İÇTİMÂÎ GİDİŞÂTIMIZDA VAHÂMET

B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

Toplu yaşamak, canlıların müşterek bir hususiyetidir. Bu şekilde hem paylaşılan vasıflarla anlaşmak ve birlikte yaşamak fevkalâde kolaylaşır hem de meydana gelen dayanışma ve yardımlaşma ile korunma, hayatın idâmesi ve canlılığın alâmeti olan neslini devam ettirmek mümkün hâle gelir. Elbette ki bu hususiyete şuurla bağlı olan topluluklar; sahip oldukları meziyetler çerçevesinde gerekli tedbirleri alarak tarihte iz bırakmış, cemiyet olma başarısını göstermişlerdir. İnsanlar; toplu olarak bir arada emniyet içinde varlıklarını sürdürebilmenin yolunu, gerekli şekilde teşkilâtlanıp, tesis ettikleri devlet çatısı altında bulmuşlardır. Zarûrâtdîniyye olan; inanç, akıl, can, mal, nesil gibi hayat sermayesi unsurlarının korunması da bu sûretle mümkün olur. Allah Teâlâ; hikmetine binâen bu hususiyetlerle yarattığı insanı, kâinâtı ona musahhar kılarak, yeryüzünde halîfelik gibi fevkalâde ulvî bir vazifeyle taltif buyurmuştur.

 

Devlet olmak ve bu vâkıayı muhafaza edebilmek o kadar önemli bir meseledir ki, “Allah Teâlâ devletimize zeval vermesin.” niyâzı, halkın duâsı hâline gelmiştir. Bu sebepledir ki; Peygamber –sallâllâhu aleyhi ve sellem– Efendimiz, Medine’ye hicreti sonrasında, devletin temellerini atmaya yönelik olarak, Medine Vesikası’nı hazırlamıştır.

 

“Şehirdeki yahudiler ile diğer Arap kabîlelerini de kapsayan Medine Sözleşmesi; Peygamber –sallâllâhu aleyhi ve sellemEfendimiz’in günün şartları îcâbı, Mekke’deki İslâm muhaliflerine karşı; Medine’de birliği sağlamak, hicret eden müslümanlar ile diğer insanların huzurunu temin etmek, şehrin başkanı olduğunu tescillemek üzere yapmış olduğu bir anlaşmadır. Bedir Gazvesi ve Hudeybiye Musâlâhası sonrasında, şehirdeki yahudilerin anlaşmayı bozma teşebbüsleri, onların Arap Yarımadası’nın başka bölgelerine sürülmeleri ile son bulmuştur.

 

Sözleşmenin hazırlanmasında; ilâhî hitâbın yani vahyin adâlet, hakkāniyet ve insana değer veren anlayışının Peygamber Efendimiz tarafından uygulandığı gerçeğini göz ardı etmemek gerekmektedir.”1

 

“Medine Vesikası; siyâsî, iktisâdî, içtimâî ve dînî muhtevâsıyla çok yönlülük arz eden bir antlaşma hüviyetindedir. Bu vesika; müslümanların birliğini sağlayan yegâne unsurun İslâm olduğunu, onların birbirleriyle yardımlaşmaları, aralarında adâlet ve eşitliği gözetmeleri ve herhangi bir ihtilâf zuhurunda Allâh’a ve Rasûlü’ne müracaat etmeleri gerektiğini ortaya koymaktadır. Vesika; Araplar arasında mevcut olan kabîle asabiyetini, adâleti gözetme prensibiyle tahdit ve tanzim etmiş, haksızlık yapan bir kimsenin akraba dahî olsa cezalandırılmasını emretmiştir. Bu antlaşma; yahudilere mülk edinme ve din hürriyeti vermesi hasebiyle Rasûlullâh’ın onlara karşı muamelesindeki hârikulâde adâletin bir vesikasıdır. Şayet yahudiler kendi elleriyle bozmamış olsalardı, müslümanlarla aralarındaki bu âdil antlaşma devam edecekti.”2

 

Bir anayasa hükmünde de kabul gören Medine Vesikası; ilhâmını «AsrSaâdet»ten alan ve «İ‘lâ-yı Kelimetullah» dâvâsına kendilerini adayan sonraki nesiller tarafından da örnek alınmış; kendilerinden olmayanı katleden, işgal ettikleri beldeleri kan ve ateşe boğan batının aksine, bütün insanları vatandaş kabul ederek adâlet ve huzura kavuşturan rahmet medeniyetinin temsilcileri olmuşlardır. Bu hususta, fetih rûhuna dair bir soruyu, şair Yahya Kemal BEYATLI;

 

“–Fetihleri; bulgur pilâvı yiyip, İ‘lâ-yı Kelimetullah aşkıyla cihâd ederek yaptık.” diye cevaplandırır.

 

İslâm medeniyetinin hâkim olduğu coğrafyada; yerli halk da dâhil olmak üzere herkes, insan hak ve hürriyetleri bakımından devlet korumasına kavuşmuştur. «Yaratan’dan ötürü, yaratılanın sevilmesi» esâsıyla her inançta insanın, tesis edilen adâletle, asırlar boyu huzur içinde yaşadıkları, yabancı seyyahların eserlerinde de kaydedilmiştir.

 

İsmail Hâmi DÂNİŞMEND’in, «Eski Türk Seciye ve Ahlâkı» adlı eserinde, birçok batılı seyyahın, Türklerle ilgili görüşlerine yer verilmiştir. Buna göre; namuslu ve ulvî seciyeli Türk, kendisine nasıl muamele edilmesini isterse, kendisi de başkalarına öyle muamele eder. Bu hususta cins ve inanç fark etmez. Dinlerine son derece bağlı olan ve seciye ile ahlâk ulviyetini işte o dînin esaslarından alan eski Türkler, İslâmiyet’i bütün cihana yaymayı millî bir gaye ittihaz etmişlerdir. İslâmiyet’in men ettiği; sarhoşluk, kumar, düello, kibir ve azamet, cimrilik, kıskançlık, oburluk, hiddet ve şiddet, tembellik, koğuculuk ve zinâ gibi ahlâksızlıklardan eski Türk milleti tamamıyla münezzehtir…”3

 

Batılı seyyahlardan, Türk-İslâm düşmanı olanlar bile; içtimâî yapımızdaki yüksek fazîletleri gıpta ile anlatmaktan kendilerini alamamışlardı. Şanlı medeniyetimizin; Allah Teâlâ’nın mümtaz bir varlığı mesâbesindeki insana verdiği değer ve onu kavuşturduğu huzur, bu içtimâî vasıflardan mahrum olan Avrupalıları âdeta büyülemiştir. Bu sebepledir ki; o devirlerde Türklerin hayat tarzını taklit etmek, onlar gibi yaşamak, Avrupa ülkelerinde bir moda olarak kabul görmüştür.

 

Medeniyetimizde kâmil insan örneğinin iki vasfı; Allah Teâlâ’nın bütün emirlerini büyük bir huşû, vecd ve istiğrak hâlinde îfâ edebilmek ve bütün mahlûkatına merhamet ve şefkat göstermektir.”4

 

Bu şuurdaki fertlerden teşekkül eden bir cemiyet de, elbette ki bir rahmet cemiyeti olmaya namzettir. Devletin vazifesi, milleti bu ulvî gayeye yönlendirmektir. Şanlı medeniyetimizde; içtimâî yapıda olabilecek bütün zayıf noktaların tahkim edilmesi ve ihtiyaç duyulan bütün hususların karşılanması, hayırseverlerin kurdukları vakıf müesseseleriyle temin edilmiştir. Şehirdeki insanlardan, dağlardaki hayvanlara kadar bütün mahlûkata şâmil olan ve dünyada bir emsâli daha bulunmayan bu muhteşem vâkıadan dolayı, şanlı medeniyetimiz, «vakıf medeniyeti» olarak da vasfedilmiştir. Batılı seyyahların hayranlıkla kaydettikleri nizam, yüksek fazîletlerle dokunmuş bu içtimâî bünyedir.

 

Bu seyyahlardan Corneille Le Bruyn, 1732’de yayınladığı eserinde bu fevkalâdeliği şöyle kaydeder:

 

“Türklerin iyiliği, yalnız insanlara münhasır kalmayıp; hayvanlara, kuşlara bile şâmildir.”5

 

Tarihçi, sosyolog ve siyaset adamı İbn-i Haldun (1332-1406)’ya göre; galip ve mağlûplar arasında, hayranlık ilişkisi gelişir. Bunun sonucunda mağlûp taraf, galip tarafı hayat tarzı bakımından yüceltip taklit eder. Neticede kültürel bakımdan yozlaşarak, varlığını yitirme vetîresine girer. Şanlı medeniyetimizin vârisi mesâbesindeki cemiyetimizin vaziyetine de bu açıdan bakılabilir.

 

Osmanlı Cihan Devleti’nin son asırlarına doğru, mazlumlar âlemini iliklerine kadar sömürüp kazandıkları güçle «haçlı» mihverinde birleşen batı dünyası; Osmanlı coğrafyasını yağmalayıp Türkleri Anadolu gerisine sürme ihtirasına kapıldı. Bu cümleden olarak; Avrupa devletlerinin bitmez tükenmez saldırıları karşısında, gerilemesi mukadder olan Osmanlı Cihan Devleti’nin dûçar kaldığı vaziyet de budur. İngiliz tarihçi Arnold Toynbee (1889-1975) bu vaziyeti; «Osmanlı’nın durdurulması» olarak kaydediyor. Toynbee’nin tespitlerinden biri de, batılı sömürgecilerden daha tehlikeli olan bir tipi tarifidir. «Herodianlar» diye adlandırdığı bu kesim; sömürgecilerin gittiği yerde, onların fikirlerini ve kültürünü taklit ederek kendi halkına baskı uygulayan, halkın değerlerinden utanıp batıyı baş tâcı eden yerli tabakadır.

 

Bunlar; “Kendi halkına batılılardan daha çok zulmeder.”

 

Bahis mevzuu batılılaşma sevdası; şanlı medeniyetimizin bize kazandırdığı değerleri gönlümüzden çıkarıp, galip olan batıdan gelen bütün kültürel hususiyetlere gönlü açmak olarak anlaşılmış ve tatbik edilmiştir. Batılı hayat tarzını yerleştirerek, içtimâî bünyeyi bu çerçevede değiştirmek hususunda o kadar kararlı ve şiddetli davranılmıştır ki; ülkenin kalkınması meselesi bile gündemden düşmüş, neticeye varılmak için gerektiğinde darbelere başvurulmuştur. Bir zamanlar, şanlı medeniyetimizin esası olan muazzez dînimizi bırakıp, batının dîni olan Hıristiyanlığın kabulünün bile müzâkere edilmiş olması, bu hususta ne kadar da ileri gidildiğinin bir delilidir. Hâlbuki, tutulacak yol, batının bütün süflî vasıflarına gönlümüzü açmak yerine; bizi biz yapan kaybettiğimiz hasletleri tekrar kazanmanın yolunu aramak olmalı değil miydi!

 

Cemiyetin temelini teşkil eden aile yapımız gittikçe bozulmaktadır. Boşanmalar ve doğurganlık nisbetinde milletimizin istikbâlini tehlikeye düşürecek şekilde Avrupa standartlarına yaklaşılmış, hattâ aşılmıştır.

 

Peygamber –sallâllâhu aleyhi ve sellem– Efendimiz bir cemiyetin bünyesiyle alâkalı şöyle buyurur:

 

Mü’minler birbirlerini sevmede, birbirlerine merhamet ve şefkat göstermede; tıpkı bir organı rahatsızlandığında, diğer organları da bu acıyı paylaşan bir beden gibidir.” (Müslim, Birr, 66)

 

Hâlbuki istatistiklerde, içtimâî cinnet emâreleriyle sarsılan, içtimâî huzursuzluğun gittikçe arttığı ülkemizin; dünya güven endeksinde 113. sırada olup, halkın % 83’ünün birbirine güvenmediği görülmektedir.

 

Peygamber –sallâllâhu aleyhi ve sellem– Efendimiz;

 

“Kim bir kavme benzemeye çalışırsa, o da onlardandır.” (Ebû Dâvûd, Libâs, 4/4031) buyurur. İçtimâî bünyemizdeki değişmeler; batının teşvik ve destekleriyle, oradan gelen her şeyi kabul etmekle vahâmet seviyesine ulaşmıştır. Artık kimse insanımızın güzelliklerinden bahsedemiyor. Bir cemiyeti ifsâd eden bütün kusurlar mevcut ve hepsinin varlığı için, çağdaşlık adına canhıraş bir gayretle mücadele eden ve batıdan her türlü usûlle desteklenen gruplar, dernekler var. Dünyanın, gücü ele geçirmiş barbarlar tarafından hızla topyekûn bir savaşa sürüklendiği bir zamanda, Bosna’nın çilekeş önderi Aliya İzzetbegoviç’in şu sözü kulaklara küpe olmalıdır:

 

“Savaş; ölünce değil, düşmana benzeyince kaybedilir.”

 

_________________________

1 Murat AKARSU, Dergi Park, c. 1, sa. 2 (dergipark.org.tr).

2 Osman Nûri TOPBAŞ, Hazret-i Muhammed Mustafâ-2, Erkam Yay. (islamveihsan.com).

3 Hüdâvendigâr ONUR, Kamu Son Haber, 4.7.2025, (kamusonhaber.com.tr).

4 Osman Nûri TOPBAŞ, Genç Dergisi, sa. 56.

5 İ. Hâmi DÂNİŞMEND, Eski Türk Seciye ve Ahlâkı, İst. 1982, s. 184.