Kul Hakkı ve TELÂFÎSİ
Osman Nûri TOPBAŞ
MAHŞER YERİNDE MÜFLİS
Bir gün Rasûlullah –sallâllâhu aleyhi ve sellem– Efendimiz;
“–Müflis kimdir, biliyor musunuz?” diye sordu.
Ashâb-ı kiram;
“–Müflis; bizim aramızda, parası olmayan ve malı bulunmayan kimsedir.” deyince, Rasûlullah –sallâllâhu aleyhi ve sellem– (sözlerine) şöyle devam etti:
“–Ümmetimden müflis; kıyâmet günü namaz, oruç ve zekât sevâbı ile, (ancak bu sevapların yanında bir de amel defterine);
•Şuna sövdü,
•Buna zinâ iftirâsı yaptı,
•Şunun malını yedi,
•Bunun kanını döktü,
•Şunu dövdü (ve bunları yaparken de gıybete battı, diye yazılmış olarak) gelen kimsedir.
Onun hasenâtının sevâbından (hak sahibi olan) şuna-buna verilir.
Eğer üzerindeki borç ödenmeden önce ibâdet ve iyiliklerinin sevâbı tükenirse, alacaklıların günahlarından alınıp onun üzerine yüklenir. Sonra (onların günahları ile birlikte) cehenneme atılır.” (Müslim, Birr, 59; Ahmed, II, 303, 324, 372)
Bir başka hadîs-i şerifte buyurulur:
“Üzerinde bir dinar veya bir dirhemlik borçla ölen kimsenin borcu, onun hayır ve hasenâtından ödenir. Orada (mahşer yerinde) ne dinar ne de dirhem vardır.” (İbn-i Mâce, Sadakât, 12/2414)
Bu hadîs-i şerifler, bir imtihan âlemi olan dünya hayatında; Rabbimiz’e karşı kulluk vazifelerimizin yanında, kul haklarına da büyük bir titizlik göstermemizin gerekli olduğunu bildirmektedir.
Öyle ki;
Hak katında affa mazhar olmayan hususlardan biri şirk, bir diğeri de kul hakkıdır.
Cenâb-ı Hak, kulunun dağlar kadar günahını bağışlayabilir. Lâkin kul hakkını; affının dışında tutmakta ve bu husustaki bağışlamayı, zulme uğrayan kulunun arzusuna bırakmaktadır.
•Allah yolunda şehîd olanların,
•Kadir Gecesi’ni hakkıyla ihyâ edenlerin,
•Hacc-ı mebrûr gibi ibâdetleri kemâliyle edâ edenlerin bütün günahlarının bağışlanacağına dair verilen müjdelerin dahî, kul haklarını şümûlüne almadığı bildirilmiştir.
Bu sebeple alınacak ilk tedbir:
HAKKA GİRMEMEK
Fahr-i Kâinât Efendimiz –sallâllâhu aleyhi ve sellem–, ümmetini kul hakkına girmekten sakındırmak üzere birçok îkazlarda bulunmuştur:
“Allâh’a yemin ederim ki;
Sizden bir kimse haksız yere bir şey alırsa, muhakkak o aldığı malı boynuna yüklenerek Allâh’a kavuşacaktır.
Sakın ben sizden herhangi birinizi inlemesi olan bir deveyi veya böğürmesi olan bir sığırı ya da melemesi olan bir koyunu boynunda taşıyarak Allâh’a kavuştuğunu görüp tanımayayım!” (Buhârî, Hıyel, 15)
Hazret-i Ömer’in hilâfeti zamanında beytülmâl memuru bir gün temizlik yapıyordu. O esnada bir dirhem para buldu ve Hazret-i Ömer’in çocuklarından birine verdi.
Duruma muttalî olan Halîfe derhâl memuru çağırdı ve onu îkāz ederek şöyle dedi:
“–Sen neye dayanarak bunu yaptın? Sen kıyâmet günü beni bir dirhem için Muhammed ümmeti ile dâvâlı hâle getirmek mi istiyorsun?”*
Peygamberimiz –sallâllâhu aleyhi ve sellem–; vefât eden kişilerin borcu olup olmadığını sorar, borcu olanların namazını kıldırmaktan içtinâb ederek, borcun ehemmiyetine dikkat çekerdi. Maddî durumu kuvvetlendiğinde ise, bu borçları bizzat kendisi üstlenip ödemeye başladı.
Efendimiz –sallâllâhu aleyhi ve sellem–; alışverişlerinde, tedbir ve fazîlet olarak, ödenecek bedelden bir miktar fazla verirdi. (Bkz. Ebû Dâvûd, Büyû‘, 1; Tirmizî, Büyû‘, 5)
Peygamberimiz –sallâllâhu aleyhi ve sellem–; Mekke’nin fethinden sonra, henüz müslüman olmamış Mekkelilerden para ve silâh borç aldı. Sonra da borcunu ödedi. Galip olduğu hâlde, mallarına el koymadı.
İnsanların kul hakkı sahasında en çok hakkına girebilecekleri kişiler; emirleri altında çalışanlar, memurlar, hizmetçiler ve işçilerdir.
Enes –radıyallâhu anh–, vefâtı esnasında Peygamberimiz –sallâllâhu aleyhi ve sellem–’in yanında idi. Efendimiz –sallâllâhu aleyhi ve sellem–’in üç kez;
“–Namaz husûsunda Allah’tan korkun!” sözleriyle ferdî mes’ûliyetimize dikkat çektikten sonra, şu ifadeleriyle de içtimâî mes’ûliyetimizi hatırlattığını nakletmektedir:
“–Emriniz altındaki insanlar hakkında Allah’tan korkun, iki zayıf hakkında Allah’tan korkun: Dul kadın ve yetim çocuk.” (Beyhakî, Şuab, VII, 477)
İmamlık ve öğretmenlik vazifesinde bulunan kimseler, memuriyet sahipleri vesâir meslekte çalışanlar; vazifelerini ihmâl ettikleri, sudan bahanelerle ve olur-olmaz mazeretlerle mes’ûliyetlerini yerine getirmedikleri takdirde kul hakkına girmiş, harama bulaşmış olurlar.
Bir imam, cemaatinden mes’uldür. Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri, «imam» olacak kişinin «اصلح / aslah ve ارشد / erşed» olmasını, yani «en sâlih ve en olgun / sâlih amellere ve kâmil davranışlara sahip» bulunmasını şart koşmuştur.
Bir muallim de, talebelerinden mes’uldür. Onun vazifesini ihmâl etmesi yüzünden zarar gören, tahsilleri aksayan talebesinin hakkına girmiş olur.
Efendimiz –sallâllâhu aleyhi ve sellem–; maddî haklara olduğu gibi, lisanla işlenen zulümlere de dikkat çekmiştir:
“…Yarın pişman olacağın şeyi söyleme!..” (İbn-i Mâce, Zühd, 15)
“Allâh’a ve âhiret gününe îmân eden kişi ya hayır söylesin veya sussun!” (Müslim, Îmân, 77)
Zira, yine hadîs-i şerîfin ifadesiyle;
“İnsanları yüzüstü cehenneme sürükleyen, ancak dillerinin ürettikleridir!” (Tirmizî, Îmân, 8; İbn-i Mâce, Fiten, 12)
Peygamberimiz –sallâllâhu aleyhi ve sellem–, sahâbe-i kiram ve Hak dostlarının; kul hakkına girmemek için sergiledikleri titizliğin çok sayıda misâli vardır.
TELÂFÎ YOLLARI
Kul hakkına girildiyse, bunun telâfîsi için ne yapılabilir?
Bu suâlin teferruatlı bir cevabı vardır:
•Hak, maddî bir hak ise ve hâlen elde duruyorsa; derhâl sahibine iade edilmeli, ulaştırılmalıdır. Elde durmuyorsa; bedeli ödenmelidir, tazmin edilmelidir.
Hak sahibi vefât etmişse; hak, vârislerine ulaştırılmalıdır.
Hakka giren kişi, fakir düşmüş, o bedeli ödeyemeyecek vaziyette ise; hak sahibinden özür dilemeli, onunla helâlleşmeye çalışmalıdır.
Rasûlullah –sallâllâhu aleyhi ve sellem– Efendimiz, helâlleşmeyi hem ümmetine emretmiş hem de kendisi bizzat yerine getirmiştir.
Şöyle buyurmuştur:
“Ey insanlar! Kimin üzerine geçmiş bir hak varsa onu hemen ödesin; «Dünyada rezil rüsvâ olurum.» diye düşünmesin!
İyi biliniz ki;
Dünya rüsvâlığı, âhirettekinin yanında pek hafif kalır.” (İbn-i Esîr, el-Kâmil, II, 319)
Kul haklarının hesaplaşması ve helâlleşmesi âhirete kalırsa; ödemeler, orada mûteber tek varlık olan sevaplarla olacaktır. Hadîs-i şerifte şöyle tarif edilir:
“Kimin üzerinde kardeşine karşı ırz veya başka bir şey sebeple hak varsa, dinar ve dirhemin bulunmadığı (kıyâmet ve hesaplaşmanın olacağı) gün gelmezden önce daha burada iken helâlleşsin.
Aksi takdirde o gün;
•Sâlih bir ameli varsa, o zulmü nisbetinde kendinden alınır.
•Eğer hasenâtı yoksa arkadaşının günahından alınır, kendisine yüklenir.” (Buhârî, Mezâlim, 10, Rikāk, 48; Tirmizî, Kıyâmet, 2)
Hayatı boyunca bütün mahlûkātın hakkına, müstesnâ bir hassâsiyetle îtinâ göstermiş olan Allah Rasûlü –sallâllâhu aleyhi ve sellem– bizlere örnek olmak için, ümmetiyle şöyle helâlleşmiştir:
“Ashâbım!
Kimin sırtına vurduysam işte sırtım, gelsin vursun!
Kimin malını aldıysam, işte malım, gelsin alsın!” (Ahmed, III, 400)
Hadîs-i şerifte geçtiği üzere;
•Hak, fizîkî bir darp ve benzeri bir davranış ise, o hâlde hak sahibine hakkını kısas yoluyla alması teklif edilmelidir.
Hazret-i Osman –radıyallâhu anh– bir hizmetçisinin yanlışlıkla kulağını çekmişti. Hatasını anladığında ise hemen onun yanına gitti ve;
“–Sen de benim kulağımı çek!” dedi. Hizmetçisi, efendisinin kulağını edeben hafifçe çekti. Hazret-i Osman –radıyallâhu anh–’ın;
“–Ben daha çok çekmiştim; biraz daha sert çek de beni âhiret vebâlinden kurtar!” demesi üzerine, o gönlü uyanık hizmetçi;
“–Ey Halîfe! Daha fazla çekersem bu sefer de ben size borçlu kalırım!” cevâbını verdi ve helâlleştiler.
Rivâyete göre, bir gün Hazret-i Mevlânâ; kızı Melike Hatun’un, hizmetçisini azarladığını görür. Ona şöyle nasihat eder:
“–Onu niçin incitiyorsun? Acaba sen onun hizmetçisi olsaydın ne yapardın?
Kızım, Allah’tan başka hiç kimsenin gerçek mânâda kulu-kölesi yoktur. Sana hizmette bulunanlar, asla hizmetçilerimiz değil, hepsi de ancak kardeşlerimizdir.” (Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri, c. I, s. 626)
Bir başka helâlleşme misâli şöyledir:
İyâs bin Seleme –radıyallâhu anh– babasından şöyle nakleder:
“Hazret-i Ömer –radıyallâhu anh– çarşıya uğradı. Elinde bir kamçı vardı. Kamçıyı bana doğru sallayarak;
«–Ortada durma, yolu aç!» dedi. Kamçı elbisemin ucuna geldi.
Ertesi sene tekrar karşılaşınca bana;
«‒Seleme, hacca gitmek ister misin?» diye sordu.
«–Evet!» deyince elimden tutup beni evine götürdü. Bana içinde 600 dirhem olan bir kese verdi ve;
«‒Bunları hac yolunda kullanırsın. Şunu bil ki bunlar sana salladığım kamçıya karşılıktır!» dedi.
Ben;
«‒Ey Mü’minlerin Emîri! Bahsettiğin kamçı meselesini hatırlayamadım?» dedim.
O da;
«‒Ben de hiç unutamadım!» dedi.” (Taberî, Târîh, IV, 224)
Çünkü;
Eğer bu dünyada unutursak, bize âhirette hatırlatılacaktır. Bu hakikati hiç unutmamak lâzımdır.
İMKÂNLAR TÜKENİRSE…
•Hak sahibi ölmüşse, vârisleri de yoksa, helâlleşmek isteyen kişi; elindeki maddî hakkı, hak sahibi adına tasadduk ederek, vebalden kurtulmaya çalışır ve bol bol istiğfâr eder.
•Hak, mânevî ise; yani kardeşinin gıybetini yapmış, ona iftira etmiş, sözünü başkasına taşımış, haysiyetini incitecek bu tür bir günah işlemişse, bunun telâfîsi nedir?
Bir suçun telâfîsi, kendi cinsinden olur. Kişi, kardeşinin gıybetini ettiği meclise tekrar giderek, kendi kendisini tekzip etmelidir. Meselâ;
“–Ben filân kardeşim hakkında, size şöyle şöyle söyledim. Bunlar iftira idi.” demelidir.
Meselâ Hazret-i Bilâl’e karşı, ağzından çirkin bir söz kaçıran Ebû Zer Hazretleri, başını onun ayağı altına koyarak helâllik istemiştir.
Kişi; gıybet etmişse, pişmanlığını dile getirerek, bu sefer o kardeşini güzel hasletleriyle övmelidir.
Gıybetini yaptığı kişi, bunu bilmiyorsa, ona gidip anlatmalı mıdır?
Bu hususta âlimler iki gruba ayrılmıştır:
Bazı âlimler; helâlleşmeyi emreden hadîs-i şerîfin umûmî ifadesinden dolayı, kişinin mutlaka gidip yaptığını söylemesi ve helâllik istemesi gerektiğini söyler.
Diğer âlimler ise şu mütalâada bulunurlar:
Eğer gıybet veya iftira eden kişi; bu gizli durumu açığa çıkardığında, bir fitne zuhûr edeceğinden yahut nefretin artacağından endişe ederse, bunu yapmaz ve Allâh’a yalvarır, kendisi ve o kardeşi için istiğfâr eder. Hasenatta bulunur.
Bu iki ayrı görüşe sahip iki âlimin şöyle bir kıssası vardır:
Abdullah İbn-i Mübârek –rahmetullâhi aleyh-;
“–Gıybetin tevbesi, gıybetini ettiğin kişi için istiğfâr etmendir.” dedi.
Süfyan bin Uyeyne –rahmetullâhi aleyh- ise;
“–Hayır! Söylediğin sözler için o kişiden bağışlanma istemendir. (Kendisinden helâllik istemendir.)” dedi.
Bunun üzerine İbn-i Mübârek;
“–Ona iki kez eziyet verme!..” dedi.
Tabiî ki; edilen gıybetin muhtevâsı, bu özür dileme gayretinin üslûp ve zamanlaması da bu kararı tayin etmede tesir sahibidir.
Hakka giren kişi; eğer fitneden emin olup hak sahibine durumu açacak ise, hakkını helâl etmesi için hak sahibine hediyeler verir, fiilî veya aynî olarak ona yardım eder, zor zamanlarında kendisinin yanında durur. Böylece gönül alıcı davranışlar sergiler.
Maalesef; insan geçmiş senelerde gıybetini ettiği şahısları unutabilir. Onlara ulaşması imkânsız hâle gelebilir. Bu durumda, en başta zikrettiğimiz hadîs-i şeriflerdeki hakikatten dolayı, âhirette geçer akçe olan sâlih amellere, hasenelere başvurmaktan başka çare kalmamaktadır:
ÇARE: SADAKA
Ebu’l-Leys Semerkandî Hazretleri buyurur:
“Az veya çok, mutlaka dâimâ sadaka vermeni tavsiye ederim. Zira sadakada on övülmüş haslet vardır ki, beşi dünyada beşi âhirettedir:
Dünyadaki beş haslet şunlardır:
Birincisi: Sadakanın malı temizlemesidir. Peygamber Efendimiz –sallâllâhu aleyhi ve sellem– buyurdu:
“–Ey tüccar topluluğu! Muhakkak ki alışverişe yalan ve yemin bulaşır. Bunun için siz de ona sadaka karıştırınız!” (Ahmed, IV, 6; Ebû Dâvûd, Büyû‘, 1/3326)
İkincisi: Sadakanın nefsi ve bedeni günahlardan temizlemesidir. Allah Teâlâ (Tebük seferinde geri kalanlar hakkında) şöyle buyurmuştur:
“(Ey Habîbim!) Onların mallarından sadaka al; bununla onları (günahlardan) temizlersin, onları arındırırsın!..” (et–Tevbe, 103)
Üçüncüsü: Sadakanın belâ ve hastalıkları uzaklaştırma faydası vardır. Rasûlullah –sallâllâhu aleyhi ve sellem– Efendimiz buyurmuştur:
“…Hastalıklarınızı sadaka ile tedavi edin…” (Ebû Nuaym, Hilye, II, 10; IV, 237)
Dördüncüsü: Sadakada, yoksulları sevindirmek vardır. Amellerin en fazîletlilerinden biri de, mü’minleri sevindirmektir.
Beşincisi: Sadaka sayesinde mal bereketlenir, rızık genişler. Âyet-i kerîmede buyurulur:
“…Siz (Allah için) ne infâk ederseniz; O (Allah), onun yerine başkasını verir…” (Sebe’, 39)
Âhiretteki beş haslet ise şunlardır:
Birincisi: Sadaka; sahibi için, o şiddetli sıcakta gölge olacaktır.
İkincisi: Sadaka, kulun hesabını kolaylaştırır.
Üçüncüsü: Mîzanda hasenat terazisinin ağır gelmesine fayda sağlar.
Dördüncüsü: Sırat’tan geçişe faydası olur.
Beşincisi: Cennette dereceleri yükseltir.
Semerkandî Hazretleri’nin kısaca temas ettiği hadislerden biri şöyledir:
Fahr-i Kâinât Efendimiz –sallâllâhu aleyhi ve sellem–’e bir adam gelip;
“–İnsanların Allâh’a en sevimlisi hangisidir? Amellerin Allâh’a en sevimlisi hangisidir?” diye sordu.
Peygamberimiz –sallâllâhu aleyhi ve sellem– şöyle buyurdu:
“–İnsanların Allah Teâlâ’ya en sevgilisi, insanlara en faydalı olandır.
Amellerin Allah Teâlâ’ya en sevgilisi ise;
•Bir müslümanı sevindirmendir veya;
•Onun bir sıkıntısını gidermendir. Yahut;
•Onun bir borcunu ödemendir. Veyahut;
•Onun açlığını gidermendir.
Bir mü’min kardeşimin ihtiyacı için onunla beraber yürümek, bana şu mescidde (Mescid-i Nebevî’de) bir ay îtikâfta kalmaktan daha sevimlidir.
Kim öfkesini tutarsa, Allah onun ayıplarını örter.
Kim -istese öfkeyle hareket edebileceği hâlde- gayzını yutarsa, Allah onun kalbini kıyâmet günü ümitle doldurur.
Kim kardeşinin bir ihtiyacı için, halloluncaya kadar onunla yürürse; Allah, ayakların kaydığı gün, onun ayağını sâbit tutar.” (Taberânî, Kebîr, XII, 346)
Dînimizde; seyyieleri, günahları ve kötülükleri dâimâ işlenecek hasenelerle, hayırlarla telâfî etmeye çalışmak emredilmiştir.
Âyet-i kerîmede buyurulur:
“…Haseneler / iyilikler kötülükleri (günahları) giderir…” (Hûd, 114)
Âyet-i kerîme, öncelikle namazdan bahsetse de, hasenât husûsunda umûmîdir.
Elbette kılınan namazlar veya sadakalar, yapılan hayır ve hasenatlar, doğrudan kul hakkını sildirmezse de;
•Allâh’ın rahmetini celbederek, gazabını söndürür.
•Cenâb-ı Hakk’ın, mahşer yerinde; kul hakkına giren ile hak sahibi arasına girip, hak sahibine, affettiği takdirde mükâfatlar bağışlayarak yardımcı olmasını sağlayabilir.
CENÂB-I HAKK’IN YARDIMI
Enes bin Mâlik –radıyallâhu anh– anlatır:
Rasûlullah –sallâllâhu aleyhi ve sellem– aramızda oturuyordu, azı dişleri görününceye kadar güldüğünü gördük.
Hazret-i Ömer;
“–Anam babam Sana fedâ olsun ey Allâh’ın Rasûlü! Sizi böyle tebessüm ettiren nedir?” diye sordu.
Efendimiz –sallâllâhu aleyhi ve sellem– şunları anlattı:
“–Ümmetimden iki kişi yüce Rabbimiz’in huzûrunda diz çöktüler.
İçlerinden biri;
«–Ey Rabbim, benim hakkımı kardeşimden al!» dedi.
Allah Teâlâ;
«–Hakkını kardeşinden nasıl alayım, zira onun hiçbir hasenesi kalmamıştır.» buyurdu.
O;
«–Öyleyse günahlarımın bir kısmını ona yükle!» dedi.”
Bu sırada Allah Rasûlü –sallâllâhu aleyhi ve sellem– ağladı, gözlerinden yaşlar dökülmeye başladı ve şöyle buyurdu:
“–Kıyâmet günü öyle dehşetli bir gündür ki, o günde insanlar günahlarının başkalarına yüklenmesine son derece ihtiyaç duyarlar.”
Sonra şöyle devam etti:
“Allah Teâlâ hakkını talep eden kişiye;
«–Gözlerini kaldır ve cennetlere bak!» buyurdu.
Adam başını kaldırdı ve;
«–Yâ Rabbî! Altından yapılmış şehirler, altından yapılmış ve incilerle süslenmiş saraylar görüyorum. Bunlar hangi peygamber, hangi sıddîk veya hangi şehîd için hazırlandı.» dedi.
Cenâb-ı Hak;
«–İstersen sen buna sahip olabilirsin.» buyurdu.
Adam;
«–Ne ile?» deyince Allah Teâlâ;
«–Kardeşini affetmek sûretiyle…» buyurdu.
Adam;
«–Ey Rabbim, kardeşimi affettim!» dedi.
Bunun üzerine Allah Teâlâ;
«– Kardeşinin elinden tut ve onu cennete götür!» buyurdu.”
Bu hâdiseyi anlattıktan sonra Rasûl-i Ekrem;
“–Allâh’a karşı gelmekten sakının ve aranızı ıslaha çalışın. Gördüğünüz gibi Allah Teâlâ müslümanların arasını ıslah ediyor.” buyurdu. (Hâkim, el-Müstedrek, IV, 620)
İşte bu muazzam ilâhî yardıma nâil olabilmek için; Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına eriştirecek ne kadar tasadduklar, hasenatlar ve sâlih ameller biriktirmek lâzımdır!..
Kıyâmet öyle bir demdir ki, âyet-i kerîmenin ifadesiyle, kişi kardeşinden, anne-babasından, eşinden ve çocuklarından kaçacaktır. (Bkz. Abese, 34-36)
Tefsirlerde, mahşer yerinde insanların;
“–Evlâdım, eşim veya kardeşim benden hakkını isteyecek! Âhirette düştüğü durumdan dolayı beni suçlayacak! Hâlbuki benim derdim bana yeter!” diye kaçacakları bildirilmiştir. (Taberî, Tefsîr, Abese, 34-36; Mâverdî, en-Nüketü ve’l-Uyûn, Abese, 34-36)
Muhterem babam Musa Efendi de bana zekât ve hayrat defterini gösterir;
“‒Bak oğlum; şu sayfa zekâtım, şu sayfa da hayrâtımdır. Nefis dâimâ insanı aldatır. Az bir hayrı çok gibi gösterir. Bunun için muhakkak zekât ve hayrâtınızı ayrı ayrı yazın. Hayrâtınız da -bilhassa zor zamanlarda- zekâtınızın çok çok ötesine geçsin. Bu, büyük bir rahmet vesilesidir. Zira sadaka, belâları önler!” nasihatinde bulunurdu.
•Bunlar tecellî etmezse; hak sahibi, hakka girenin amellerini isteyeceğinden, yine ona birikmiş sâlih ameller lâzım olacaktır.
Şu âyet-i kerîme de, mü’minlerin günahlardan sonra işleyecekleri sâlih amellerin, affa vesile olabileceğine işaret eder:
“(Tebük’e katılmayan) diğerleri ise günahlarını itiraf ettiler, sâlih bir ameli diğer kötü bir amelle karıştırdılar. (Tevbe ederlerse) umulur ki Allah onların tevbesini kabul eder. Çünkü Allah çok bağışlayan, pek esirgeyendir.” (et–Tevbe, 102)
Bir hadîs-i şerifte Rasûl-i Ekrem –sallâllâhu aleyhi ve sellem– Efendimiz, şöyle buyurmuştur:
“Bir günah işlediğinde hemen arkasından bir sâlih amel işle ki onu silsin süpürsün!” (Tirmizî, Birr, 55)
Yukarıda geçen hadîs-i şerif de böyledir:
“–Ey tüccar topluluğu! Muhakkak ki alışverişe yalan ve yemin bulaşır. Bunun için siz de ona sadaka karıştırınız!” (Ahmed, IV, 6; Ebû Dâvûd, Büyû‘, 1/3326)
Hadîs-i şeriflerde buyurulur:
“Sadaka, suyun ateşi söndürmesi gibi günahın azâbını söndürür.” (Tirmizî, Îmân, 8)
“Siz, cömerde ta‘n etmeyin. Cömert eğer sürçerse, Allah onu (mecâzî olarak) elinden tutup kaldırır.” (Heysemî, VI, 282)
“Sadaka belâyı defeder.” (Bkz. Tirmizî, Zekât, 28/664; Süyûtî, el-Câmiu’s–Sağîr, I, 108)
Bazı âlimler; bu müjdelerin küçük günahlara mahsus olduğunu, kul haklarını içine almadığını bildirmişlerdir.
Bazı âlimler; bu hasenelerin faydasının doğrudan günahı silmek değil, tevbeyi pekiştirerek, yeni günahların işlenmesine mâni olmak olduğunu bildirmişlerdir.
Zira bütün günahlarda olduğu gibi, gıybet ve benzeri günahların keffâretinde de takip edilecek yol şudur:
•Nasûh bir tevbe,
•Kuvvetli bir pişmanlık,
•Tevbe edilen günahı tamamen terk…
•Günahından bağışlanma dilemek ve
•Sâlih amellerle o tevbeyi pekiştirmek, tescil etmeye çalışmak…
Her hâl ü kârda, mahşer gününde, gönül heybemizin makbul hasenat, sâlih amel ve sadakalarla dolu olmasına muhtacız. İster bu haseneler, dünyada iken seyyieleri telâfî etmiş olsun, ister orada telâfîsine fayda verecek olsun…
Helâlleşme bahsinde insanları korkutan bir husus, reddedilmek ve terslenmektir. Mü’min; âhirette yaşanacak muhakemenin zorluğunu tefekkür ederek, dünyada böyle bir muameleyle karşılaşmaktan çekinmemeli, gönül alarak helâlleşmeye, küslükleri gidermeye çalışmalıdır.
Diğer taraftan, dînimiz hak sahiplerine de helâlleşmeyi tavsiye etmiştir:
HELÂL ETMEK FAZÎLETTİR
Peygamberimiz –sallâllâhu aleyhi ve sellem– bir gün buyurdu:
“–Sizden biri, Ebû Damdam gibi olmaktan âciz midir?”
Oradaki sahâbîler;
“–Ebû Damdam kimdir?” diye sordular.
Rasûl-i Ekrem –sallâllâhu aleyhi ve sellem– Efendimiz de şöyle buyurdu:
“–Sizden önceki kavimlerden birine mensup idi.
«–Bana hakaret eden ve dil uzatarak gıybetimi yapan kimselere hakkımı helâl ediyorum.» derdi.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 36/4887)
Ulbe bin Zeyd –radıyallâhu anh– kıssası da, gıybetini edenlere hakkını helâl etmenin fazîletine şâhitlik eden bir başka hâdisedir. Bu sahâbî; az bir infakta bulunduğu için, gıybetini yapanları affetmiş ve bu affını da sadaka olarak arz etmişti. Allah Teâlâ onun bu sadakasını kabul eyledi.
Bir başka misal:
Hazret-i Âişe –radıyallâhu anhâ– şöyle anlatır:
Vefâtı yaklaştığında Ümmü Habîbe –radıyallâhu anhâ– beni çağırdı ve;
“–Aramızda kumalar arasında geçen birtakım hâdiseler olurdu. Allah bu mevzularda beni ve seni mağfiret eylesin (hakkını helâl et!)” dedi.
Ben de;
“–Allah bu husustaki bütün hatalarını mağfiret eylesin, bütün haklarım helâl olsun.” dedim.
“–Beni çok sevindirdin Allah da seni sevindirsin.” dedi.
Sonra Ümmü Seleme’ye haber göndererek ona da aynı şeyleri söyledi. (İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-safve, thk. Ahmed bin Ali [Kahire: Dâru’l-Hadîs, 1421], 1/426)
Helâlleşmeye gelen kardeşinin pişmanlığını, samimiyetini gördüğü hâlde, inatla bunu reddetmek ve küslükte ısrar etmek doğru bir davranış değildir. Hattâ İmam Şâfiî –rahmetullâhi aleyh- şöyle demiştir:
“Bir kimsenin rızâsı alınmak istenir fakat o buna yanaşmazsa o (kibirlendiği için âdetâ) şeytandır.”
Helâlleşme istendiğinde reddetmemek ve af yolunu tutmak husûsunda şu îkaz çok yerindedir:
Mazlumun; kendisine yapılan haksızlığa kısas yapmak, misliyle mukabelede bulunmak hakkı vardır. Ancak bu hususta, hak sahibi ileri giderse bu sefer kendisi haksız duruma düşer. Bu sebeple;
“Affetmeniz, takvâya daha yakındır, daha uygundur.” buyurulmuştur. (el-Bakara, 237)
“Allâh’ın sizi affetmesini istemez misiniz?” (Bkz. en-Nûr, 22) âyetinin muhtevâsına girmeye çalışarak, affede affede ilâhî affa lâyık hâle gelmeye çalışmak lâzımdır.
CENÂB-I HAK MÜDÂHİL!..
Diğer taraftan;
“–Nasıl olsa helâl eder!”,
“–Nasıl olsa, Allah mahşerde aramızı bulur.” hayal ve temennîleri de bu ağır cürümleri işlemeye başka bir şeytan bahanesi olmamalıdır.
Zira Cenâb-ı Hak buyurur:
“Şeytan, Allâh’ın affına güvendirerek sizi kandırmasın!” (Bkz. Lokmân, 33; Fâtır, 5)
İnsanlar; seyahate çıkmak, askere, hacca, umreye gitmek vb. çeşitli vesilelerle birbirlerinden helâllik isterler. Karşı taraf; hakkında yapılan gıybetleri bilmeden, fıkhî tabirle, mutlak olarak;
“–Tabiî, hakkım helâl olsun!” diyebilir. Elbette bu helâlleşme, kâfî değildir.
Bu hakikati düşündürmek nâmına, İbn-i Sîrîn –rahmetullâhi aleyh-, gıybet için helâllik isteyenlere;
“Bir kimseye gıybet etmeyi ben haram etmedim ki şimdi helâl edeyim. Ona gıybet etmeyi haram eden Allah Teâlâ’dır. Allah Teâlâ’nın haram ettiği bir şeyi ben asla helâl kılamam!” demiştir.
Yani;
“–Nasıl olsa helâl eder!”,
“–Yüzüne de söylerim!” gibi nefsânî ve şeytânî bahanelerle gıybetin günahını hafife almamalıdır.
Her haramda, Allâh’ın da hakkı vardır. Hucurât Sûresi’nde Cenâb-ı Hak; gıybeti, ölü kardeşinin etini yemek olarak tasvir etmiş ve bundan iğrenmemizi istemiştir.
Bu ifadeye göre gıybet, orada bulunmadığı için kendini müdafaa edemeyecek (bir bakıma ölü) durumdaki mü’min kardeşimizin haysiyetini âdetâ dişlemektir ve çiğnemektir ki; ne kadar âdî, haksız ve çirkin bir davranıştır!
Cenâb-ı Hak, gıybet ehlini ağır bir şekilde îkaz buyurmuştur:
“Arkadan çekiştirmeyi, yüze karşı eğlenmeyi âdet edinen herkesin vay hâline!” (el–Hümeze, 1)
Dedikodu, asla küçük görülecek bir günah değildir. Hesabı mahşere kalan ağır bir cürümdür.
Bilâl bin Sa‘d –rahmetullâhi aleyh- buyurur:
“Günahın küçüklüğüne bakma! Fakat kime isyân ettiğine, kime karşı günah işlediğine bak!”
Zaten küçük addedilen günahlar da, tevbe edilmedikçe birike birike devâsâ günahlar hâline gelir.
Abdullah İbn-i Mübârek Hazretleri’nin yanında gıybetten bahsedildi. Şöyle buyurdu:
“–Eğer illâ gıybet edecek olsam, anne-babamın dedikodusunu yapardım!.. Çünkü sevaplarımı almaya en lâyık olanlar, anne-babamdır!..” (Kuşeyrî, Risâle, I, 292)
MİSALLER
Âişe –radıyallâhu anhâ– bir defasında gafleten Safiyye –radıyallâhu anhâ– Vâlidemiz hakkında;
“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Safiyye’nin kısa boylu oluşu Sana yeter!” diyerek onu küçümsediğinde, Peygamber Efendimiz –sallâllâhu aleyhi ve sellem– kendisine şu mukabelede bulunmuştur:
“–Ey Âişe! Öyle bir söz söyledin ki, eğer o söz denize karışsa idi, onun suyunu bozardı.” (Bkz. Ebû Dâvûd, Edeb, 35/4875; Tirmizî, Kıyâmet, 51)
Mü’minlerin anneleri; son hastalığında, Rasûlullah –sallâllâhu aleyhi ve sellem– Efendimiz’in yatağı başında toplanmışlardı.
Safiyye Vâlidemiz;
“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Vallâhi Sana gelen bu sıkıntının bana gelmesini isterdim.” dedi.
Diğer annelerimiz kaş ve göz işaretleriyle Hazret-i Safiyye’ye târizde bulundular.
Allah Rasûlü –sallâllâhu aleyhi ve sellem–;
“–Ağızlarınızı (tevbeyle) yıkayınız!” buyurdu.
Onlar şaşırarak;
“–Niçin yıkayalım?” diye sordular.
Peygamber Efendimiz;
“–Safiyye’yi kaş ve göz işaretiyle çekiştirmenizden dolayı… Allâh’a yemin olsun ki o (sözünde) sâdıktır.” buyurdu. (İbn-i Sa‘d, Tabakāt, 2/313)
Gıybette dinleyen ve müdahale etmeyen de günaha ortak olur. Bu sebeple sâlih insanlar, dedikodu edilen meclislerde insanları susturmuşlar yahut oradan kalkıp gitmişlerdir.
Bu müdahaleye bir misâli Sâdî-i Şîrâzî şöyle anlatır:
“Çocukluğumda da zühde, riyâzâta, gece ibâdetine düşkündüm. Bir gece babamın yanında oturuyordum. Bütün gece gözümü yummamış, Kur’ân-ı Kerîm’i elimden bırakmamıştım. Birtakım kimseler ise, etrafımızda uyuyorlardı. Babama;
«–Şunların bir tanesi bile başını kaldırıp iki rekât teheccüd namazı kılmıyor; sanki ölü gibi uyuyorlar.» dedim.
Bu sözüm üzerine babam kaşlarını çattı ve şöyle dedi:
«–Oğlum Sâdî! Başkalarının dedikodusunu edeceğine, keşke sen de onlar gibi uyusaydın! (Zira senin hor gördüklerin, şu andaki ilâhî rahmetten mahrumiyet içindelerse de, onlara Kirâmen Kâtibîn melekleri menfî bir şey yazmıyor. Senin amel defterine ise, din kardeşlerini küçük görme ve gıybet günahı yazıldı.)»”
Kezâ;
Abdullah Dehlevî Hazretleri’nin meclisinde lüzumsuz sözler sarf edilmezdi. Birisi gıybet etse ona mânî olur ve;
“–O söylediğin söze ben daha lâyıkım!” derdi.
Oruçlu olduğu bir gün, yanında gıybet ettiler.
Hazret;
“–Eyvah, orucumuz bozuldu!” buyurdu.
Bir talebesi;
“–Efendim, siz gıybet etmediniz ki!” dediğinde ise;
“–Evet, biz gıybet etmedik, ama dinledik. Gıybette, söyleyen de dinleyen de aynıdır. (Oradan bize bir in‘ikâs geldi.)” buyurdu.
Cenâb-ı Hak; kul haklarından mümkün mertebe uzak durabilmemizi, eğer girdiysek helâlleşebilmemizi müyesser eylesin.
Cümlemizi; mahşer yerinde, müflislerden olmaktan muhafaza buyursun.
Âmîn!..
_________________________
* Süleyman Muhammed et-Tammâvî, Hazret-i Ömer ve Modern Sistemler, trc. M. Vesim TAYLAN, İstanbul 2005, 80.