İzzetle Dirilmek İçin; DOĞRU YOLU TUTMAK
B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com
Allah Teâlâ; yarattığı uçsuz bucaksız kâinatta, «hiçin hiçi» mesâbesindeki dünyayı canlıların mekânı olarak tahsis buyurmuş ve bütün varlıkları kendisine müsahhar kıldığı insanı da, yeryüzündeki halîfesi olmak gibi fevkalâde ulvî bir vazife ile taltif etmiştir. Bugünkü bilgilere göre, kâinatta başka canlının bulunup bulunmadığı meçhuldür. Gökyüzüne bakıldığında; kâinâtın sırları karşısında, insan idrâkini durduran bu âlemlerin hikmeti daima merak konusu olmuş; çözüm arayan her akıl, kendi çapına göre tahminler ortaya atmıştır. İnsanın bilmediği, havsalasının alamayacağı sonsuzluk sırrına nüfuz edebilmesi, asla mümkün değildir. Bu mevzuda, akla gelen; «Niçin ve nasıl yaratılmış?» sorusu da, her zihnin yine kendi çapına göre tahminleri ile cevap bulmuştur. Ancak, zihni çatlatacak derecede bir tefekküre ihtiyaç duyan bu meselede; «lâ dînî, dünyevî» taassup ehli, bu külfete girmeyerek, fevkalâde sığ bir bakışla suâli; «tesadüfî» mefhumu ile açıklayıvermiştir.
Fevkalâde hassas dengeler ve ölçüler üzerine yaratılmış olan muhteşem kâinâtın varoluşu tesadüfe bağlanınca, elbette ki insanların davranışlarıyla alâkalı olarak da, herkesin keyfine ve anlayışına göre bir hayat tarzı ortaya çıkacaktır. Bu tefekkür zahmetine girmeyen bakış tarzını, Rus edip Maksim Gorki şöyle reddediyor:
“–Çok düşündüm… Bu sözlerim kırk yıllık bir tefekkürün mahsulüdür. Ateist olmayı çok istedim. O zaman başıma buyruk yaşayacak, kimseye hesap vermeyecektim. Ama olmadı. Çünkü; âlemdeki müthiş düzen, beni inanmaya mahkûm etti. Evet bir Allah var. Hem de erişilmez güce sahip bir Allah! Olmalı da… Yoksa adâletsiz insanlardan kim hesap soracak.”
Allah Teâlâ, bu kâinâtın varlığı hususunda;
“Biz yeri, gökleri ve ikisinin arasındakileri oyun olsun diye yaratmadık.” (el–Enbiyâ, 16) buyuruyor.
İnsanın yaratılış hikmetine dair, Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurulur:
“Ben cinleri ve insanları ancak Bana kulluk etsinler diye yarattım.” (ez–Zâriyât, 56) Bu ifade; insanın var olma meselesiyle alâkalı, bilinmek istenen bütün sorularına kesin bir cevap mahiyetindedir. Bu mes’ûliyeti müdrik olan herkesin, yaratılış hikmetine uygun olan istikametin takibinde, hiçbir müphem nokta bırakmayan bir îzahtır. Ancak günümüz dünyasında estirilen dünyevî cereyanlar, cemiyetlerin rûhâniyetlerini çoraklaştırdı; akl-ı selîmi ifsâd etti; hikmete vâkıf olma vasıtası olan tefekkürü değersizleştirdi… İnsan için yaratılan şu muhteşem kâinat ve dünya; onun için bir mânâ ifade etmeyip, ihtiraslar uğrunda sömürülecek bir metâ olarak görülür hâle getirildi. Hayatın gayesi, ona bir mânâ kazandırarak, kendisine lutfedilen değere lâyık olmak yerine;
“Dünyaya geldik bir kere; ye, iç, gül, oyna…” muhtevâsına indirildi. Allah Teâlâ’ya kulluk tercihi çağ dışı bir kusur olarak gösterilip; kulluk vasfı dışındaki bütün nefsânî davranışlar, «çağdaş yaşayış» kabulüyle desteklenme yoluna gidildi. İnsanlar; zinânın serbest olması, kız ve erkek talebelerin yurtlarda karışık kalmaları, sosyal cinsiyet eşitliğinin sağlanması, LGBT fiillerinin serbestliği, okullarda seçmeli de olsa din derslerinin konulmaması… gibi isteklerle kampanyalar başlatıldı; taraftarlar sokaklara döküldü. Ferdî hürriyetler (!) gerekçesiyle, insanlar nefse râm edici modaya, israfa, tüketime, birtakım iptilâlara, oyun ve eğlencelere yönlendirilip, onlara köle hâline getirildi.
Ülkemiz, şanlı bir medeniyetin vârisi olması hasebiyle; sömürgecilerin nazarında, âdeta uyutulan bir dev olarak görülüp, tekrar ayağa kalkmasını önlemek maksadıyla, «ruh kökü»nden koparılmaya gayret edilmektedir. Batılı bazı kuruluşlar bu maksatla, emellerine hizmet eden şahıs ve derneklere, her yıl külliyetli miktarda para yardımıyla destek olmaktadırlar. Merhum Cemil MERİÇ, ortaya çıkan bu vahim manzarayı;
“Toplum zıvanadan çıkmış. Akıl susmuş ve mefhumlar cehennemî bir raks içinde tepinip duruyor. Sloganlar yönetiyor insanları. İdeolojiler, yol gösteren birer harita değil, idrâke giydirilen deli gömlekleri…” diye tasvir ediyor.
Şanlı bir medeniyetin vârisi olan milletimizi, çağ dışı kabul ettikleri tarihî vasfından uzaklaştırıp, batılı devletlerin de yardımlarıyla yerine çağdaş (!) değerleri ikāme etmeye çalışanlar, bu hareketi batılılaşma adına gerçekleştirmek gayretindeler. Hâlbuki, insan hakları, fikir hürriyeti, demokrasi, medeniyet… gibi insânî değerleri, kimlerin taşıdıkları ve insanlık adına temsil edebilecekleri, yanı başımızda Filistin’de yaklaşık iki senedir devam eden, tarihin belki de en vahşî barbarlığında açık seçik ortaya çıkmıştır. Nitekim Fransız mütefekkir Roger Garaudy ihtidâ etmesiyle alâkalı olarak bütün insanlığa hitâben şöyle söylüyor:
“–Ben İslâm’ı seçmekle, çağı seçtim!”
Hayat tarzı, aidiyet ve hüviyet timsâlidir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de;
“Bizi doğru yola ilet. Kendilerine (lutfundan) nimet verdiğin (iyi) kimselerin yoluna (ilet); azâba uğrayanların ve sapıkların yoluna değil.” (el-Fâtiha, 5-6-7) ifadesiyle, tutulması gereken istikamet beyan buyurulur. Bu hususu îkaz bâbında Peygamber –sallâllâhu aleyhi ve sellem– Efendimiz de;
“Kim bir kavme benzemeye çalışırsa, o da onlardandır.” (Ebû Dâvûd, Libâs, 4/4031) buyurur. Bu cümleden olarak; mü’min nev‘i şahsına münhasır bir insandır; başkalarını taklit etmez, asla onlara benzemeye çalışmaz, dostunu doğru seçmesini bilir. Kur’ân-ı Kerim’de bu husus şöyle îkaz buyurulur:
“Ey îmân edenler! Yahudileri ve hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin velîleridir. Sizden kim onları dost edinirse, şüphesiz o da onlardandır. Allah, zâlimler topluluğunu hidâyete erdirmez.” (el-Mâide, 51)
Günümüzde, batılıların ilim ve fende katettikleri ilerleme karşısında hâsıl olan batılılaşma takıntısının sevkiyle; cemiyetin kurtuluşunun, ilerlemesinin ancak batının hayat tarzının kabulüyle, onlarla beraberlikle mümkün olabileceği zehâbına kapılınmıştır. Onların çalışma disiplini ve ilmî düşünce tarzına pek rağbet edilmese de; nefsânî ihtirasları ve din dışı içtimâî davranışları kabul görmektedir. Hattâ, yakın zamanlara kadar bu uğurda, dînî tezâhürleri cemiyetten kazıyıp çıkarmak için devlet gücü kullanılmış; çok sayıda insan ağır zulümlere uğratılarak, vatandaşlık haklarından mahrum bırakılmıştır.
Yaz mevsiminin gelmesi ile birlikte içtimâî hayat canlanmakta; ferdî davranışlar, cemiyetin ne ölçüde millî hususiyetleri taşıdığını, yansıttığını daha bariz göstermektedir. Düğünler, eğlence mekânları (!), sahiller, sokaklar, alışveriş merkezleri… gibi müşterek sahalar; içki, müstehcenlik… gibi «çağdaş yaşayış(!)» olarak kabul gören tezâhürlerle dikkat çekiyor. Merhum Cemil MERİÇ;
“Kavramlarını kaybeden milletler, kavrama kabiliyetlerini de kaybeder.” tespitini yapıyor. Bu münasebetle; îman, sâlih amel, kulluk, hikmet, irfan, tefekkür, iffet, mahremiyet, helâl-haram gibi nice mefhumlarını, unutmuş, kaybetmiş bir cemiyetin; «Ne idik; ne olduk, ne olacağız?..»ın muhasebesini yapabilmesi, gerçekleri kavrayabilmesi ne kadar mümkündür!
Peygamber –sallâllâhu aleyhi ve sellem– Efendimiz;
“Size iki şey bırakıyorum; bunlara sımsıkı sarıldığınız müddetçe asla dalâlete düşmezsiniz:
•Allâh’ın Kitâbı (Kur’ân-ı Kerim) ve
•Rasûlü’nün sünneti.” (Muvattâ, Kader, 3) buyuruyor.
Tarih; asr-ı saâdetten beri tâbî olunan bu altın düsturun, asırlarca süren rahmet yüklü semerelerine, bereketlerine şâhittir. Bu esasla hayat bulan şanlı medeniyetimiz; insanlığa adâlet ve huzur dolu asırları yaşatmıştır. Bu medeniyetin son halkası olan Osmanlı’dan sonra; dünyanın kan ve ateşler içinde boğulması, mazlumların gözyaşlarının deryâya dönmesi bu altın düsturun mâzîde kalmasındandır. Dünyayı her gün biraz daha yaşanamaz hâle getiren sömürgeci zâlimlerin, bu düsturu yok etme gayretleri de, bu gerçeğin ispatıdır.
Bu zulmün durdurulabilmesi ve izzetle yaşanan bir dünyanın inşâı; ancak, tarihî müktesebâta sahip çıkılarak, bu mihverde doğru yolun tutturabilmesi ile mümkün olabilecektir.