HARP SANATI

Abdullah Mesud HIDIR mahidir@gmail.com

HARP SANATI

 

Kahraman kumandan Ka‘kā‘ (القعقاع) bin Amr radıyallâhu anh, Temim kabîlesine mensuptu. Bir rivâyete göre sahâbe, bir rivâyete göre tâbiîndendir.

 

Hulefâ-i Râşidîn döneminde üstün cesaret ve gayret sergiledi, askerî kabiliyetiyle İslâm fetihlerinde mühim vazifeler üstlendi.

 

Hicretin on ikinci yılında Halid bin Velid radıyallâhu anh, halîfe Hazret-i Ebûbekir radıyallâhu anh’den Irak fetihleri için takviye kuvvet istedi. Hazret-i Ebûbekir radıyallâhu anh;

 

Ka‘kā‘nın ordunun içerisindeki sesi, bin adamdan daha hayırlıdır. İçerisinde Ka‘kā‘ gibi bir süvari bulunan ordu asla yenilgiye uğramaz.” diyerek Ka‘kā‘ bin Amr’ı tek başına Halid bin Velid’e gönderdi.

 

Hayatı hakkında mahdut bilgilere sahip olduğumuz Ka’kāradıyallâhu anhın vefâtı da tam olarak bilinmemektedir. 660 yıllarında Mısır’da vefât ettiği tahmin edilmektedir.

 

*

 

636 yılında İslâm ordusu ile Sâsânîler, Kādisiye’de (Kûfe’nin 30 kilometre güneyinde) karşı karşıya geldi. Müslümanların sayısının 10 bin, Sâsânîlerin ise 70-80 bin civarında olduğu rivâyet edilir. Sâsânîler; bu savaşta, otuz fili, müslümanlara karşı bir savaş gücü olarak kullandı.

 

Ka‘kāradıyallâhu anh ve arkadaşları bu savaşta büyük kahramanlıklar sergiledi. Savaşın ikinci günü Ka‘kāradıyallâhu anhın komuta ettiği birlik, İranlılara karşı tesirli bir tuzak kurmuştu. Ka‘kā‘ ve arkadaşları; daha önce birkaçını bertaraf etmeyi başardıkları fillerin, müslüman askerlerin atlarını nasıl ürküttüğüne yakînen şâhit olmuşlardı. Ellerinde fil olmadığı için, benzeri bir taktik geliştirdiler. Birkaç deveyi; çeşitli süslerle bezeyip, etrafını kumaş parçaları ile örterek, korkunç ve garip bir şekle büründürdüler.

 

Hazırladıkları develerle, İranlı süvarilere karşı saldırıya geçtiler. Onların, fillerle müslümanlara yaptıklarını, onlar da develerle İranlılara yaptılar. Deveyi gören İran ordusundaki atlar ürküp üzerlerindeki binicileri atarak kaçıştılar. Müslümanlar da bu atlardan yakalayabildiklerine binip, tekrar Fars ordusu üzerine hücuma geçtiler.

 

O gün İranlılar, müslümanların filler sebebiyle gördükleri zarardan daha büyük zarar gördüler. Düşman atlarını korkutan ve neticede kaçıp gitmelerini sağlayan bu savaş taktiği, ilk dönem müslümanlarının savaşa mânevî açıdan hazırlıklı oluşlarının yanı sıra, savaş stratejisi açısından da üstün bir dereceye ulaştıklarının gösterir. (Ali Muhammed Sallâbî, Hazret-i Ömer radıyallâhu anh Hayatı Şahsiyeti ve Dönemi, s. 520)

 

İSRAF AZALTIR, İKTİSAT ÇOĞALTIR

 

Mustafa Âsım YÖRÜK Hocaefendi, 1859’da İstanbul’da doğdu. Babası Nasûhî Efendi, Fatih Câmii Dersiâmlarındandı. Dolayısıyla baba ocağı, ilmî bir merkez hüviyetindeydi. 1890 yılında Ahmed Hamdi Efendi’den icâzet aldı, ruûs imtihanını vererek dersiâm oldu. Akāid, kelâm, tefsir, hadis dersleri okuttu.

 

1908’de İstanbul’dan mebus seçildi. 1912’de eğitim hayatına geri dönerek, müderrislik ve âyân reisliği yaptı.

 

Mustafa Âsım Efendi, 25 Ağustos 1942 tarihinde vefât etti. Kabri, Sahrâyıcedid Mezarlığı’ndadır.

 

*

 

Hâce Musa TOPBAŞ Efendi anlatır:

 

“Muhterem fazîletli hocam, Mustafa Âsım YÖRÜK’ü bir gün çok neşesiz gördüm. Sebebini sorduğumda dedi ki:

 

«Evlâdım, halkın bu israfı daha ne kadar devam edecek? Evvelce az maaşlılar, fakirler bile iktisat, tasarruf kāidesini nefislerinde tatbik ettikleri için hem maddî yani para sıkıntısına düşmezler hem de biriken az parayı kendilerinden daha fakir olanlara tasadduk ederlerdi. Bu sûretle hem darlığa düşmezler hem de kimseye el açmazlardı. Hem de Sertâcü’l-Enbiyâ sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz Hazretleri’nin:

 

Yarım hurma ile dahî olsa cehennem azâbından korununuz. hadîs-i şerîfine imtisâl ederlerdi.

 

Hattâ memurlar derece ve sınıflarına göre; giyim eşyası, yağ, sabun vesâire alırlardı. Meselâ; az maaşlı bir memur, yüksek maaşlı memurun kullandığını kullanmaz, yediğini yemez, giydiğini giymezdi. Fakat mesuttular, müreffeh idiler.» buyurdular.” (Sâdık DÂNÂ, Altınoluk Sohbetleri 1, s. 11-12)



ŞAHDİZ (DİZ-KUH) KALESİ’NİN HİKÂYESİ

 

Büyük Selçuklu hükümdarı Sultan Melikşah, 6 Ağustos 1055’te doğdu. Sultan Alparslan; oğlu Melikşah’ın yetişmesi için, hususî ihtimam gösterdi. Yaşı küçük olmasına rağmen, oğlunu veliaht ilân etti. Sultan Alparslan’ın vefâtı üzerine, Melikşah 1072’de tahta çıktı. Sultan Melikşah’ın en büyük gayesi, İslâm birliğini tesis etmekti.

 

Babasının veziri Nizâmülmülk, Sultan Melikşah’a da devlet işlerinde rehberlik etti.

 

Bizans’ın zulmünden bıkan halk, Selçuklulara kucak açtı. Anadolu’nun fetihleri hızlandı ve Anadolu Selçuklu Devleti kuruldu.

 

Sultan Melikşah; tahtta kaldığı yirmi yılda, Selçuklu Devleti’nin sınırlarını genişletti, ilme ve sanata destek oldu, fukarâya hâmîlik yaptı, halkı refaha kavuşturdu.

 

Sultan Melikşah; 20 Kasım 1092’de, otuz yedi yaşındayken, zehirlenerek öldürüldü. Kabri, Isfahan’da kendi yaptırdığı medresede bulunmakta…

 

*

 

Bazı kaynaklarda Şahdiz (Diz-kuh) Kalesi’nin inşâsıyla ilgili şöyle bir hikâye anlatılır:

 

Sultan Melikşah, ava çok meraklıydı. Bir gün Bizans elçilerinin de katıldığı bir ava çıkmıştı. Av köpeği, bir avın peşinde dağa doğru koşuyordu. Sultan Melikşah ve yanındaki Rum elçileri de köpeği takip ederek dağa tırmandılar. Rum elçileri, dağın bölgeye hâkim bir yerde olduğunu görerek;

 

“–Eğer bu dağ bizim elimizde olsaydı, buraya pek çok şey için istifade edebileceğimiz bir kale yapardık.” dediler. Onların bu sözü Sultan Melikşah’ın zihninde yer etti. Bir milyon 200 bin dinar sarf ederek Şahdiz denilen bu kaleyi inşâ ettirdi. Haşhaşîlerden İbn-i Attâş, çeşitli hilelerle bu kaleyi ele geçirdikten sonra İsfahan halkı;

 

“Şu kaleye bakınız ki; rehberi bir köpek, yapılmasına işaret eden bir kâfir, şimdi orada öğüt veren bir zındıktır.” diye hayretlerini ifade ederdi. (Dr. Abdülkerim ÖZAYDIN, Selçuklu Tarihi Sultan Muhammed Tapar Devri, s. 78)

RASÛLULLAH (S.A.S.)’İN KALEMİ

 

Şah Veliyyullah ed-Dihlevî, 1703 yılında doğdu. Beş yaşında tahsile başladı, altı yaşında hâfız oldu. Farsça, Arapça ve İslâmî ilimler öğrendi. On beş yaşında babasından icâzet aldı. 1720’de babası vefât edince medresenin idaresini üstlendi ve dersler vermeye başladı. 1733’te Harameyn’e gidip on dört ay orada ikâmet etti. Memleketine ufku daha da genişlemiş olarak dönen bu âlim zât; hadis dersleri, eser te’lîfi ve halkı irşad faaliyetlerinde fedâkârâne çırpındı.

 

Dihlevî Hazretleri, 1762 yılında vefât etti. Kabri, Delhi’dedir.

 

*

 

Şah Veliyyullah Dihlevî; şer‘î hükümlerin sırları, yani hikmet-i teşrî‘ hususunda söz söyleyebilmek için, birtakım vehbî ve ledünnî kabiliyetlere nâil olmak gerektiğini söyler. O; bu ilmin kaynağından içmenin, ancak Allah Teâlâ’nın göğsünü ledün ilmine açtığı, kalbini vehbî sırlarla doldurduğu kimselere nasip olacağını ifade eder. O, kendisinin bu hususta yeterli olduğuna işaret etmiş ve hikmet-i teşrî‘ hususunda bir eser yazmasını sağlayan bazı fevkalâde hâller yaşadığını ifade etmiştir.

 

Dihlevî, Huccetullâhi’l-Bâliğa’nın baş tarafında, nâil olduğu ilhamdan ve görmüş olduğu bir rüyadan bahseder:

 

“Bir gün ikindi namazından sonra, Allâh’a teveccüh etmiş hâlde oturmakta idim. O anda Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem’in rûhâniyeti zâhir oldu ve üzerime attığı, elbise sandığım bir şey ile beni bürüdü ve o hâlet içerisinde kalbime üfledi. Bu, dînin bir tür beyânına işaretti. O anda kalbimde bir nûrun doğduğunu gördüm. Bu nur durmadan artıyordu. Bir zaman sonra Rabbim; bu önemli işin altına bir gün girmemin bir kaderim olduğunu, yeryüzünün Rabbimin nûru ile parlayacağını, ışıkların batacağı yerde tekrar yansıyacağını, Şerîat-i Muhammediyye’nin sağlam delillere dayanmak üzere yepyeni elbiseleri içerisinde bu zamanda tekrar parlayacağını kalbime ilhâm etti.”

 

Dihlevî; ilham hâdisesini bu şekilde zikrettikten sonra, kendisini te’lîfe teşvik eden bir rüyayı da şu şekilde aktarmaktadır:

 

“Rüyamda İmam Hasan radıyallâhu anh ile İmam Hüseyin radıyallâhu anh’ı gördüm. O gün ben Mekke’de bulunuyordum. Onlar bana bir kalem verdiler ve;

 

“Bu, dedemiz Rasûlullâh’ın kalemidir.” dediler. (Şah Veliyyullah ed-Dihlevî, Huccetullahi’l-Bâliğa, c. I, s. 23) (Ümit GÜLER, YL tezi, Şah Veliyyullah Dihlevî’nin Huccetullâhi’l-Bâliğa Adlı Eserindeki Hikmet-i Teşrî‘ Anlayışı, s. 39)