RIZIK MESELESİ

Dr. Ahmet Hamdi YILDIRIM

 

 

Rızık meselesi, hem îtikādî hem fıkhî suallerle karşımıza çıkıyor.

 

Sual-cevap ilerleyerek inceleyelim:

 

Rızık nedir?

 

Rızık; yaşamak için ihtiyacımız olan, almamız gereken gıdâyı ifade eder. Ehl-i sünnet inancına göre; boğazdan aşağıya giden, bize yaşayabilmemiz için, hayatımızı sürdürebilmemiz için gerekli olan kaloriyi, enerjiyi veren yiyecek ve içecek maddelerine rızık denir.

 

İnsanın boğazından haram olarak geçen şeyler de rızık mıdır?

 

İnsanın dünya hayatında rızıklandığı şeyler haram yoldan elde edilmişse de rızık olarak görülür. Rızıktır, fakat kişi hesabını verir.

 

İki türlü haram söz konusudur:

 

Haram li-aynihî: Bizzat yemesi, içmesi haram olan; tabiatı, karakteri haram olan şeylerdir.

 

•Şarap,

 

Meşrû bir şekilde boğazlanmadan ölmüş hayvanın eti, (meyte / murdar / leş)

 

•Hınzır eti…

 

Bunlar bizzat ve her yönüyle haram olan yiyecekler ve içeceklerdir.

 

Haram li-gayrihî: Yeme-içme ve kullanma noktasında, aslında kendisi haram olmayan, fakat ârızî bir nitelikten dolayı haram hâle gelen türdür. Söz gelimi bir ekmek düşünelim: Buğday helâl, hamuru helâl, suyu helâl, mayası helâl, dolayısıyla ekmek özü itibarıyla helâl. Fakat onu bir kişi; çalmışsa, gasp etmişse, çalan kişiye haram hâline geliyor.

 

Haramın her iki türünden de, kişinin boğazından geçen lokma rızık olarak değerlendirilir. Fakat haram olarak geçti ise, kul onun vebâliyle karşı karşıyadır.

 

Rızık Allah’tandır ne demektir?

 

Rızık, CenâbAllâh’ın bütün yarattığı canlılar için teminat altına aldığını bildirdiği bir meseledir. Âyet-i kerîmede buyurulur:

 

“Yeryüzünde yürüyen her canlının rızkı, yalnızca Allâh’ın üzerinedir. Allah o canlının durduğu yeri ve sonunda bırakılacağı mekânı bilir. (Bunların) hepsi açık bir kitapta (Levh-i Mahfûz’da)dır.”1

 

İnsan Allâh’ın kendisi için tayin buyurduğu rızkı, dünyada elde eder. Bu şuur, insanın rızık için korkmasını ve gayr-i meşrû arayışlara girmesini engeller. “Rızkıma Rabbim kefildir.” özgüveniyle hayatta daima helâlin peşinden gider.

 

Biz dünyaya Allâh’a kulluk için gönderildik. Asıl varlık sebebimiz bu. Fakat dünyada yaşayan insanların hayatlarına bakarsanız; birçoğunun geçimini sağlamak, yiyip içmek için yaşadığını düşünürsünüz. Dünyayı kazanmak için canhıraş bir yarış… Daha fazla kazanmak için, daha fazla tüketmek için…

 

Cenâb-ı Hak, insanı kulluk için yarattığını bildirdiği âyetten sonra şöyle buyuruyor:

 

“Ben onlardan (insanlardan) rızık istemiyorum. Ben’i doyurmalarını da istemiyorum. Şüphesiz rızık veren, güç ve kuvvet sahibi olan ancak Allah’tır.”2

 

Yine rızık hakikatinin bir nüktesi de, evlâtların rızkıdır. Bugün ülkemizin nüfus artış hızının kaygı verici boyutta düştüğü bildiriliyor. Sebep nedir?

 

Evlenmelerin azalması ve gecikmesi, boşanmaların çoğalması vs. Bir de, çocukların geçimini sağlama endişesi… Şehirde yaşayan insanlar, bir-iki çocuktan fazlasından korkuyor.

 

Câhiliyyede de gafil insanlar; “Bakamayız.” diyerek çocuklarını öldürüyordu. Cenâb-ı Hak onlara da;

 

“Çocuklarınızı, rızık endişesiyle öldürmeyin! Size ve onlara rızık veren, Biziz!..”3 buyuruyor.

 

Rızık hususunda, tevekkül ve kanaat duygusuna ihtiyacı var insanın. Çocuklarını sen rızıklandırmıyorsun. Onlar rızkıyla geliyor.

 

Onları bu okula, şu tahsile göndermekle, onların rızkını artırmış olmuyorsun. Senin daha mühim vazifen, onlara uhrevî tahsillerini kazandırmak. O hususta ne âlemdesin?

 

Rızık hususunda; insan tam tevekkül üzere olmazsa, acele ediyor, hakkı olmayanın peşinde koşuyor, helâl olan rızkını, harama çevirebiliyor, Allah muhafaza etsin. Onun için; dikkat etmek lâzım, sabretmek lâzım. Harama bulaşmamaya, helâli kirletmemeye gayret etmek lâzım.

 

Rızık Allâh’a ait ise, insanlar çeşitli kıtlık ve kuraklık yaşanan yerlerde niçin ölüyorlar?

 

Burada şu cevaplar verilebilir:

 

Cenâb-ı Hak; rızkı teminat altına almıştır, fakat sonsuz ve sınırsız şekilde değil. Bilâkis her bir kula ayrı bir ecel takdir etmiştir. Her kul, eceli gelinceye kadar kendisine tayin edilen rızkı yer ve bazı kullar da, rızkını tüketmiş olmak hasebiyle vefât edebilirler. Burada temel parametre nedir? Sayılı nefes denir… Sayılı lokma denir… Nabız sayısı mıdır? Süre midir? Bu hususta farklı görüşler dile getirilmiştir.

 

Daha ince tefekkürlerde; aslında insanın çok az bir gıdâ ile yaşayabileceği, birkaç zeytin, birkaç hurma kadar bir rızıkla hayâtiyetini sürdürebileceği dile getirilir. Ancak insanın bu istîdâdını kuvveden fiile geçirebilmesi ancak alıştırmalarla, adım adım riyâzatlarla gerçekleşir. Tasavvuf âleminde bu noktada nakledilen kıssalar çoktur. Hinduizm, Budizm gibi çileci dinlerde bile bunun örneklerine rastlanmaktadır. Yani bu görüşe göre; kıtlıkta, kuraklıkta ölenler, aslında rızıksızlıktan ölmemektedir, vücutlarının alıştığı gıdâ rejiminden uzak kalmanın neticesinde vefât etmektedirler.

 

Aslında rızkın en büyüğü olan nefes, su gibi en temel ihtiyaç maddelerine neredeyse hiçbir bedel ödemeden erişiyoruz. Tutuyor, havayı ve suyu kendi ellerimizle kirletiyoruz.

 

Rabbimiz’in dünyada; toprakta bitirdiği, ağaçlarda yetiştirdiği, karada ve denizlerde lutfettiği rızıklar, bütün insanlara fazla fazla yetiyor. Lâkin insanlar açgözlülük yapıyor, cimrilik, ihtiras ve biriktirme hastalığına düşüyor. Paylaşamamak yüzünden, açlık, fakirlik ve yoksulluk yaşanıyor.

 

Peygamberimiz –sallâllâhu aleyhi ve sellem– şöyle buyurmuştur:

 

“Müslümanlar üç şeyde ortaktır: Ot, su ve ateş…”4

 

Yani eğer, yeryüzünde aç bir insan varsa, fakir bir insan varsa; emin olun ki, onun karşılığında, onun hakkını yiyen, ona, ödemesi gereken ödemeyi yapmayan bir zengin vardır. Bir emperyalist, kan emici vardır. Bir yerde bir aç varsa, bir yerde bir fakir varsa, demek ki, gelir dağılımında bir dengesizlik var demektir.

 

Cenâb-ı Allah, müslümanların zenginlerini zekât mükellefi kılıyor. Bu zengin müslümanlar, zekâtı, fakirlere ödemekle memurlar. “Fakir gelsin, beni bulsun!” deme lüksü de yok. Hadislerden anlıyoruz ki, sırtına para çuvalını vuracak, kapı kapı dolaşıp;

 

“Var mı bir fakir, var mı bir yoksul, var mı ihtiyacı olan biri?..” diye arayacak. Aramazsa ve o zekât borcunu fakire ulaştırmazsa, zengin sorumlu olmuş olur.

 

Rızka Allah kefil ise, insan çalışmadan da rızkı elde edebilir mi?

 

Rızkımıza kefil olan Cenâb-ı Hak bir de şöyle buyurmuş:

 

وَاَنْ لَيْسَ لِلْاِنْسَانِ اِلَّا مَا سَعٰىۙ ۝٣٩

 

“İnsan için yalnız kendi çalıştığının karşılığı vardır.” (enNecm, 39)

 

Demek ki bir gayretin, bir çabanın olması gerekiyor. Cenâb-ı Allah; bu iki hakikati birbirine raptetmiş, dengelemiş.

 

Bu hususta güzel bir menkıbe vardır:

 

Adamın biri;

 

“–Madem;” demiş, “Çalışsam da çalışmasam da rızık bana gelecek. Şurada, harap olmuş bir tekke var. Oraya gideyim, bekleyeyim, bakayım rızık bana gelecek mi?”

 

Bir müddet beklemiş. Sonunda bir müslüman, elinde bir tepsi börek;

 

“–Şu tekkede bir fakir-fukarâ, bir gariban varsa, şu böreği ona götüreyim de hediye edeyim.” demiş.

 

Tekkenin içerisine girmiş;

 

“–Hû! Kimse var mı?” diye seslenmiş. Bizim derviş de kenarda saklanıyor. Rızkın gelip onu bulmasını bekliyor.

 

Adamcağız, bir-iki defa seslenip de;

 

“–Herhâlde kimse yok!” diye geri dönecek gibi olunca, bizim derviş;

 

“–Öhö öhö!” diye öksürüp varlığını belli etmiş.

 

Adamın rızık konusunda son kanaati şöyle olmuş:

 

“Evet, rızık insana çalışmadan da geliyor ama, illâ bir öksürmek gerekiyor!”

 

Peki nereye, ne kadar çalışmak lâzım?

 

Hikmetli bir cevabı var:

 

“Dünyada kalacağın kadar dünya için, âhirette kalacağın kadar da âhiret için çalış!”

 

Şimdi kazanca dair suallerle devam edelim:

 

Bu suallerin bir kısmı, bir müessesede, bir işletmede işçi, memur ve benzeri bir kadroda çalışmakla alâkalı. Kardeşlerimiz iş arıyorlar, hayatlarını kazanmak için çalışmak istiyorlar. Lâkin girdikleri işyerlerinde bazı işlerin İslâm’a uygun olmadığını fark ediyorlar. Fakat meşhur bir tabirle, cüzdanlarıyla vicdanları arasına sıkışıyorlar.

 

Burada temel prensibimiz, şu âyet-i kerîmedir:

 

“İyilik ve takvâ üzere birbirinizle yardımlaşın. İş birliği yapın. Günah ve düşmanlık olan şeylerde iş birliği yapmayın!”5

 

Bir müslüman; fâiz, içki, kumar, fuhşiyat gibi haramların ne üretiminde, ne servisinde çalışamaz. “Ben orada elektrik işi yapıyorum, çay veriyorum.” gibi sözler, mazeret teşkil etmez. Çünkü Peygamberimiz;

 

“Allah; içkiye, onu dağıtana, içene, üzümünü sıkana, kendisi için sıktırana, taşıyana, kendisi için taşınana, satana, satın alana ve parasını yiyene lânet etmiştir (onu rahmetinden uzaklaştırmıştır).” (Tirmizî, Büyû, 58)

 

Câbirradıyallâhu anh– şöyle bildirmektedir:

 

Rasûlullahsallâllâhu aleyhi ve sellem-; fâizi yiyene, yedirene, kâtibine ve şâhidine lânet etti (rahmetten uzak olacaklarını bildirdi) ve;

 

«Onlar müsâvîdirler/eşittirler.» buyurdu.” (Müslim, Müsâkāt, 106)

 

Bu aynî haramların yanında, diğer mahzurlu hususları da herkes, kendisi değerlendirmek durumundadır.

 

Ben bu işyerinde çalışmakla, bir günaha yardımcı oluyor muyum? Bir yanlışın yayılmasına hizmet ediyor muyum?

 

İşte sağlam bir tevekkül, sağlam bir kanaat, güçlü rızık inancı; “Bana başka rızık yolu mu yok?” dedirir insana ve böyle bir ortamda çalışmaktan kurtarır.

 

Şu hadîs-i şerîfe gönül veren bir kardeşimiz, içine sinmeyen bir yerde çalışmaz:

 

“Eğer siz Allâh’a gereği gibi güvenseydiniz, (Allah), kuşları doyurduğu gibi sizi de rızıklandırırdı. Kuşlar sabahları kursakları boş olarak çıktıkları hâlde akşam dolu kursaklarla dönerler.”6

 

İşin tasavvufî boyutunu da ihmal etmemeliyiz:

 

İnsan, bulunduğu çevreden tesir alır. Yanlışları kanıksar, alışır, gözü alışır, rûhu alışır. Artık kalbi buğzedemez olur. Îmânın en zayıf hâlini bile kaybetmeye başlar.

 

Bu bâbda çok enteresan suallerle karşılaştık. Meselâ; at yarışında kullanılan atlara hizmet eden bir veterinerlik hizmeti câiz midir?

 

Bir yönüyle baksanız; mahlûkāta şefkatle hizmet, hattâ ata binmeyi bizzat terviç eden rivâyetler çoktur. Fakat bu kazanç, nereden gelecek? At yarışından!.. Nice nefsine uyan gafiller, çocuklarının ekmek parasını bir ganyan bayiine kaptıracaklar. Veterinerin parası da o cümleden gelmeyecek mi?

 

Her müslüman; mesleğini bu noktada ölçüp biçmeli, kendine göre değerlendirmeli.

 

Peygamberimiz;

 

“Yemeğinizi sâlihler yesin!”7 diye duâ ediyor ve aslında bir işarette bulunuyor. Sâlihler için üretin, müşteriniz sâlihler olsun, sâlihler ile oturup kalkın… Sofrada da, iş yerinde de, içtimâî hayatınızda da…

 

Bir başkasının yanında çalışmak mecburiyetinde olan kardeşlerimize dahî bu telkinlerde bulunduğumuza göre; üretici, sanayici, dükkânını kiraya verme durumunda olan, daha varlıklı müslümanlara elbette kazanç hususunda, «günahta yardımlaşmama» prensibini daha bir kuvvetle hatırlatmamız lâzımdır.

 

Bir müslüman, kendisi tüketmemesi gereken şeyleri; «Piyasada talep var!» diye de piyasaya süremez, sürmemelidir.

 

Yine müslüman bir tekstilci, çoluk çocuğuna giydiremeyeceği kıyafetleri; «Gençler bunu istiyor, bunu talep ediyorlar!..» diye piyasaya süremez, böyle bir gündem oluşturamaz.

 

Bir müslüman dükkânını gayr-i meşrû bir işin yapılması için kiraya veremez.

 

Bugün maalesef bakıyoruz ki, sanki ticaret için her şey mubah. “Paranın dîni olmaz, rengi olmaz. Para kazanmak için her şey yapılabilir.” gibi lâflar dolaşıyor.

 

Hâlbuki, bakıyoruz; ehl-i fısk ve küfür, yatırımda bulunacağı firmaya kendi bozuk anlayışını dikte ediyor. Soros ve nicesi, müslüman beldelerde nice ahlâksızlığı finanse ediyor.

 

Müslüman olan, müslüman olduğunu iddia eden bir insan -her ne tür meslek icrâ ediyorsa etsin- ister boyacı olsun, ister sıhhî tesisat işiyle meşgul olsun, ister duvar ustası olsun; ister bir camide hoca olsun, ister zengin; ister fakir olsun, her ne iş yaparsa yapsın, onun birinci önceliği dînini temsil etmektir. İslâm’ı tebliğ etmektir. Bütün insanların doğru dürüst bir din anlayışına sahip olmaları için, elinden gelen gayreti göstermek durumundadır.

 

Fetvâ arayanlar; her zaman görüşler tarihinde, fetvâlar külliyâtı içinde işlerine yarayan bir görüş bulabilirler. Ama bir müslüman vicdanı, o fetvâya ne der?

 

Tabiî bu söylediğimiz hususlarda mes’ûliyetimizin bazı sınırları var:

 

Evvelâ İslâm’da tecessüs yasak. Meselâ; bizden herhangi bir beyanda bulunmadan üzüm satın alan kişiyi; «Acaba onu şarap yapıyor mu?» diye takip edecek durumda değiliz.

 

Biz helâl bir ticaret yapıyorsak, bize ödenen her meblâğın geçmişini araştırmakla mes’ul değiliz.

 

Lâkin şu üç hususa riâyet edelim:

 

•Bir günaha, harama veya düşmanlığa yardımcı olmamak…

 

•İş çevremizin, kalbî hayatımızı târumâr etmemesi…

 

Fetvâdan takvâya doğru vicdânî bir yolculuk…

 

Bütün bunların çaresi, müslümanların hayatın el attıkları her sahasını, müslümanca bir şekle, mü’mince bir vasfa büründürmesidir. Bunu bir vazife bilmeleridir.

 

Cenâb-ı Hak; dünyevî rızıkların şükrünü edâ edebilmemizi, tükenmez bir hazine olan kanaate sahip olabilmemizi nasip buyursun. Bizleri hayatın her safhasında iyilik ve takvâda yardımlaşabilenlerden eylesin… Âmîn

 

__________________

 

1 Hûd, 6.

 

2 ez-Zâriyât, 57-58.

 

3 Bkz. el-İsrâ, 31; el-En‘âm, 151.

 

4 İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, V, 7; Ebû Dâvûd, Büyû, 60; İbn-i Mâce, Ruhûn, 16; Ahmed, V, 364.

 

5 el-Mâide, 2.

 

6 Tirmizî, Zühd, 33. Ayrıca bkz. İbn-i Mâce, Zühd, 14.

 

7 Ahmed, III, 139; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, VII, 451.