraya defnedildi.10
Aradan yıllar geçtikten sonra; bir sefer esnasında o bölgede konaklayan İslâm ordusu, çok tatlı bir misk kokusu alacaklardı. Etraflarına baktıklarında, böyle bir kokuyu yayacak herhangi bir şey göremeyeceklerdi. Rasûlullah –aleyhisselâm-’a sorduklarında, aldıkları cevap çok mânidar olacaktı:
–Biz, çok tatlı bir misk kokusu alıyoruz, bu da neyin nesidir yâ Rasûlâllah?
–Şu tarafa bakın, Ubeyde’nin kabri işte oradadır!11
–Sübhânallah!
Mübâreze esnasında üç büyük sahâbî, üç güçlü müşrik canavarı ile çarpışıp, üçünü de cehenneme yollamışlardı.
Bütün bunlar sadece üç-beş dakika içinde olup bitmişti! Sahâbî ordusu; tekbir getirerek, kardeşlerinin zaferlerine ortak olurken, müşrik ordusundan uğultular gelmeye başlamıştı.
Utbe ile Velîd’in öldürülmeleri karşısında, beri taraftan Hazret-i Ebû Huzeyfe de çok üzülmüştü. Onun bu hâlini gören Hazret-i Mus‘ab, devreye girmek zorunda kaldı:
–Çok üzüldün, değil mi ey Ebû Huzeyfe?
–Üzüldüm ya ey Mus‘ab!
–Biri baban, biri kardeşin, diğeri de amcandı sonunda!12
–Onlar benim sadece babam, kardeşim ve amcam oldukları için üzülmedim ben!
–Neden bu kadar üzüldün öyleyse?
–Üçü de Mekke’nin en önde gelenlerindendiler. Özellikle de babam çok önde gelen eşraftan biriydi. Zeki ve akıllıydı. Ben onun eninde sonunda İslâm’a gireceğini ümit ediyordum. Bunca üstün özellikleri olduğu hâlde, putları uğruna ölüp gitti. İşte buna üzüldüm kardeşim!
–Haklısın kardeşim!13
Her şey nasipleydi. Daha doğrusu, nasibini arayana nasip çoktu. Nasibine karşı çıkana nasip yoktu. Bu gerçek, burada da böyle olmuştu.
Her şeylerini sadece dünya ve dünyalıklarla ölçüp değerlendiren bu insanlar, Bedir’de de aynı hataya düşmüşlerdi. Toplu vuruşmadan önce, teke tek dövüşmek için öne çıkmışlar ve cehennemi boylamışlardı. Mübâreze adı verilen bu vuruşma, iki tarafa da farklı mesajlar veriyordu…
Peygamber Efendimiz, ordusuna son tâlimatlarını da vermişti.
–Sallâllâhu aleyhi ve sellem…-
_______________
1 Beyhâkî, Delâîlü’n-Nübüvve, c. 3, s. 140-141; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târih, c. 2, s. 128-129.
2 İbn-i Hişâm, es-Sîretü’n–Nebeviyye, c. 2, s. 281; İbn-i Sa‘d, et-Tabakātü’l–Kübrâ, c. 1, s. 10-11; Taberî, Târîhu’l-Ümem ve’l-Mülûk, c. 2, s. 282; Zehebî, Megâzî, s. 90-91.
3 Mübâreze: Savaş meydanında genel vuruşmadan önce teke tek hasımlarıyla çarpışmak demektir.
4 Taberî, Târîhu’l-Ümem ve’l-Mülûk, c. 2, s. 279.
5 Beyhakî, Delâîlü’n-Nübüvve, c. 3, s. 72.
6 İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târih, c. 2, s. 125.
7 Zehebî, Megâzî, s. 37-38.
8 İbn-i Hişâm, es-Sîretü’n–Nebeviyye, c. 2, s. 277; Taberî, Târîhu’l-Ümem ve’l-Mülûk, c. 2, s. 279.
9 İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târih, c. 2, s. 125; Ebu’l-Fidâ İbn-i Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, c. 3, s. 274.
10 İbn-i Sa‘d, et-Tabakātü’l–Kübrâ, c. 3, s. 50; İbn-i Abdilberr, el-İstîâb fî Mârifeti’l-Ashâb, c. 3, s. 1021; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe fî Mârifeti’s-Sahâbe, c. 3, s. 557; Mustafa Âsım KÖKSAL, İslâm Târihi, c. 3, s. 345-346.
11 Hâkim en-Nîsâbûrî, el-Müstedrek Ale’s-Sahîhayn, c. 3, s. 188.
12 İbn-i Seyyidü’n-Nâs, Uyûnü’l-Eser, c. 1, s. 255.
13 Taberî, Târîhu’l-Ümem ve’l-Mülûk, c. 2, s. 285.