ERKEĞE, KADINA KURULAN TUZAKLAR
H. Kübra ERGİN hkubraergin571@gmail.com
Çocuk parkındayız. Bir buçuk yaşındaki torunumu salıncakta sallamak istiyorum. Ama onun gözü etraftaki daha büyük erkek çocuklarında. Onları takip etmek istiyor. Henüz bir buçuk yaşında olmasına rağmen onların arasına karışmak, onlardan biri olmak istiyor. Onlar gibi tırmanmak, atlamak, zıplamak istedikçe endişe ediyorum. Çünkü parktaki erkek çocuklar, sanki başlarında bir antrenör varmış da onları bir müsabakaya hazırlıyormuş gibi koşuşturup duruyorlar.
Kız çocukları salıncakta sallanıp gölgelik yerlerde oturuyor, sohbet ediyorlar. Erkek çocukları ise o sıcakta kan ter içinde kalmalarına rağmen, kendilerini helâk edercesine hareket ediyorlar. Bizim torun da ağabeylerini örnek alıyor. Kendisinin bir erkek çocuk olduğunu biliyor, hissediyor. Kendi hemcinslerini izliyor. Ama büyük oğlanlar, pek bebek bakıcılığı yapmaya niyetli değil. Düşüp kalkmasını pek umursamıyorlar. Kızlar hemen koşup kucaklarına alıyorlar, şefkat gösteriyorlar ama erkekler kendi akranlarıyla rekabete dalmışlar, hiç dönüp bakmıyorlar.
Onları seyrederken bir yandan da düşüncelere dalıyorum. Cinsiyete dair özellikler; hiç kimse öğretmese de yönlendirmese de daha çok erken yaşta, çocukların içinde mevcut:
Kız çocuklarda; bebeklerle ilgilenme, hassâsiyet gösterme duygusu daha erken yaşta kendini belli ediyor.
Erkek çocuklar ise; hayatın bir yarış olduğunu hissediyor, kendini yetiştirme ve ispatlama duygusuyla hareket ediyorlar.
Sonra torunum için açtığım çizgi film kanalındaki programların muhtevâları aklıma geliyor. Genellikle dikkat ediyoruz, TRT Çocuk kanalını açıyoruz. Gelinim de çok hassas bu konuda. Bazı kanallarda cinsiyetsizlik ve LGBT telkinleri ihtivâ eden yapımların olduğunu ondan öğreniyorum. Artık bu iğrenç dayatmalar, bebeklerin tertemiz dimağlarına musallat olma noktasına kadar gelmiş. Onlara nazaran tercih ettiğimiz TRT Çocuk kanalında, nispeten daha ailevî muhtevâlar görüyoruz. Ama inceden inceye yine kadın-erkek rollerinin farklılığını yok sayan bir üslûp var. Meselâ yukarıda bahsettiğim gibi; bariz bir fıtrat farkı varken, bu yokmuş gibi senaryolar yazılıyor.
Muhtemelen bu; yapımların, milletlerarası pazarlarda müşteri bulmasını kolaylaştırmak için tercih ediliyor. Zamanın rûhu diyorlar ya hani. Akçeli işler, her zaman imtihan konusu…
Meselâ birçok çizgi film veya dizide, kızlar ile erkekler hemen hemen aynı oyunları oynuyor. Hattâ karma takımlarda müsabaka yapıyorlar. Hâlbuki bu, hayatın akışına ters. Ne kızlar ister erkeklerin fizîkî kuvveti ve hırsı ile itişip kakışmayı; ne de erkekler ister takımlarındaki kızlara hassâsiyet göstermek zorunda kalıp, yavaşlamayı.
Sadece oyunlar değil; bütün ilgi sahaları, ilgilenme gayeleri, biçimleri, duyguları, her şeyleri farklıdır. Bu farklılık yaratılıştan gelir. Ayıp değildir, yasak değildir, yok sayılması gereken bir şey değildir. Ama yok sayılıyor. «Toplumsal cinsiyet eşitliği» adı altında güya bir tamire girişilmiş; kadın-erkek rolleri arasındaki farkları yok sayma, zoraki bir eşitleme anlayışı sürdürülüyor.
İnsan, elbette içinde yaşadığı atmosferden etkilenir. İnsan; herhangi bir canlı türü değildir, sadece içgüdüleriyle yaşamaz. İnandığı, kabullendiği doğrular ile karakterini ve hayatını inşâ eder. Fıtratının üzerine tesir eden kültürlenme, mutlaka onu önemli ölçüde biçimlendirir. Ama bu biçimlenmenin sonunda, fıtratından koptuğu için mutlu ve huzurlu olamaz.
Peki neden bu hâle geldi?
Batı âlemi; cinsiyet özelliklerini, neredeyse yok edilmesi gereken bir ilkellikmiş gibi görür hâle geldi. Neden? Bana öyle geliyor ki, buna en başta; batının nefsâniyeti kışkırtan ve en bayağı, en rezil noktalara sürükleyen özgürlük anlayışı sebep oldu.
Geçtiğimiz günlerde bir teknoloji programında şöyle bir cümle sarf edildi:
“Yapay zekâ da cinsiyetçi. Meselâ bir kız öğrenci görüntüsü oluşturmak istiyorsunuz; öğrenciye hiç benzemeyen, iç gıcıklayıcı bir kız görüntüsü oluşturuyor. Yapay zekânın yararlandığı veri yığını, ataerkil içeriklerle dolu olduğu için, ister istemez böyle sonuçlar çıkıyor.”
Gençlerle konuşuyorsanız, onların lisanında neyin ne anlama geldiğini bilmek zorundasınız. Meselâ; ataerkil, cinsiyetçi gibi kelimeler bizim zannettiğimiz mânâya gelmiyor. Kadını metâlaştıran bakış açısı mânâsına geliyor. Meselâ bir adam; çok müstehcen, ayıp, çirkin sözlerle âdeta bir kadının namusuna dil uzatan küfürler ettiği zaman, buna «cinsiyetçi küfürler» deniliyor. Çünkü böyle bir dünyaları var.
Amerika’da bir erkek trafikte giderken bir kadın şoföre öfkelense, hemen hakaret olarak bir kelime kullanır. O kelimenin mânâsı da bizim kötü yola düşmüş diye îmâ ettiğimiz çirkinliği anlatır. Yani kadınlara, hemcinsleri arasındaki en kötü örnekler üzerinden hakaret edilir. Feminist hareketler de bunun intikamını almak istercesine, erkek kelimesinin yanına şiddeti yapıştırır. Öyle ya, onların kültüründe, düello diye bir gelenek vardır. Bir adam; kendi dîninden, milletinden bir kişiyi, sırf gururu adına ölümüne çarpışmaya davet eder. O da gurur adına bu daveti reddedemez. Diğerleri de onların arasını bulmak yerine; «Kim ölecek?» diye seyrine bakar. Tıpkı binlerce dövüş oyunları, aksiyon filmlerinde olduğu gibi…
Batıda erkekler ve kadınlar böyle birbirine düştüğü için mi cinsiyet; ayıp, çirkin, kurtulunması gereken bir şey hâline geldi acaba?
Bir de bizim yani dînimizin ahlâk anlayışına bakalım:
Ebû Saîd el-Hudrî –radıyallâhu anh– şöyle buyuruyor:
“Nebiyy-i Zîşân Efendimiz, örtünme çağına girmiş bir genç kızdan daha hayâlı idi…” (Buhârî, Menâkıb, 23)
Düşünün ki; ilim ve irfan sahibi bir sahâbe, Peygamber Efendimiz –sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ahlâkını tarif ediyor. O’ndaki hayâ sıfatını tarif ederken, yeni yetişmiş kızların hayâsını örnek olarak zikrediyor.
Kadınlık denilince, akla en çirkin ve bayağı kadınların hâlleri değil; en saf, masum, fıtratı bozulmamış kızların hanımlığı geliyor. İşte aradaki fark…
Erkeklik deyince de aynı şekilde…
Kütüphâneleri gezip enteresan kitaplara göz gezdirmeyi severim. Bir keresinde Arap atasözleri diye bir kitapta şöyle bir söze rastlamıştım:
“Kin gütmek kadınlara, affetmek erkeklere (mahsustur veya yakışır…)”
Hilm kelimesinin etimolojisinde de böyle bir mânâ vardır. Genellikle gençlik çağının cehâletinin gittiği, tehevvürünün yatıştığı, olgunlaşma özelliği olarak anlaşılır. Gençlik çağında; öfke duygusunun insanı galeyâna getirmesi, biraz daha hoş görülebilir. Yüksek seviyedeki hormonlarla ilişkilendirilebilir bir delikanlılık hâlidir. Ama yaş ilerleyip, akıl tecrübelerle geliştikçe, gençliğin harareti yatıştıkça; artık olgun düşünme, çabuk kızmama, öfkeyle harekete geçmeme beklenir.
Kadınlarda, annelik duygusu veren hormonların etkisi sebebiyle durum tersinedir. Gençlik çağında, kadınlar, annelik hormonları sebebiyle; daha şefkatli, fedâkâr, hoşgörülüdür. Annelik hormonlarının kesildiği çağdan sonra, sert duygulara sebep olan hormonların seviyesi nispeten yükselir. O yüzden yaşlı kadınlar, pek hoşgörülü ve affedici değildir. Meselâ anneler; verdikleri onca emeğin karşısında nankörlük ve küstahlık görürlerse, evlâtlarına derin kırgınlık duyabilirler. Kendi haklarını alabilecek güçleri de olmadığı için; içlerine atıp, kötü duygulara saplanabilirler. Depresyonlu hastalarda; kırgınlık hisleri, unutamamak, affedememek yaygındır. Depresyon da yaşlı kadınlar arasında yaygındır.
Arap atasözü; sanki kadınlardaki hissî dalgalanmaları affetmenin, erkeklere düşeceğini bildiriyor. Yani erkeklere kinciliğin, husûmet gütmenin değil; hilmin ve affediciliğin yakıştığını ifade ediyor. Erkeklik, batıda şiddet kelimesiyle eşleşirken; bizde, olgunluk ve fazîlet ile eşleşiyor. Onlarda öyle bizde böyle…
Ne yazık ki şu anda gençlerimiz bizim dünyamızı tanımıyor.
Bizim inancımız; insanın nefsânî yönünün tezkiye edilebileceğini müjdeliyor. Tezkiye kelimesinin kökü, hem nefsin çirkin yönlerinin temizlenmesini hem de iyi tarafların, istîdat ve kabiliyetlerin inkişaf etmesini ifade ediyor. Meselâ aynı kökten gelen zekât, malı hem temizler hem de bereketlendirir. Bunun gibi, cinsiyetlerimize mahsus özelliklerimizin de kötü taraflarına fırsat vermeyip; hep iyi taraflarına ilham vermek, gaye göstermek, teşvik etmek mümkün. Bunu başardığımız zaman, cinsiyet yok sayılacak bir ayıp olmaktan çıkacaktır.
Esasen üstünlüğün takvâda olduğunu haber veren dînimiz, insanı nefsânî sıfatlardan çok rûhânî yönüyle tarif ediyor. İnsan öncelikle Allâh’ın kulu, Peygamber’in ümmeti sıfatıyla bir kıymet kazanıyor. Dünyevî rolü îcâbı; şu ırktan, bu cinsiyetten, bu kabiliyet ve hususiyetlere sahip olması, ancak bunları ihsân üzere bir kulluk yolculuğunda değerlendireceği imkân ve şerâit olarak görmesi gerekiyor.