ESİR -9-

Harun ÖĞMÜŞ

(Yaşanmış bir hâdiseden ilham alınarak yazılmıştır.)

 

(Hulâsa: Birinci Cihan Harbi’nde Filistin cephesinde İngilizlere esir düşen Konyalı Hasan, esir kampından kaçarak memleketine doğru korku ve kâbus dolu bir yolculuğa girer. Yolda bir Arap köyünde caminin imamına misafir olur. İmam, damadı olup o köyde kalmasını teklif eder. Hasan bu teklifi nezâketle reddedip tren istasyonuna gitmek üzere köyden ayrılır. İstasyona varıp bekler, trene binerek yola koyulur. Konya’ya varır, önce ablasının evine gider.)

 

İçi burkulan Hasan ciddîleşerek tekrar seslendi:

 

–Aç aba gız, benim, Hasan!

 

Ablası heyecanla derhâl kapıyı açıp, komşuların duyacağı çığlığa benzer bir ses koyuverdi:

 

–Ana, Hasan, sen misin? Nerelerden çıkıp geldin sen?

 

Kapı eşiğinde defalarca kucaklaşıp ağlaştılar. Her kucaklaşmada her ikisi de birbirinin ne kadar çöktüğünü görüp, sevinç gözyaşlarına berikinin zannı aksine hüzün ve keder de katıyordu.

 

Ablasında bu duygulara ek olarak şaşkınlık da vardı. Hem de çok şaşırmıştı. Durup durup kardeşine tekrar sarılıyor ve nakarat gibi tekrarlıyordu:

 

–Nasıl geldin sen gara gözlüm? Senden ümit kestiydik gayrı! Seni gönderen Rabbime şükürler olsun!

 

Bu «ümit kestiydik» lâfı; Hasan’a, Sâlih Efendi’nin sözlerini hatırlatmıştı. Karısı ne hâldeydi acaba? Sâlih Efendi’nin anlattığı, kendisinden ümit kesilen diğer kişiler gibi karısını da başka biriyle evlendirmiş olmasınlar?

 

Ablası durup durup söylediği bu sözle günah çıkarıyor olmasın? İçine düşen bu kurt sebebiyle eniştesine ne olduğu falan aklından uçup gitti. Edeben anne-babasını sormakla başlamayı da unuttu. Doğrudan karısını sordu:

 

Ayış’la çocuklar nasıl?

 

–İyiler, köydeler.

 

Karısı iyi ve köyde olabilirdi de başka birinin nikâhı altında da «iyi» olabilirdi!

 

Ablasının gözlerine dikkat etti.

 

Hayır, bir fevkalâdelik yoktu. Bu gözler, kocası ölmüş diye karısı evlendirilmiş bir adamı karşısında görüp karısının «iyi» olduğunu haber veren kimsenin gözleri değildi! Hele ki bu gözler ablasının gözleri iken! Yoksa bu «kıyâmetten nişâne» olan seferberlikte, bu hâdiseler alelâde hâle geldi de ablasının gözlerinde ondan mı bir fevkalâdelik görmemişti? İçindeki bu şüpheyi uzaklaştırmaya çalışarak sorularına devam etti:

 

–Anamla bubam da iyiler mi?

–Onlar da iyiler!

 

Ancak o zaman kötü haber almaktan korkarak kederle yavaş yavaş sordu:

 

–Aba, iniştem?..

 

Daha cümleyi tamamlamadan ablasının sesi ve gözyaşları koyulaştı:

 

–Künyesini gönderdiler. Üç seneyi geçti.

 

Bu arada sesi duyan kadın-erkek birkaç komşu çoktan kapıya birikmişti.

 

Hepsi Hasan’a;

 

“–Hoş geldin!” dedi.

 

Hasan büyüklerin elini öptü. Çoğunluğu ihtiyar olan erkekler önden, kadınlar arkadan giderek taşlığa serilmiş kilimin üstüne geçip oturdular. Artık sorular başladı:

 

–Hangi cephedeydin yiğenim sen?

 

–Filistin, dayı!

 

–Neye bu vakte gadar galdın ya? Ordaki harp biteli üç sene olmadı mı?

 

–Ben son vakıt yesir düştüm emmi!

 

–Bu çocuğun garnı açtır yahu, accık bişi getirin de yisin.

 

–Getiriyorlar, getiriyorlar.

 

–Nasıl gurtuldun ya?

 

–Beni donuz güttürmeye gönderirlerdi.

 

–Vay soysuzlar, vay!

 

–Bir gün akşam bırakıp gaçtım

 

Hasan; nâçar uzun kurtuluş hikâyesini anlatırken, o ihtiyarlarla birlikte eve girmiş olan komşunun yeni yetme oğlu Mustafa usulca müsaade alıp çıktı.

 

Demin atını bağlarken Fatma Abla’nın sesini duyarak çıktığı ahıra yeniden girerek kır atına semeri vurduğu gibi üstüne atlayıp dörtnala sürdü.

 

20 kilometre kadar ötedeki Hasan’ın köyüne bu sevinçli haberi ilk önce o verip Ethem Emmi’den müjdesini almalıydı. Bir saat kadar sonra Hasan’ın köyüne geldiğinde, gün kavuşmak üzereydi. Atını doğrudan harman yerine sürdü. Tahmin ettiği gibi Ethem Emmi oradaydı. Ethem Emmi savurduğu buğdayı eleyip kalburdan geçirerek fasalını ayıklıyor, ayıkladıklarını çuvala döküyordu. Kolay döksün diye çuvalı açmak için gelmiş gibi yaklaşıp selâm verdi:

 

Selâmün aleyküm Etem Emmi, golay gelsin!

 

–Aleyküm selâm yiğenim. Sağ ol! Hoş geldin!

 

N’apan böyle bi başına maşşallah? Yingem filân nerede?

 

–Köye gittiler. Sığır gatacaklar, inek sağacaklar. Ağşam telâşesi işte! Hatunsaray’dan mı gelin sen?

 

–Evet. Geçerken seni görünce bir hâl-hatır sorayım, didim.

 

–Sağ ol, yiğenim. Hâl-hatır soranın çok olsun!

 

Bu girizgâhtan sonra kıymetli bir «müjde» almak için biraz heyecanlandırıp yerini yapmalıydı:

 

–Hasan Ağa’dan bir haber yok mu Etem Emmi?

 

–Yok yiğenim be! Şehid mi oldu, gâvur elinde yesir mi galdı, bilemedik.

 

Şehid olanlara hökümet künye dedikleri bir kâğıt viriyor. Size virmediler mi?

 

Gonya’ya gittiğimizde askerlik şubesine gaç sefer sorduk. Gonyalı Etem oğlu Hasan adına gelmiş böyle bir evrak yok didiler.

 

–Etem Emmi; ben hökümetin viremediği evraktan değil, amma Hasan’ın gendinden haber virsem bana ne virin?

 

İhtiyar adam heyecanla:

 

–Ne diyon len sen?

 

–Duydun işte; «hökümetin viremediği evraktan değil, Hasan’ın gendinden haber virsem» diyom.

 

–Nerde, sağ mı?

 

–Sağ, sâlim!

 

–Nerde len?

 

–Sen önce bana ne vireceğini di hele!

 

–Al, şu doldurduğumuz buğday çuvalını şehere götür sat, parası senin olsun!

 

–O ne ki Etem emmi? Hökümetin viremediği evraktan değil, Hasan’ın gendinden bahsidiyom ben. O çuvalı alsam şehere götürmesi bi dert zaten.

 

Bi de goç vireyim. Nerde? Köyde mi? Diyivir gayrı!

 

Hatunsaray’da gızın Fatma Aba’nın yanında.

 

İhtiyar adam ellerini semâya doğru açıp diz üstü yere çökerek şükretti:

 

Goca Allâh’ım, Sana şükürler olsun Rabbî! Sana şükürler olsun!

 

Daha bu yolda biraz duâ ettikten sonra, yaşından beklenmedik bir kıvraklıkla dikilip Mustafa’ya döndü:

–Hay sağ olasın sen yiğenim! Şu atı arabaya goşalım da köydekileri alıp hemen gidelim!

 

Mustafa bir koşu ihtiyar adamın ileride otlamakta olan atını getirip arabaya koştu. İhtiyar adam arabaya binip atı sürerken kendi de atına binip onu takip etti.

 

Biraz sonra Ethem Emmi’den haberi öğrenen Hasan’ın bütün hısım-akrabası arabalara binip Hatunsaray’ın yolunu tuttu. Gece yarısına doğru Fatma Abla’nın evinin önüne geldiler. Bu saatte araba şangırtısını duyunca evde oturan komşular kim olduğunu öğrenmesi için birini kapıya gönderdiler. Kapıya çıkan;

 

“–Gözün aydın Etem Emmi, buyur, Hasan içeride!” deyince içeride bir kaynaşma oldu. Herkes ayağa kalktı. Hasan önden kapıya doğru koştu. Annesinin, babasının elini öpüp kucaklaştı. Sonra Ethem’le Ahmet’i kucaklayıp öptü. Karısı biraz ötede sevinçten ağlıyordu. Onunla burada herkesin içinde kucaklaşması örfe uygun olmadığı için, sadece sözle hoşbeş ettiler. Gözlerine baktı. Sevinç gözyaşlarından başka bir şey yoktu. Karısını tanımaz mıydı? Yok, hayır, bu gözler, kocası ölmüş diye başkasıyla evlendirilmiş kadının; «Öldü!» denilen kocasıyla karşılaştığında ağlayan gözleri değildi! Yoksa böyle bir felâketin kahramanı olduğu hâlde o da mı bunu olağan karşılamıştı? Yok canım, daha neler? Ama ya öyleyse? Hasan, kendisi öldü zannıyla karısının başkasıyla nikâhlanmadığına yine de tam kanaat getiremedi. Vakta ki, günlerdir yayan-yapıldak yol yürüdüğünü anlattırdıkları ve yol yorgunu olduğunu bildikleri hâlde, gece yarısına kadar güya onunla hasret gideren konu komşu başından dağılıp gitti ve o yatmak üzere karısıyla bir odaya geçti. Ancak o zaman öyle bir felâkete uğramadığını anlayıp, derin bir nefes alarak şükretti. (Son)