AKIL DENİLDİĞİNDE…
H. Kübra ERGİN hkubraergin571@gmail.com
Allah Teâlâ buyuruyor:
“O kullarım ki; söze kulak verip dinlerler, sonra da onun en güzelini tatbik ederler. İşte bunlar Allâh’ın kendilerine hidâyet verdiği kimselerdir ve bunlar (ulü’l-elbâb) gerçek akıl sahipleridir.” (ez–Zümer, 18)
Kur’ân-ı Kerim’de; düşünüp ibret alma, ders çıkarma kabiliyetinin mahalli için; kalp (çoğulu kulûb), fuâd (çoğulu ef’ide) ve lübb, (çoğulu elbâb) kelimeleri kullanılır. Akletmek ve tefekkür etmek denilince; asıl kastedilenin, kalbin ibret ve ders alma kabiliyeti olduğu görülür.
Kur’ân-ı Kerim de iç âleminde böyle mânevî duyuşlar olan; hikmetli sözleri, nasihatleri dinleyip ders alma kabiliyeti olan kimseler için nâzil edilmiştir:
“Sana bu mübârek Kitâb’ı, âyetlerini düşünsünler ve aklı olanlar öğüt alsınlar diye indirdik.” (Sâd, 29)
Akıl kelimesi Arapçada; «bağlamak, engellemek, alıkoymak» gibi mânâlara gelen fiilin mastarı olarak kullanılmaya başlanmış, daha sonra terim olarak «insanın düşünmesini, anlamasını, kavramlar arasında ilişki kurabilmesini ve kıyas yapabilmesini sağlayan mânevî bir kabiliyet» mânâsı kazanmıştır.
Akıl; insan evlâdına, küçük yaştan itibaren verilir ve bu akıl, büluğ çağında olgunluk noktasına ulaşır. Artık kişi, yaptıklarını; düşünüp taşınarak, karar vererek yapar hâle gelmiştir. Doğru kararlar vermekle mükelleftir ve bundan mes’uldür. Bir yerde akıl; hevâ ve heveslere hoş gelse de yanlıştan uzak durmayı, nefse zor gelse de doğru olanı seçmeyi sağlayan kabiliyetin adıdır.
Akıl; insanı insan yapan, ilâhî emirler karşısında insanın yükümlülük ve sorumluluk altına girmesinin dayanağı olan, temel kabiliyettir. Dînimize göre; kişinin aklî dengesi yerinde olmadığı zaman dînin emir ve yasaklarından sorumlu olmaz. Kişinin mükellef olması, âkil ve bâliğ olmasına bağlıdır.
İnsan, beyni ile birçok şey düşünebilir. Günlük işlerini, ihtiyaçlarını nasıl gidereceğini, problemlerini nasıl çözeceğini… bunlar İslâm âlimlerinin akl-ı meâş diye isimlendirdiği, dünya hayatının gerektirdiği akıldır. Bu akıl; eğitimle, tecrübelerle gelişir. Kişinin meslek edinmesi, çalışması, araştırma yapması, yeni bilgilere ulaşması… bu, aklın maddî âlem üzerindeki tecrübelerinin ve bu tecrübeden edindiği veriyi sistemleştirmesinin sonucudur. Bu bilgilere; tecrübe, bilim, teknoloji gibi isimler verilebilir.
Bu bilgiler; insanın dünya hayatında ihtiyaçlarını gidermesini kolaylaştırıp, problemleri çözmesine yardımcı olur. Ancak insanın akl-ı meâd denilen, yani dönüş yerimiz olan âhirete inancı yoksa, orada hesaba çekileceğimiz hususları bilmiyorsa, bir gayret göstermiyorsa o insanın «akleden bir kalbi» yok demektir.
Zamanımızda akıl denilince; dünyevî menfaatler sağlayan akl-ı meâş esas alınır, hâlbuki insanı asıl insan yapan, mânevî değerleri hisseden, ibret alan, kalbî duyuşlardır.
Canlılar üzerinde araştırmalar yapan biyologlar, bazı hayvanlarda çok şaşırtıcı zekâ alâmetleri olduğunu müşâhede edebiliyorlar. Demek ki; hayatta kalmak, yiyecek bulmak, yuva yapmak, yavruları yetiştirmek gibi dünya hayatına dair işlerde aklı kullanmak, insana mahsus değildir.
İnsanı üstün kılan akıl, sadece dünya işlerini bilmeye yarayan, bir kısım canlılarda dahî bulunan zekâ parıltıları değil; hâdiselerin akışındaki mânâları sezme, maksatları anlama ve mânevî hususiyetleri kavrama gücüdür. Kur’ân-ı Kerim’de akletmek fiili daima kalp için kullanılmıştır:
“Akletmek için onlarda kalp yok mu?” (el-Hac, 46)
“Kalpleri var ama onunla bir şey anlamıyorlar.” (el–A‘râf, 179)
Bu kelimeler; daha çok insanın derûnî, vicdânî âlemine ve gönül dünyasına hitap etmek maksadıyla kullanılmıştır.
Akleden bir kalp, insana bu hayatın bir sonu olduğunu düşündürür. O son hakkında bilgi veren tek kaynak olan dîne kulak vermesini sağlar. Dîne kulak verip, her şeye ibret gözüyle bakıp, bunlardan aldığı öğütle kendi hayatına çekidüzen vermesini sağlayacak olan, kalpteki o sorumluluk hissidir. Bu hissin yok olması, kalbin körleşmesi demektir. Rabbimiz buyuruyor ki:
“Kendisiyle akledecekleri bir kalplerinin ve işitecekleri bir kulaklarının olması için yeryüzünde dolaşmazlar mı? Çünkü gözler kör olmaz. Asıl kör olan sînelerdeki kalplerdir.” (el-Hac, 46)
İslâm’a göre asıl insanı kurtuluşa götüren akıl; Allâh’ın nâzil ettiği hakikate îmân edip, O’nun getirdiği hidâyete tâbî olup, kendisine lüzumlu olan ilimleri öğrenip, sâlih amel edenlerin aklıdır. Allâh’ın indirdiklerine sırt çevirenler, dünya hırsları ve zevkleri uğruna âhireti inkâr ederler. (Güya) âhiret mes’ûliyetini düşünerek, bu dünyada kendini haramlardan alıkoyanlara «akılsız» gözüyle bakarlar. Rabbimiz onların kafa yapısını şöyle ortaya koyar:
“Ve kendilerine;
«–İnsanların îmân ettiği gibi siz de îmân edin!» denildiğinde;
«–Düşük akıllıların îmân ettiği gibi mi îmân edelim?» derler.
Bilin ki, gerçekten asıl düşük akıllılar kendileridir; ama bilmezler.” (el-Bakara, 13)
Rabbimiz; dünya arzularından ve hırsından başka bir şey düşünmeyip, âhireti yok sayanların hâlini şöyle vasfeder:
“O kâfirlerle (onları İslâm’a çağıran davetçinin) misali, bağırış çağırış işiten fakat hiçbir şey anlamayan hayvana seslenen (çobanın/davetçinin) misali gibidir.
Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler! Onlar (bu özelliklerinden dolayı) akletmezler.” (el-Bakara, 171)
Bu âyetlerin bildirdiği gibi; inkârcı insanlar, dünya işlerinde ne kadar kazançlı olsalar da aslında akıllı değillerdir. Mâneviyat bakımından anlayışsız olan insanın, «Allah katında» hayvanlardan bir farkı yoktur. Rabbimiz, onlara hiç değer vermediğini şöyle bildiriyor:
“Gerçek şu ki, Allah katında, yerde debelenenlerin en kötüsü, (bir türlü) akıl erdirmez olan sağırlar ve dilsizlerdir.” (el–Enfâl, 22)
Aklın bir hususiyeti de, ilmi idrâk etme kapasitesi olmasıdır. İslâm âlimleri aklı; «Bilgi edinmeye yarayan bir güç» ve; «bu güç ile elde edilen bilgi» şeklinde de tarif etmişlerdir. (Râgıb el-İsfahânî, «ʿaḳl» md.)
Akıl, ancak bilgi sayesinde doğru düşünür. Ne kadar akıllı olsa da; bilgisinin olmadığı bir sahada, insanın doğru kanaate ulaşması mümkün değildir. Meselâ orta zekâlı bir insan, bir âleti kullanmayı biliyor olsa; kendisinden çok daha zeki ama bilgisi olmayan kişiye nazaran, onunla daha faydalı işler yapabilir. Bunun gibi, kalbinin mâneviyat zekâsını, dînî ilimlerle, sâlih amellerle, güzel hâllerle geliştiren bir insan; dîne sırt çevirdiği için, kalbi katılaşmış bir insana nazaran mânevî yönden daha akıllıdır.
Aklı; kişinin ilim öğrenmesini kolaylaştıran, bilgide derinleşmeyi, fıkhetmeyi, ayırt etmeyi sağlayan zekâ seviyesi mânâsında da kullanırız. Bazı insanlara «zeki, akıllı» derken, bu ikinci mânâyı kastederiz.
İnsanlar, akılları yönünden farklı derecelerdedir. Herkesin ilimde derinleşme kabiliyeti aynı değildir. Allah Zülcelâl herkesi farklı bir istîdat ve kabiliyete sahip olarak yaratmıştır. Bir insana ne kadar akıl verdiyse, ondan sorumlu tutmuştur.
Her ilmin elde edilmesinde, farklı bir metottan istifade edilir. Meselâ; fennî ilimler, lâboratuvarda deney yaparak elde edilebilir. Tarih ilmi için ise, farklı yöntemlerden faydalanılır. Her ilmin araştırma usûlü farklıdır.
«Akıllıyım!» diye iddia eden bir kişinin, bir ilim kaynağına sırt çevirmesi akla uygun değildir.
Esasen din bir ilim kaynağıdır. Başka hiçbir metotla elde edilemeyecek gayb haberlerini veren bir haber kaynağıdır. İnsan; bu habere kulak tıkamakla, haber verilen hesap gününden kurtulamaz.
Rabbimiz; kalbinin sorumluluk duygusunu susturan, vicdanının sesini duymazlıktan gelen ve âhireti düşünmeden yaşayıp gidenler hakkında;
“O, aklını kullanmayanlara kötü bir azap verir.” (Yûnus, 100) buyurmaktadır.
Cehennemlikler de bu gerçeği itiraf edeceklerdir:
“Biz aklımızı kullanmış olsaydık, bu cehenneme düşmezdik.” (el-Mülk, 10)
Akıl, hangi ilimle meşgul olursa; o sahada ilim, ihtisas ve uygulama kazanır. Din ilimleri de, insanın aklına âhiret hazırlığı konusunda rehberlik yapar. Peygamber Efendimiz –sallâllâhu aleyhi ve sellem– şöyle buyuruyor:
“Kişi, kendisini kötülüklerden alıkoyan ve hidâyete götüren akıldan daha fazîletli bir şey kazanmamıştır.” (Heysemî, Buğyetü’l-Bâhis an Zevâidi Müsnedi’l-Hâris, s. 801-802; Hadis no: 813)
Akıl; asıl îmanlı insanın âletidir, bineğidir, kurtuluş aracıdır. İbn-i Abbas –radıyallâhu anhümâ–’dan rivâyet edildiğine göre, Peygamber Efendimiz –sallâllâhu aleyhi ve sellem– şöyle buyurmuşlardır:
“Her şeyin bir âleti, bir hazırlık ve istîdâdı vardır. Mü’minin âleti aklıdır.
Her şeyin bir biniti var. Kişinin biniti aklıdır.
Her şeyin bir direği var. Dînin direği akıldır.
Her toplumun bir dayanağı var. İbâdetin dayanağı akıldır.
Her toplumu bir yöneten var. Âbidlerin yöneticisi de akıldır.
Her tüccarın bir sermayesi var. Gayret içerisinde olanların sermayesi de akıldır.
Her ailenin bir kıymeti var. Sıddîklar evinin kıymeti de akıldır.
Her harap yerin bir îmâr edeni var. Âhireti îmâr eden akıldır.
Her işin onunla anılacağı ve nispet edileceği bir sonu var. Sıddîkların anılacağı ve varacakları sonları, akıllarıdır.
Her milletin sığınacakları bir toplumları var. Mü’minlerin sığınacakları toplumları da akıllarıdır.” (İbn-i Hacer el-Askalānî, Metâlibu’l-Âliye, 12/94)