İslâm’ın İlk Büyük Savaşı BEDİR GAZVESİ -8-
Âdem SARAÇ vardisarac@yahoo.com.tr
Rasûlullah –aleyhisselâm–; en küçük bir ayrıntıyı bile ihmal etmiyor, her şeyi en ince ayrıntısına kadar gözden geçiriyordu. Bunca tebligat ve davetine rağmen, îmân etmeyen, bu yetmezmiş gibi, kılıç kuşanıp üzerlerine gelen Mekke müşrik ordusuna hüzünle bakarken; İslâm ile şereflenmiş kendi ordusuna şefkat ve merhametle bakıyordu. İki tarafa da böyle uzunca baktıktan sonra; düşman tarafının çok kalabalık oluşları karşısında, daha önce yol boyu yaptığı duâ gibi, yine ellerini yüce Allâh’a açıp niyâz etmeye başladı:
–Ey Allâh’ım! Mekke müşrikleri gelip karşımıza dikilmişler işte! Olanca kibir ve gururları, kendilerini beğenmişlikleri ve övünmeleriyle gelmişler! Sana düşmanlık etmekte ve Sen’in Rasûlü’nü yalanlamaktalar! Sen’den, onlara karşı bana va‘d buyurmuş olduğun yardımını diliyoruz. Ey Allâh’ım! Sen bize zafer ihsân eyle, onları da helâk et!1
Bu sahneyi anlatanlardan biri olan Hazret-i Ömer –radıyallâhu anh–, diyor ki:
–Bedir Gazvesi günü, Rasûlullah dönüp bize (ashâbına) baktı! Biz o gün 300 küsur kişi idik. Sonra dönüp müşrik ordusuna baktı! Onlar da 1000 küsur ve daha da çoktu! Rasûlullah, kıbleye döndü. İki elini kaldırdı. Üzerinde ridâsı ve izârı vardı. Duâ edip, şöyle niyazda bulunmaya başladı:
–Allâh’ım! Bana yaptığın va‘dini yerine getir! Allâh’ım! Şu bir avuç İslâm cemaatini helâk edersen, artık Sana yeryüzünde ibâdet olunmaz!2
Hazret-i Ömer, anlatmaya devamla diyor ki:
–Rasûlullah –aleyhisselâm-, hiç durmadan Rabbinden böyle yardım diliyor ve O’na duâ ile yalvarıyordu. Ellerini duâ ederken yukarı doğru öyle kaldırdı ki, ridâsı omuzundan kayıp düştü. Yanında olan Ebûbekir, hemen onu alıp Rasûlullâh’ın omuzuna koydu ve arkasından ayrılmadı. Rasûlullah –aleyhisselâm– bu duâ ve niyâzını o kadar uzattı ki, Ebûbekir, O’nun bu hâline dayanamayarak, araya girdi:
«–Ey Allâh’ın Rasûlü! Rabbine duâ ve niyâz ettiğin yetişir inşâallah. O, Sana olan va‘dini muhakkak yerine getirecektir!»3
Hazret-i Ömer, yine devam ediyor:
–Ebûbekir’e muhabbetle bakan Rasûlullah –aleyhisselâm-; birden öyle tebessüm etti ki, bütün cihan aydınlandı âdeta. Sonra da artan bir tebessümle şöyle buyurdu:
–Müjde, müjde ey Ebûbekir! Müjdeler olsun ki, Allâh’ın yardımı geldi! İşte, şu Cebrâil olup Nak yokuşlarının üzerinde, atının gemini tutmuş, harp silâhı ve zırhı da üzerindedir! Düşman üzerine hücum etmeye hazır hâldedir!4
–Allah ve Rasûlü doğru söyler!
Bu konuda yüce Allah şöyle buyuruyordu:
اِذْ تَسْتَغ۪يثُونَ رَبَّكُمْ فَاسْتَجَابَ لَكُمْ اَنّ۪ي مُمِدُّكُمْ بِاَلْفٍ مِنَ الْمَلٰٓئِكَةِ مُرْدِف۪ينَ ٩
“Hani siz, Rabbinizden yardım dileyip (duâ ederek) yalvarıyordunuz, O da;
«–Ben muhakkak ki size art arda bin (peş peşe binlerce) melekle yardımcıyım.» diye, duânızı kabul etmişti.”5
Rasûlullah –aleyhisselâm-; yukarı doğru dönüp Cebrâil –aleyhisselâm– kumandasındaki melek ordusuna tekrar baktıktan sonra, ashâbına dönüp şöyle buyurdu:
–Melek ordusunun neferleri kendilerine birer alâmet takmışlar. Siz de kendinize birer alâmet yapınız!6
–Lebbeyk (hemen) yâ Rasûlâllah!
Böyle cevap veren sahâbîler; hemen orada o anda bulabildikleri şeylerle kendilerine birer alâmet yapıp, bazıları göğüslerine, bazıları da miğferlerine taktılar.7
Tamamını değil de, sadece birkaç örnek verelim:
•Hazret-i Hamza, deve kuşu kanadını göğsüne taktı.
•Hazret-i Ali, ak yünden alâmet yaptı!
•Hazret-i Zübeyr bin Avvam, başına sarı bir kumaş parçası bağladı!
•Hazret-i Ebû Dücâne, başına kırmızı bir şerit bağladı!
•Hazret-i Ukbe bin Âmir de miğferinin üzerine yeşil bir kumaş bağladı.
Daha farklı alâmet yapanlar da vardı tabiî.8
Mekke’nin eziyet, çile ve işkence döneminde, tek suçları İslâm’a girmek olan bazı müslümanlar; kendi aileleri ve kabîleleri tarafından tutuklanıp hapsedilmişlerdi. Bunlardan biri de Hazret-i Abdullah idi. Mekke’nin önde gelenlerinden Süheyl bin Amr’ın oğlu Abdullah!
Hazret-i Abdullah bin Süheyl; ilk sıralarda İslâm’a girmiş, müslüman olduğu için, babası başta olmak üzere müşriklerin zulümlerine maruz kalmıştı. Habeşistan’a hicret imkânı bulunca hemen kalkıp Habeş ülkesine gitmiş, ancak bir süre sonra Mekke’ye geri dönmüştü.
Hazret-i Abdullâh’ı döner dönmez yakalayan babası; onu mahzene hapsetmiş, dîninden dönmesi için, ne kadar baskı yapmışsa da İslâm’dan dönmediği için, uzun bir süre hapiste kalmıştı.
Bedir seferine herkesin katılımını sağlamak maksadıyla; müşrikler, tutuklamış oldukları mahkûmları da bu sefere çıkarmışlardı. Bunlar arasında müşrikler olduğu gibi, müslümanlar da vardı. Hazret-i Abdullah da işte bunlar arasındaydı.9
Bedir meydanında iki ordu karşı karşıya gelince; Hazret-i Abdullah bir yolunu bularak, İslâm ordusu tarafına kaçmaya başladı. Arkasından fırlatılan oklara hedef olmamak için, zikzak çizerek, Rasûlullah ve ordusuna ulaşmayı başardı.
Bu durumu heyecanla görüp izleyen sahâbîler; yanlarına gelmeyi başaran bu mazlum kardeşlerini, gür tekbir sesleri ile karşıladılar.
Soluk soluğa kalan Hazret-i Abdullah, önce tekbir sesleri ile sonra da büyük bir coşkuyla karşılandı.
–Hoş geldin Abdullah!
–Allah mübârek etsin Abdullah!
Hazret-i Abdullah bin Amr; bu coşkulu karşılamayla beraber, Rasûlullah –aleyhisselâm-’ın da onu muhabbetle karşılaması üzerine, bir başka dünyaya adım attı âdeta:
–Yüce Allâh’a hamd olsun ki, beni müşrik ordusundan çıkarıp, İslâm ordusuna dâhil etti! Benim için bundan daha hayırlı ne olabilir ki! Elhamdülillâh!10
Rasûlullah –aleyhisselâm-’ın emir ve tavsiyelerini bekleyen İslâm ordusu, son hazırlıkları da yapmıştı. Hava çok sıcaktı. Güneş yükseldikçe, sıcaklık da o nisbette artıyordu. Bu arada, her iki taraf birbirlerini tartmaya devam ediyorlardı. Aynı zamanda da hep birden saldıracak bir şekilde, karşı karşıya ve yakın mesafelere gelmişlerdi.
Peygamberimiz –aleyhisselâm-; sürekli tekrarladığımız gibi, gelişen yeni durumlara göre, sürekli yeni tedbirler alıyordu. Tâlimâtını da tekrarlıyordu:11
–Benden emir almadan, çarpışmaya girmeyin! Çarpışma esnasında da eğer onlar sizi sarıp, kuşatmaya başlarlarsa, onları oka tutunuz! Yakın mesafeye gelinceye kadar, kılıçlarınızı sıyırmayın!12
Ashâbına çok düşkün olan Peygamberimiz –aleyhisselâm-; her birine ayrı ayrı büyük bir muhabbetle bakarak, şöyle buyurdu:
–Her şeye gücü yeten, varlığımı kudret elinde tutan Allâh’a yemin ederim ki;
Bugün her kim sabır ve sebât ederek, ecrini sadece Allah’tan bekleyerek, varıp şu müşriklerle çarpışır, şehîd olur da geri dönemezse, Allah onu muhakkak cennete koyar!
Haydi kalkın! Genişliği göklerle yer kadar olan ve müttakîler (Allâh’ın buyruklarını yerine getiren, yasakladıklarından sakınanlar) için hazırlanmış bulunan, cennete koşun!13
Rasûlullah –aleyhisselâm– böyle buyurunca, Hazret-i Umeyr bin Hümâm, çok heyecanlandı:
–Yâ Rasûlâllah! Genişliği göklerle yer kadar olan cennete hâ!
–Evet! Genişliği göklerle yer kadar olan cennet!14
–Bak hele, bak hele!
–Neden öyle; «Bak hele, bak hele!» dedin?
–Cennet ehlinden olmamı ummaktan başka bir maksadım yoktur yâ Rasûlâllah!
–Öyleyse, sen cennet ehlindensin!15
Rasûlullah –aleyhisselâm-’dan böyle çarpıcı müjdeyi alan Hazret-i Umeyr bin Hümâm, genel hücuma geçmeden önce, azık torbasından birkaç hurma çıkarıp yemeye başladı. Tam bu arada genel hücum emri verildi. Hazret-i Hümâm, manzaraya bakarak, kendi kendine iç geçirdi:
–Eğer ben bu hurmaları yiyinceye kadar yaşayacaksam, bu gerçekten uzun bir hayat olur! Hâlbuki müjdemi almışım ben, cennet bizi beklemektedir!
Sonra birden haykırdı:
–Haydi kardeşlerim cennete, Allâhu Ekber!
Elindeki hurmaları bir kenara fırlatıp, şehîd oluncaya kadar müşriklerle çarpıştı. Sonunda da şehâdet şerbetini içip, cennete uçtu!16
Cenâb-ı Hakk’ın buyruğu açıktı:
سَابِقُٓوا اِلٰى مَغْفِرَةٍ مِنْ رَبِّكُمْ وَجَنَّةٍ عَرْضُهَا كَعَرْضِ السَّمَٓاءِ وَالْاَرْضِۙ اُعِدَّتْ لِلَّذ۪ينَ اٰمَنُوا
بِاللّٰهِ وَرُسُلِه۪ۜ ذٰلِكَ فَضْلُ اللّٰهِ يُؤْت۪يهِ مَنْ يَشَٓاءُۜ وَاللّٰهُ ذُو الْفَضْلِ الْعَظ۪يمِ ٢١
“Rabbinizden bir mağfirete (bağışlanmaya) ve genişliği (eni) gökle yerin genişliği gibi olan, Allâh’a ve rasûllerine îmân edenler için hazırlanan, cennete yarışarak koşun!
İşte bu, Allâh’ın lütfudur ki, onu dilediğine verir. Allah büyük lütuf sahibidir.”17
İslâm ordusu, Peygamber Efendimiz’in hücum emrini bekliyordu artık.
–Sallâllâhu aleyhi ve sellem…-
______________
1 Vâkıdî, el-Megāzî, c. 1, s. 59; İbn-i Hişâm, es-Sîretü’n–Nebeviyye, c. 2, s. 273; Taberî, Târîhu’l-Ümem ve’l-Mülûk, c. 2, s. 277.
2 Beyhakî, Delâîlü’n-Nübüvve, c. 3, s. 35; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târih, c. 2, s. 122-123; Zehebî, Megāzî, s. 80; Ebu’l-Fidâ İbn-i Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, c. 3, s. 268.
3 İbn-i Sa‘d, et-Tabakātü’l–Kübrâ, c. 3, s. 601-602.
4 Vâkıdî, el-Megāzî, c. 1, s. 59; İbn-i Hişâm, es-Sîretü’n–Nebeviyye, c. 2, s. 273; Ahmed bin Hanbel, el-Müsned, c. 1, s. 30; İbn-i Sa‘d, et-Tabakātü’l–Kübrâ, c. 3, s. 601-602; Taberî, Târîhu’l-Ümem ve’l-Mülûk, c. 2, s. 277-280; Beyhakî, Delâîlü’n-Nübüvve, c. 3, s. 35, 51; İbnu’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târih, c. 2, s. 122-123; Zehebî, Megāzî, s. 80; Ebu’l-Fidâ İbn-i Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, c. 3, s. 268.
5 el-Enfâl Sûresi, 8/9.
6 İbn-i Sa‘d, et-Tabakātü’l–Kübrâ, c. 2, s. 16, c. 3, s. 23, 103, 568.
7 Taberî, Târîhu’l-Ümem ve’l-Mülûk, c. 2, s. 283.
8 Vâkıdî, el-Megāzî, c. 1, s. 75-76; İbn-i Sa‘d, et-Tabakātü’l–Kübrâ, c. 2, s. 16, c. 3, s. 23, 103, 568; Taberî, Târîhu’l-Ümem ve’l-Mülûk, c. 2, s. 283; Zehebî, Megāzî, s. 39; Mustafa Âsım KÖKSAL, İslâm Târihi, c. 3, s. 327.
9 İbn-i Hişâm, es-Sîretü’n–Nebeviyye, c. 2, s. 341.
10 İbn-i Sa‘d, et-Tabakātü’l–Kübrâ, c. 3, s. 406.
11 Vâkıdî, el-Megāzî, c. 1, s. 67; İbn-i Hişâm, es-Sîretü’n–Nebeviyye, c. 2, s. 278; Taberî, Târîhu’l-Ümem ve’l-Mülûk, c. 2, s. 280-291; İbnu’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târih, c. 2, s. 125-126
12 Ahmed bin Hanbel, el-Müsned, c. 3, s. 498, 565; Zehebî, Megāzî, s. 66.
13 İbn-i Abdilberr, el-İstiâb fî Mârifeti’l-Ashâb, c. 3, s. 1214; Ebu’l-Fidâ İbn-i Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, c. 3, s. 278.
14 Ebû Dâvûd, Sünenü’l-Kübrâ, c. 3, s. 52; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c. 9, s. 155.
15 İbn-i Sa‘d, et-Tabakātü’l–Kübrâ, c. 3, s. 565; Hâkim en-Nisâbûrî, el-Müstedrek Ale’s-Sahîhayn, c. 3, s. 426.
16 İbn-i Seyyidü’n-Nâs, Uyûnü’l-Eser fî Fünûni’l-Meğāzî ve’ş-Şemâil ve’s-Siyer, c. 1, s. 257.
17 el-Hadîd Sûresi, 57/21.