TABİP ve ECZACI
Abdullah Mesud HIDIR mahidir@gmail.com
TABİP ve ECZACI
Tâbiînden el-A‘meş lakabıyla meşhur Süleyman bin Mihran –rahmetullâhi aleyh-, hıfzını tamamladıktan sonra kıraat ilmi öğrendi. Lakabı, gözlerinin zayıflığından kaynaklanıyordu. Hadis ve fıkıh ilimlerini tahsil etti. Dürüst, kanaatkâr ve nüktedan kişiliğiyle zamanının mümtaz âlimlerindendi. Hicrî 148, mîlâdî 765’te Kûfe’de vefat etti. Meşhur ve mütevâtir 10 kıraate dâhil edilmeyen kıraati, 11’inci sırada kabul edilir.
*
A‘meş Hazretleri; birini övmek maksadıyla söyleyeceği sözün, asırlar boyu dillere pelesenk olacağını tahmin etmemişti.
Bir mecliste; kendisine yöneltilen suâle cevabı, orada bulunan Ebû Hanîfe’nin vermesini istemişti. Ebû Hanîfe cevap verdi. Cevabın delillerini merak eden A‘meş Hazretleri, ondan fetvâsının kaynaklarını belirtmesini istedi. Ebû Hanîfe;
“–Senin bize rivâyet ettiğin şu şu hadîs-i şerifler.” deyince A‘meş Hazretleri hem şaşırdı hem hayran kaldı. Güvendiği birine söz hakkı vermiş ve onun duruşundan memnuniyet duymuştu. Şu meşhur tespit dilinden döküldü ve asırlarca söylendi:
“–Ey fakihler zümresi! Sizler tabipsiniz, bizler de eczacıyız!”
İKİ REİS… İKİ DENİZ…
Reîsü’l-Kurrâ Abdurrahman GÜRSES Hocaefendi, 1 Temmuz 1909’da Sakarya/Hendek’in Soğuksu köyünde dünyaya geldi. Çocukluk yıllarında pederinden hıfzını ikmâl etti. Hâfız Abdurrauf Efendi’den tâlim ve tashih-i huruf, Ali Niyazi KONUK Hocaefendi’den sarf, nahiv ve fıkıh okudu.
İstanbul’da Şeyh Es‘ad Erbilî Hazretleri’nin cemaatine imamlık yaptı. 1934’te Üsküdar Selimiye Camii imamı Fehmi Efendi’den kıraat okudu ve 1937’de icâzet aldı. 1944’te Beyazıt Camii’ne tayin edildi. Gönenli Mehmed Efendi’nin vefâtının ardından 1991’de Reîsü’l-Kurrâ oldu. Vefâtına kadar bu makamda İslâm’a hizmet etti.
Takvâsıyla, vakarı ve tok gözlülüğüyle, ehl-i Kur’ân hâliyle ümmeti irşâd etti.
Yetiştirdiği güzîde talebeler, onun bu yoldaki liyâkatinin ve Kur’ân-ı Kerîm’e verdiği ehemmiyetin en güzel tezâhürüdür.
Abdurrahman GÜRSES Hocaefendi, 10 Ağustos 1999 tarihinde vefât etti. Kabri, Beyazıt Camii hazîresindedir.
*
Reîsü’l-Meşâyıh Es‘ad Efendi Hazretleri’nin Kazasker’deki köşkünde; Ramazân-ı şerifte mukabele okunur, terâvih kıldırılır, sohbetler olurmuş. Abdurrahman GÜRSES Hoca Efendi de burada mukabele okumak ve terâvih kıldırmak üzere davet edilmiş. Hocaefendi icâbet edince, hoşbeşten sonra Es‘ad Efendi Hazretleri;
“–Hâfız Efendi bir aşr-ı şerif okur musunuz?” demişler. Hocaefendi de okumuş. Es‘ad Efendi Hazretleri’nin çok hoşuna gitmiş;
“–Mâşâallah! Hâfız Efendi çok güzel okuyorsunuz. Siz kimden okudunuz?” diye sormuş. Hocaefendi;
“–Babamda hıfzımı tamamladım. Hendek’te Hâfız Rauf Efendi’den tâlim ve tashih-i huruf okudum.” demiş.
Es‘ad Efendi Hazretleri;
“–Şu bizim Rauf Efendi’den mi?” demiş.
Rauf Efendi; İstanbul’daki sohbetlere arada bir gelir gider, ama hoca olduğunu belli etmezmiş. Avâm-ı nâsdan biri gibi sessiz sedâsız gelir gidermiş.
Hocaefendi;
“–Evet efendim, sizin ihvânınız Rauf Efendi’den.” demiş.
Es‘ad Efendi;
“‒Allah Allah! Peki öyleyse bu Rauf Efendi bu kadar güzel huffâz-ı kirâmı yetiştiriyorlar da bize niye infâk etmemişler?” diyerek Kur’ân’ı güzel okuma nimetinin de bir infâkının olacağına;
«…Onlar (o müttakî mü’minler) kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infâk ederler.» (el–Enfâl, 3) âyet-i celîlesiyle işaret buyurmuşlar ve;
«–Hâfız Efendi! Bize burada mukabele okur, terâvih kıldırır mısınız?»” demişler. Hoca Efendi de;
“–Siz tensip buyurursanız hay hay efendim.” demiş. Ve o tarihten itibaren birkaç sene köşkte ve huzurda Ramazân-ı şeriflerde mukabele okumuş ve terâvih kıldırmış. Bu vesileyle sohbetlerinden de istifâde etmiş. (Ramazan PAKDİL, “Bir Kur’ân Çınarı Göçtü!” Altınoluk, Eylül 1999)
KULUN MEYLİ ALLÂH’A OLMALI
Sultan II. Mahmud, 20 Temmuz 1785’te İstanbul’da doğdu. 1808’de tahta çıktı. Yeniçeri Ocağı’nın ilgāsı ve kılık kıyafet reformu gibi Avrupâî ıslahat adımlarını attı. Bu reformlar; halk nezdinde karşılık bulmadığı gibi, tarihî açıdan da ciddî hatalar olarak değerlendirildi. Kendisinin de ömrünün sonlarında, bu büyük reformların pişmanlığını yaşadığı kaydedilir.
II. Mahmud, 1 Temmuz 1839’da vefât etti. Kabri, Dîvanyolu’ndadır.
*
Rusûhi BAYKARA anlatır:
“Babam Yenikapı Mevlevîhânesi son şeyhi Abdülbâki Efendi’den dinlemiştim.
Sultan II. Mahmud’un ilk devirleri… Yenikapı Mevlevîhânesi’nde Ali Nutkî Dede Efendi postnişîn… Sözü sohbeti dinlenir, hakikaten içi dışı temiz bir zât… Meşhur şairimiz Şeyh Gālib’in, bu kişinin dervişi olduğunu söylemek fazla söz söylemeye lüzum bırakmaz…
Sultan Mahmud iki de bir tekkeye gelmekte, âyinde bulunduktan sonra da dervişlere ihsanlar vermekteydi. Şeyh Efendi; padişahın bu hareketlerini doğru bulmuyor, fakat durup dururken de;
«–Dervişlere para vermeyin, ihsanda bulunmayın!» diyemiyor. O zamanın terbiye ve âdâbına aykırı. Bir taraftan da dervişlerin padişah ihsânına alışmamalarını istiyor.
Bir gün Sultan Mahmud yine dergâha geliyor ve âyini müteâkip Şeyh Ali Nutkî Dede ile odada konuşmaya koyuluyorlar. Sohbet esnasında Sultan;
«–Şeyhim, bana bir şey emretmez misiniz?» diyor.
Dede Efendi;
«–Estağfirullah, yok!» diyor.
Padişah ısrar ediyor:
«–Canım, bir şey emredin de yapayım!»
Şeyh Efendi artık dayanamayıp;
«–Var ammâ yapamazsınız…» diyor.
Bu cevap bilhassa Sultan Mahmud gibi mağrur bir padişahın garibine gidiyor ve asabiyetini belli eder şekilde;
«–Nasıl olur!» diyor; «Söyleyin de yapayım!»
O zaman Şeyh Efendi şöyle bir doğrularak cevap veriyor:
«–Öyleyse bir daha bu tekkeye gelmeyin!»
Padişah şaşırmış şekilde soruyor:
«–Beni evliyâullah kapısından kovuyor musunuz?»
Nutkî Dede;
«–Buraya sıradan bir insan; Mahmud Efendi olarak gelecekseniz, buyurun gelin, kapımız açık. Yok, ‘Sultan Mahmud’ olarak gelecekseniz, gelince dervişlere ihsanlarda bulunacaksanız, onların kalbine dünya sevgisi sokup muhabbetlerini Allah’tan sizin kesenize çevirecekseniz gelmeyin!» der.” (Rusûhi BAYKARA, 5 Padişaha Dair Bilinmeyen Fıkralar, Yeni Tarih Dünyası, sa. 1, 17 Eylül 1953, s. 43)
ÖLÜDEN DİRİYE
Kübreviyye tarîkatının kurucusu Necmeddin-i Kübrâ Hazretleri, 1145’te Hârizm’in Hîve şehrinde doğdu. Küçükken ticaretle meşgul oldu. Daha sonra ilim tahsili için memleketinden çıktı. Dönemin ilim merkezleri olan Nişâbur, Hemedan, İsfahan, Mekke, İskenderiye ve Tebrîz’e gitti.
«Fevâihu’l-Cemâl» adlı eserinde anlattığına göre bir keresinde rüyasında Hazret-i Peygamber –sallâllâhu aleyhi ve sellem– kendisine «Ebu’l-Cennâb» (dünya ve âhiretten kaçınan) künyesini vermiş, hadisle meşgul olduğu için onu methetmiş ve geceleri Kur’ân-ı Kerim okumasını tavsiye etmiştir.
İlim tahsilinin ardından intisâb edeceği bir şeyh aradı. İsmail el-Kasrî, Ammar Yâsir el-Bitlisî ve Rûzbihân el-Mısrî’nin rahlesine oturdu. Daha sonra ömrünün sonuna kadar talebe yetiştirdi.
Necmeddin-i Kübrâ Hazretleri; 1221’de Moğolların Hârizm’e yaptıkları saldırıda, bir grup mürîdi ile şehri savunurken şehîd oldu. Kabri, Hârizm’dedir.
*
Necmeddin-i Kübrâ Hazretleri, talebeleriyle birlikte sâlih bir zâtın cenazesine iştirak etti. Mevtâya telkinde bulunulduğu sırada Necmeddin-i Kübrâ Hazretleri tebessüm etti. Talebeleri, hocalarının böyle bir anda tebessüm etmesine hayret edip bunun hikmetini sordular. Hocaları açıklamak istemedi. Talebeleri ısrar edince şöyle dedi:
“–Telkini, diri ölüye yapar. Hâlbuki burada telkin veren kimsenin kalbi gafil; mezara giren mevtânın kalbi ise dipdiri. Gafil birinin, kalben diri olana telkin vermesine taaccüp ettim.”