Şer‘î Kaidelerle Tasavvuf -53- TASAVVUF ve İLİM

Dr. Ahmet Hamdi YILDIRIM

 

 

(Şâzelî meşâyıhından Ahmed Zerrûk [v. 899/1494] Hazretleri’nin; tasavvufu, usûl ve fıkıh kaideleriyle anlattığı Kavâidü’t-Tasavvuf ve Şevâhidü’t-Taarruf adlı eserinin tercüme ve şerhine devam ediyoruz.)

 

ÜÇ FAYDA

 

Müellif Hazretleri, yedinci bâbın bu ilk kaidesinde, mevzu ve gayeleri itibarıyla ilmi ele alıp, tasavvufun bunlara karşılık gelen ilmî sahalarını ortaya koymakta:

 

Yetmiş Altıncı Kaide:

 

“İlim (üç nevi fayda verir. İlim öğrenmenin hedefi, gayesi bir fayda vermektir. Bu fayda);

 

• Ya (ilme) talebi araştırmak ve onu teşvik etmektir.”

 

Bahis; bir mevzuyu araştırıp ortaya koymaktır. Bir şeyden bahsetmek onun bir nevi reklâmı olur. İlmin ilk faydası onun ehemmiyetinden bahsedip, insanları ona davet etmektir.

 

(Bu fayda);

 

• Yahut amelin, pratiğin keyfiyetini ve usûllerini ortaya koymaktır.”

 

Yani mevcut olan bir ilmin amele nasıl döküleceğini, nasıl pratize edileceğini bizlere öğretmektedir. Bugün mekteplerde, akademide bu iki gayeye yönelik çalışmalar görürüz: Eğitimler verilir, tezler yazılır, kitaplar, makaleler neşredilir.

 

(Bu fayda);

 

•Yahut da bunların (zâhirî ilimlerin) ötesinde insanın ulaşabileceği, hayrî bir iş, (hayra hizmet eden mânevî, bâtınî) bir fayda olur.”

 

İlimden arzu edilen ilk fayda daha ziyade, mânâ ve ehemmiyetini anlatmak, ikinci fayda işin pratiğini, zâhirî usûllerini ortaya koymaktır. Bu iki madde, ilmin maddî / zâhirî tarafını ortaya koydu. Üçüncü fayda ise, öteye geçmektir. Mânevî / bâtınî bir neticeye vâsıl olmaktır.

 

(Bu üç gayenin, tasavvuf ehlinin ilimlerindeki karşılıkları şöyledir):

 

Birincisi: Vaaz ve nasihat ilmi.

 

İkincisi: Muâmelât ve ubûdiyet / kulluk ilmi.

 

Üçüncüsü: Mükâşefe ilmi.”

 

Tasavvufta, sohbet asıldır. Peygamberimiz, ashâbını sohbetle yetiştirmiştir. Emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münker, vaaz, irşad ve öğüt verme faaliyeti, tasavvufun mühim esaslarını teşkil eder. Tasavvufî eserlerin mühim bir kısmı; insanlara öğüt verme, «mârifetullâh»a teşvik etme gayesine hizmet eder.

 

İnsanlar; daveti kabul etti, öğrenmeye geldi. Şimdi muhtevâyı öğretmek gerekir. Dînî ilimlerin amelî kısmı fıkıhtır. Fıkhın da, ibâdât, muâmelât, ukûbat gibi alt başlıkları mevcuttur. Tasavvuf erbâbı, fıkhın sahasına giren bu alanda da eserler yazmışlardır. Böylece dînî hükümlerin, sadece zâhirde kalarak değil, rûhânî ve mânevî taraflarının ihmal edilmeden edâ edilmesine, ruhsatların peşine düşmeden, şüpheli şeylerde ihtiyat yolunu tutmaya, takvâya ve âdâba riâyet çerçevesinde bir kulluk ve muâmelât tâlim etmişlerdir.

 

Meselâ İhyâ’nın dört ana bölümünden birincisi «İbâdât»tır ve fıkıh kitabı tertibinde, meseleler tasavvufî bir derinlik ile işlenir.

 

İkinci bölüm «Âdât», muâmelâta karşılık gelir.

 

Üçüncü bölüm olan «Mühli­kât»ta haramlar, günahlar, kötü huylar ve şüpheliler ele alınır.

 

Dördüncü «Münciyât» bölümünde de bunların zıtları olan kıymetli hasletler ve güzel ahlâk bildirilir.

 

Böylece fıkıh ve ahlâk mezcedilerek, eserin adında ifade edildiği üzere ilimler ihyâ edilmiş, mâneviyatla diriltilmiş olur ki, tasavvufa bu bakımdan «fıkh-ı bâtın» denilmiştir.

 

Tasavvufsuz bir zâhirî ilim; makam-mevki elde etmek için okunan, şâz görüşlere, ruhsatlara dalmak için talep edilen, kibir ve enâniyeti kabartma vesilesi kılınan kupkuru bir kıyl ü kāl / dedikodudan ibaret olur.

 

Fuzûlî, herhâlde böyle bir ilmi kastederek şöyle der:

 

Aşk imiş her ne vâr âlemde;

İlm bir kıyl ü kāl imiş ancak!..

 

İlimden, tasavvufa mahsus asıl gaye ise, üçüncü maksada tekābül eder:

 

Keşif ilmi.

 

İlk iki merhalenin hakkını veren insan, bu merhalede sırlara erer. Öğrendiği ile amel edene, Allah bilmediklerini öğretir.

 

Yani sırasıyla; bir şey öğreniyorsun, öğrendiğinle amel ediyorsun, sonra da o amel ettiğin şeyin hakikatine vâsıl oluyorsun. Aradaki perde kalkıyor.

 

Müellifimiz ilmin üç gayesi ve tasavvuftaki üç karşılığının medârı olan üç âyet zikreder:

 

“Birinci kısım, (vaaz ve irşâd ilmi) şu âyet-i kerîme etrafında dolaşır:

 

«(Rasûlüm!) Sen, Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et!..»1

 

Biri (hikmet) bir topluluk içindir. Diğeri (güzel öğüt) bir başka topluluk içindir. Öbürü (güzel üslûpla mücadele) bir diğer topluluk içindir. Her biri kabul edeceği üslûpla davet edilir.”

 

Davette kullandığın üslûp, hikmet olsun. Yani yerli yerinde konuş.

 

Belâgat, «sözün; hâlin gerektirdiği şartlara mutâbık / tam uygun olması» şeklinde tarif edilmiştir. Yani bir sözün güzel ve tesirli olması, muhatabımızın durumuna tam uyum sağlayan bir üslûpta olmasıdır. Aynı mevzu ilk mektep talebesiyle, üniversite talebesine aynı üslûp ve tarzda anlatılmaz. Şehirliye ve köylüye aynı misaller verilmez. Öyle anlatılsa hikmetli olmaz. İsabetli olmaz. Çünkü tesir vermez, fayda sağlamaz.

 

İkinci olarak güzel öğüt… Demek ki öğüdün de güzeli ve güzel olmayanı var. Arzu edilen; olumlu örnekler vererek, bardağın dolu tarafını göstererek, ümit aşılayarak, dışlamadan kucaklayarak öğüt verebilmek. İrşad tarihi, mutasavvıfların bu sahadaki hârika menkıbeleriyle doludur.

 

Üçüncüsü; itirazcılarla, şüpheyle yaklaşanlarla mücadele etmek: Ancak o da en güzel üslûpla.

 

Devrimizde sosyal medyada ve toplumda siyâsî bir kutuplaşma var. Oradaki mücadelede bazen çirkin bir üslûp kullanılabiliyor. “Bunlara anladığı dilden cevap lâzım!” anlayışıyla, müslümanlar arasında da karşı tarafın kaba, aşağılayıcı ve çirkin üslûbuna kapılmak giderek artıyor.

 

Hâlbuki Kur’ân-ı Kerim; câhillerden yüz çevirmeyi, böyle ortamlarda çekişmeye girmeden oradan ayrılmayı tavsiye eder.2 Dahası, Rabbimiz müşriklerin putlarına sövmeyi bile yasaklamıştır. Çünkü bu, karşı tarafın da dönüp Allâh’a sövmesine zemin hazırlar.3

 

Mücadelenin güzelliği, muhatabımızda onun iyiliğini istediğimizi gösterebilmemize yarar. Derdimiz; onu ezmek, küçük düşürmek değildir. Haklı çıkmak, galip gelmek de değildir. O güzel mücadelede söyleyeceğimiz sert sözler bile; onu ihtizâza getirmek, kendine getirmek, düşündürmek gayesine mâtuf olacağından, isabetli olur.

 

Müellif Zerrûk Hazretleri; her bir üslûbun, bir gruba mahsus olduğuna işaret etmişti:

 

• İlim erbâbına davette bulunuyorsak, hikmetle konuşacağız. Onları; doğrudan nasihat yerine ince nükteler, hikmet pırıltıları daha iyi cezbeder.

 

Avâmnâsa davette bulunuyorsak, güzel öğütlerle davette bulunacağız. Onlara, idraklerini aşan hikmetleri söylemek faydalı olmaz.

 

• Eğer inatçı, inkârcı bir zümreyle karşılaşmışsak; onlarla da güzel, iknâ edici, düşündürücü burhanlar ve hüccetlerle mücadele edeceğiz.

 

“İkinci kısım, (ibâdât, muâmelât ilmi) şu âyet-i kerîme etrafında dolaşır:

 

«...Peygamber size ne verdiyse onu alın; size neyi yasakladıysa ondan da kaçının…»4

 

Yani kulluğun nasıl yapılacağını Hazret-i Peygamber’in sünnetinde göreceğiz.

 

“Üçüncü kısım, (keşif ilmi) şu âyet-i kerîmeye ve şu hadîs-i şerîfe dayanır:

 

«...Allah’tan ittikā edin (O’na karşı takvâlı olun ki) Allah size öğretir…»5

 

«Bildiğiyle amel edeni, Allah bilmediğine vâris kılar.»6

 

Demek ki;

 

Allâh’ın talebesi olabilmek, Medrese-i Rahmân’a kaydolabilmek için ilk şart, temel şart takvâ sahibi olmaktır. Bakara Sûresi’nin ilk âyetinde de;

 

هُدًى لِلْمُتَّق۪ينَ

“Bu kitap, müttakîlere hidâyettir.” buyurulur.

 

Eğer bir kimsenin CenâbAllâh’a karşı saygısı, edebi, şer‘-i şerîfe karşı hürmeti varsa, Cenâb-ı Allah ona, hikmet kapılarını açar.

 

Bir kişiyi Allah tâlim etti mi, ona hiçbir şey artık kapalı kalmaz. Murâd-ı ilâhîyi fehmedebilmek, takvâ nimetine istinâd eden bir hâdisedir.

 

Onun için;

 

Kişinin takvâsı ne derece yüksekse, ilmi de o derece derin olmuş olur.

 

Hadîs-i şerifte de ilmin mîras olarak verilmesi zikrediliyor. Mîras bedava elde edilir. Çalışıp yorularak değil. Kolay bir şekilde, zahmetsiz kazanılır.

 

Demek ki;

 

Her şey kitaptan öğrenilmiyor. Ama önce kitaptaki ile amel etmek gerekiyor.

 

Müellifimiz, 24’üncü kaidede, bir hadîs-i şerif zikretmişti:

 

“İlim, teallüm ile (adım adım gayretle), tahsil edilir…”7

 

Burada ise, ilmin zahmetsizce elde edilmesinden bahsediliyor. Bu ikisi nasıl te’lif edilir? Ahmed Zerrûk Hazretleri, bu teâruza cevap veriyor:

 

«İlim, teallüm ile (adım adım gayretle), tahsil edilir…» hadîs-i şerîfi asıl hakkındadır, fer’ hakkında değil.”

 

Yani ilmin temelinde, başlangıcında, adım adım gayret şarttır. Devamında ise, artık talebe, hocasını da geçebilir. Takvâsı nisbetinde, fehmi ve keşfi de açılır.

 

Eğer ilimde keşif ve ilham boyutu olmasaydı, hiçbir talebenin hocasını geçememesi lâzımdı. Mantıken bunun mümkün olmaması lâzımdı. Ama bir müddetten sonra; artık ilim, bir ilham boyutuyla elde edilmeye başlıyor. Fakat bunun şartı; o rahlede tabiri câizse dirsek çürütmeye, diz çürütmeye bağlı.

 

“Ebû SüleymânDârânî (v. 215)nin şu meşhur sözü buna işarettir:

 

«İnsanlar, günahları terk etmeye, (günah işlememeye, yanlış yapmamaya, kul hakkı yememeye, zulmetmemeye) karar verdiklerinde, artık onların nefisleri melekût âleminde dolaşmaya başlar ve o nefisler, sahibine, hiçbir âlimin ilmiyle elde edemeyeceği turfanda hikmetlerle döner.»”8

 

İmam Şâfiî’nin öyle bir zekâsı ve öyle bir hâfızası varmış ki; bir sahifeyi okurken, diğeri karışmasın diye diğer sahifenin üstünü örtermiş.9 Buna rağmen, hocası Vekî’e gidip şöyle demiş:

 

“–Hâfızamda kötüleşme var. Yeterince ezberleyemiyorum!”

 

Ebû Hanîfe Hazretleri’nin talebelerinden olan Vekî bin Cerrah ise ona şöyle cevap vermiş:

 

“–İlim bir nurdur, o temiz bir aynadan yansır. Eğer ayna kirliyse, oradan yansımaz. Günahları terk et ki, sana ilim verilsin!..”

 

Rahmetullâhi aleyhim ecmaîn

 

Şiir diliyle şöyle söylenmiş:

 

Üstâda dedim: «–Pek kötü ezberleyişim!»

«–Terk et!» dedi; «İsyanları, derman bu sana!

Nurdur o talep ettiğin irfân u ilim,

Hak nûru verilmez ki günahkâr olana…»

 

Binâenaleyh;

 

Bir insan CenâbAllâh’ın dînini yaşamaya ne kadar gayret ederse, günahlardan ne kadar titizlikle uzak durursa ilimden feyzi o kadar artar.

 

Günah denildiğinde de, mahdut birkaç şeyden ibaret zannetmemeli. Yukarıda denildiği gibi; Rasûl neyi emrettiyse yapmak, neyi terk ettirdiyse terk etmek!..

 

Meselâ Efendimiz –aleyhissalâtü vesselâm-, iki kabrin başına geliyor ve şöyle buyuruyor:

 

“Bu ikisi, kendilerince büyük olmayan birer günahtan dolayı azap görüyorlar. Evet, aslında (günahları) büyüktür.

 

•Biri koğuculuk yapardı.

 

•Diğeri ise, idrarından sakınmaz, iyice temizlenmezdi.”10

 

Demek ki;

 

Hiçbir günahı kendi zannımızda küçük görmemeliyiz.

 

Mevzumuza bağlarsak;

 

İlim yolcusu da, tuvalet âdâbına çok dikkat etmeli. İlim temiz bir iştir. Temizlik de tuvaletten başlıyor. Yani insan gelişi güzel taharetlenmemeli. Dikkat etmeli. İyi kurulanmalı.

 

Bu temizlik meselesi beraberinde neyi getiriyor?

 

Takvâ hassâsiyetini getiriyor.

 

•Namazdan zevk almayı getiriyor.

 

Hadiste geçen koğuculuk da bir başka belâ!.. Bir şair şöyle demiş:

 

“Arkamdan bana söven bana sövmüş değil. Onun sövdüğünü getirip de; «–Filân sana sövdü!» diyen var ya, asıl bana o sövmüştür!”

 

Elbette arkadan konuşmak, gıybet de büyük bir günah. Ama bir de bu sözleri taşımak, ara bozmaya çalışmak… Şimdi bir ilim yuvasında adam ara bozmaya çalışıyorsa, onun ilimden, irfandan bir nasibi olabilir mi? Allah böyle bir kalbe feyizler, ilhamlar lutfeder mi?

 

Lâkin öyle bir tâlib-i ilim ki; yanında bir dedikodu, bir nemîme bahsi açılacak olsa durduruyor, susturuyor. Dilini de kulağını da böyle sözlere kapatmış. Ne âlâ rikkat ve dikkat!..

 

Kişi, öğrendiği ile güzelce amel etmiş olunca; Cenâb-ı Hak da onun, ilim ve irfan vâdisinde feyiz ve bereketini artırıyor da artırıyor. Tarihimizde birçok âlimin, bir eserlerine bakıyorlar, bir de ömürlerine… Bu eserler; yıla, güne bölünse, günde şu kadar sahife yazmış olması lâzım. Akıl almıyor bu bereketi… Yanlış anlaşılmasın, devrimizdeki gibi, «kopyala-yapıştır»ın olmadığı bir zaman… Mum ışığında, göz nûruyla yazılmış eserler.

 

İşte bunlar takvânın bereketiyle oldu. Allâh’ın öğretmesiyle oldu.

 

Rabbimiz; bu satırlarımızı da, ilme teşvik, usûlünü tâlim ve sırlarına nâiliyyet yolunda muvaffak eylesin… Müellif Hazretlerine de sadaka-i câriye kılsın. Âmîn

 

_____________________________

 

1 en-Nahl, 125.

2 Bkz. el-Furkān, 63; el-A‘râf, 199; el-Kasas, 55; el-Kehf, 22.

3 Bkz. el-En‘âm, 108.

4 el-Haşr, 7.

5 el-Bakara, 282.

6 Ebû Nuaym, Hilye, X, 15. Bu rivâyet daha önce 23’üncü kaidede yer almıştı. Ayr. bkz. el-Ankebût, 69.

7 İbn-i Hibbân, Ravzatü’l-Ukalâ, 210; Taberânî, Evsat, 2738.

8 Bu söz, ilim ve takvâ münasebetinin ele alındığı 23’üncü kaidede de geçmişti.

9 Asperger sendromuna sahip kişilerin bazılarında bu fotoğrafik hâfızanın görüldüğü bildirilmektedir.

10 Buhârî, Vudû, 55, 56, Cenâiz, 82, Edeb 49. Ayrıca bkz. Ebû Dâvûd, Tahâret, 11; Tirmizî, Tahâret, 53; Nesâî, Tahâret, 26, Cenâiz, 116; İbn-i Mâce, Tahâret, 26.