DİVLEK TOHUMU -1-

Harun ÖĞMÜŞ harunogmus@gmail.com

 

 

Mehmet’le Vasil komşu çocuğuydular. İki afacan, çok iyi anlaşırlardı. Oyunda da birlikteydiler, erik ve hırtlak hırsızlığında da… Her gün sabahtan akşama kadar birlikte koşturur, akşam birbirine bitişik olan evlerine birlikte dönerlerdi. Hiç ayrılmadıkları için birlikte birçok maceraya atılmıştılar. Hırtlak yolmak için girdikleri bostan tarlasında bekçinin hışmına birlikte uğramıştılar. Kışın üşümesin diye saman üzerine konulmuş kavunlardan aşırmak için, Tekir Ali Ağa’nın samanlık deliğine tırmandıklarında birlikte yakalanmıştılar.

 

Hulâsa ayrılmaz ikiliydiler. Mahallenin diğer çocukları da bunu bilir, çelik-çomak gibi takım oyunlarında, onlara aynı takımda yer verirlerdi. Çocuklar arasında anlaşmazlık çıktığında; Mehmet’le Vasil birbirlerini tutar, diğer çocuklara pabuç bırakmazlardı. Bu tür anlaşmazlıkların birinde çocuğun biri;

 

«–Gâvur çocuğu!» diyerek Vasil’in üstüne çullanmış, Mehmet onu engelleyip itmiş, ikisi birlikte yere düşüp epey boğuşmuşlardı. Bu hâdise Mehmet’le Vasil’i birbirine daha da yakınlaştırdı. Birbirlerini hep koruyacaklarına dair söz verdiler. Bu sözlerini, yaşadıkları yörede çocuklar arasında yaygın olan bir ritüelle de perçinlediler.

 

Mehmet; evlerinden gizlice alıp getirdiği bir bıçakla önce kendi sağ işaret parmağına, sonra da Vasil’in sağ işaret parmağına küçük bir çizik açtı. Parmaklarının iç taraflarını birleştirerek, çiziklerden çıkan kanı karıştırıp kan kardeşi oldular. Aynı ana-babadan olmasalar, öz kardeş değilseler de artık kan kardeşiydiler. Başkalarına karşı birbirlerini kollamaya ant içtiler.

 

Mehmet’in babası Osman Ağa rençberdi. Atadan-dededen kalma toprakları sürüp eker, kaldırdığıyla kimseye muhtaç olmadan ailesini gül gibi geçindirip giderdi. Buraları az yağış olan bozkır ikliminde yer aldığı için, hububat ve bakliyattan başka pek bir şey bitirmezdi. Onun için o da buradaki hemen her çiftçi gibi, bir yıl nadasa bırakıp dinlendirdiği tarlalarına, diğer yıl arpa-buğday eker, ihtiyacı olan unu öğütüp bulgurunu haşladıktan sonra tohumluk ve hayvan yemi olarak ayırdıklarından arta kalan olursa şehre götürüp satardı. Şehre demir yolu geleli beri, hububat daha fazla para getirir olmuştu. Ancak asıl para getiren mahsul, bu köyde iyi yetişen ve hattâ köyün adıyla meşhur olan «divlek» adındaki kavundu. Biri köyün üstünden, diğeri altından akan iki çayın kış ve bahar aylarında coşan sularının bastığı tarlalarda yetişen bu kavun, güzün şehre araba araba götürülüp satılarak paraya tahvil edilirdi. Osman Ağa’nın, bu çayların geçtiği yerlerde çok arazisi olmadığı için, bu gelirden çok fazla hissesi olmuyordu. Ancak yine de çok şükür ailesine yetecek, eş-dost ve komşularına ikrâm edecek kadar hâsılat elde ediyordu.

 

Vasil’in babası ise evine bitişik olan bakkal dükkânını işletirdi. Ailesinin ihtiyacı kadar bostan, divlek vs. ekip sebze de yetiştirirdi, ancak ekseriya dükkânından ayrılmazdı. Güneş doğarken onu açıp önüne su serperek süpürür, sonra gelenleri karşılamak üzere beklerdi. Dükkân, lokum ve yer fıstığı gibi yiyeceklerin bulunduğu bir yer olarak çocuklar için de çok câzipti. Çocuklar Ramazan ve bayram günleriyle, kandil gecelerinde veya nazlarının geçtiği zamanlarda, anne-baba ve diğer büyüklerini bu tür yiyecekleri aldırmak üzere dükkâna getirirlerdi.

 

Vasil’in babası Yuhannes Emmi; okkayla tarttığı lokum veya fıstığı külâh hâline getirdiği kâğıda koyup verir, karşılığında da uzatılan madenî parayı alıp çekmeceye atardı. Ancak sabun, zeytin gibi bir ev için daha mühim bir ihtiyaç satın alındığında mukabilinde ödenen şey; bazen kâğıt para, çoğunlukla ise şinik veya tenekede ölçülerek getirilmiş buğday ya da arpa olurdu. O zaman Yuhannes Emmi, müşteriye el veya başıyla işaret ederek dükkânın dip tarafına yürür ve oraya koyduğu büyük örme bir çuvalın ağzını açar, müşteri de elindeki tenekede bulunan buğdayı veya arpayı çuvalın içine dökerdi.

 

Köyde yetişmeyen fıstık gibi leziz yiyeceklerin hoş kokusunun yayıldığı bu dükkân içinde olup bitenler, özellikle Yuhannes Emmi’nin lokumu koyacağı kâğıdı el alışkanlığıyla kolayca külâh haline getiriverişi, çocuklar için bir sirkte gösterilen cambazlık kadar dikkat çekiciydi.

 

Vasil’in ayrılmaz arkadaşı olan Mehmet de hemen hemen Vasil kadar, bu dükkânın imtiyazlılarından sayılırdı. Vasil’le oyun oynarlarken arada dükkânın önüne geldikçe, Yuhannes Emmi; canlarının ne umduğunu anlar, her birine birer lokum veya birkaç fıstık verip gönderirdi. Özellikle Yuhannes Emmi’nin mal almak için 10-15 günde bir şehre gidip, dükkânı karısı Marya Teyze’ye emânet ettiği günlerde iki kafadar, dükkânın sahibi değilse de ona yakın bir mevkie terfî ediverirlerdi. Hele hele Marya Teyze evinde bir iş için kısa süreliğine içeriye falan gittiği zamanlarda; ikisi birden tezgâha geçer, kendilerini bir süreliğine de olsa Yuhannes Emmi gibi hissederlerdi. Tabiî bu arada Marya Teyze’nin nefislerini körletmek için verdiğiyle yetinmeyip onun; “Daha fazla yemeyin, midenize dokunur!” diye tenbihlemesine rağmen lokum ve fıstıkları aşırmaktan geri durmazlardı.

 

Zaman böyle hoş geçerken, bir gün hükûmetten geldiğini söyleyen tellâllar, davulla ilân ettiler:

 

–Ey ahâlî! Duyduk duymadık demeyin. Padişah Efendimizin buyruğudur: Bütün memlekette seferberlik ilân edilmiştir. Tam, tam, tam…

 

Bu «seferberlik» neydi acaba? Herhâlde bayram gibi bir şeydi! Çünkü davullar çalmış, herkes köy meydanına toplanmış, alkışlar kopmuş, daha önce görmedikleri bir festival olmuştu. Ancak ondan sonraki birkaç gün içinde, bütün iş görür erkekler toplanıp götürüldü. Toprağı işleyecek, ekin ekip harman savuracak, güç-kuvvet sahibi kimse kalmadı. Geride kalan kadın, çocuk ve ihtiyarlar bütün bu işlerin üstesinden gelmeye çalışıyor, ancak o da bir dereceye kadar oluyordu. Sonra gün geçtikçe; lokum ve fıstık değil, ekmek için buğday bile bulmak zor hâle geldi. Süpürge bitkisi, artık yalnız el süpürgesi yapmak için revaçta değildi. Süpürge yapmaktan ziyade, tohumu alınmak için aranıyordu. Bakımsızlıktan verimi düşen topraklardan kaldırılan buğday ve arpaya bu tohum eklenerek, öğütülecek unun artırılmasına çalışılıyordu. «Seferberlik»in mânâsı zamanla daha anlaşılır hâle gelmişti. Seferberlik; ekmeklik un öğütmek üzere güçlükle elde edilen zahîreye katılacak süpürge tohumu aramak demekti. Yokluk demekti. Hasret demekti.

 

Tabiî Mehmet’in babası da toplanıp götürülen erkekler arasındaydı. Tarla işlerini annesi ve yetişmekte olan ağabeyleriyle ablası yapıyordu. Böyle aileler; seferberliği, her mânâsıyla daha derinden hissediyordu. Böyle 4-5 sene geçti. Sonrasında köyün giden erkeklerinden pek azı geri döndü. Onların da çoğu ya sakat kalmış veya tifüs gibi hastalıklara yakalanmıştı. Mehmet’in babası, dönenler arasında yoktu. Dönmeyen diğerleri gibi, onun da sadece künyesi gönderildi. Çanakkale’de şehîd olduğunu haber verdiler. (Devam edecek.)