VASİYETİ EZAN SESİ

Abdullah Mesud HIDIR mahidir@gmail.com

 

İlk müslümanlardan Habbab bin Eret radıyallâhu anh, demirciydi. Okuma yazma bilirdi. İslâm’ı kabul edince dayanılmaz işkencelere maruz kaldı.

 

Henüz müslüman olmamış olan Ömer bin Hattab radıyallâhu anh; aldığı haber üzerine, hışımla, kız kardeşi Fâtıma radıyallâhu anhânın evine gittiğinde Habbab radıyallâhu anh da muallim olarak oradaydı.

 

Hazret-i Peygamber sallâllâhu aleyhi ve sellem’in vefâtından sonra Habbab radıyallâhu anh, Kûfe’ye yerleşti.

 

İlk muhâcirlerden ve sahâbenin önde gelenlerinden Habbab bin Eret radıyallâhu anh, 657 yılında vefât etti. Kabri, Kûfe’dedir.

 

*

 

Habbab radıyallâhu anh, son anlarını yaşarken çocuklarına şöyle dedi:

 

“–Evlâtlarım! Ben ölünce cenâzemi götürebildiğiniz kadar; karşı tepelere, uzak yerlere götürün ve beni tek başıma oraya defnedin.” (Hâkim, Müstedrek, IV, 468)

 

Çocukları merakla sordular:

 

“–Neden babacığım? Burada bir sürü müslümanın içinde defnolunmak varken, sen neden böyle bir talepte bulunuyorsun?”

 

Cevaben dedi ki:

 

“–Evlâtlarım! Eğer beni orada tek başıma, ezânın olmadığı bir yerde defnederseniz, bizden sonra gelen nesiller; «Orada bir sahâbe kabri var.» diye gidip gelirler, ziyaret ederler, cenâzelerini oraya defnetmek için gayret ederler. Böylece o topraklar da ezâna kavuşmuş olur.”

ŞENN ve TABAKA

 

Mecmau’l-Emsâl’de anlatılır:

 

Şenn insanların en akıllılarından olup; «Ben elbette gidip dolaşırım, kendim gibi akıllı bir kız bulup alırım.» der ve atına binip yola çıkar. Yolda biriyle karşılaşır. Selâm ve sualden sonra birlikte gitmeye başlarlar. Yolda giderken Şenn sorar:

 

“–Ben mi seni yükleneyim yoksa sen mi beni yüklenirsin?”

 

Yol arkadaşı;

 

“–Bu nasıl söz? İkimiz de atlı olduğumuz hâlde birbirimizi nasıl yükleniriz?” deyince Şenn susar. Bir müddet sonra biçilmiş ekin görüp arkadaşına;

 

“–Bu ekin yenmiş mi yenmemiş mi?” dediğinde arkadaşı şaşırıp;

 

“–Sen ne câhil adamsın? Ekini saplarıyla görüyorsun da yenip yenmediğini soruyorsun!” der. Şenn yine susar. Köye vardıklarında bir cenâzeye rastlarlar.

 

Şenn;

 

“–Acaba bu tabutun içindeki ölü mü yoksa diri midir?” diye sorunca, arkadaşı onun büsbütün ahmak olduğuna hükmedip;

 

“–Ben senin gibi câhil ve ahmak birini görmedim!” diyerek infial gösterir.

 

Arkadaşı o köyün yerlisi olduğu için, Şenn’i başkalarına göndermeyip kendi evinde misafir etmeye karar verir. Adamın Tabaka adında bir kızı vardır.

 

Kız;

 

“–Baba misafirin kimdir?” diye sorunca;

 

“–Yolda beraber geldik. Ama pek câhil ve ahmak bir kimsedir. Bana şunları şunları sordu…” diye kızına yolda Şenn’in sorduklarını şikâyetvâri anlatır. Kızı;

 

“–Baba o kimse ahmak değil.

 

«Ben mi seni yükleneyim yoksa sen mi beni?» demesi; «Sen mi bir söz açarsın yoksa ben mi bir şey söyleyeyim de yol çabuk geçsin?» demektir.

 

Biçilmiş ekini görüp; «Acaba yenmiş midir?» dediği; «Sahipleri o ekini satıp parasını yemişler midir?» demektir.

 

Cenâzeye; «Ölü müdür yoksa diri mi?» deyişi; «Acaba bu ölü kendisinden sonra hayru’l-halef evlât bırakmış mıdır?» demektir.” diye babasına Şenn’in sorularının mânâsını birer birer îzah eder. Babası da doğruca Şenn’in yanına gidip biraz sohbet ettikten sonra;

 

“–Yoldaki sorularının cevaplarını sana açıklayayım…” deyip kızından aldığı bilgileri olduğu gibi Şenn’e aktarır. Şenn;

 

“–Bu sözler senin değildir. Kimindir?” deyince adam;

 

“–Kızımındır.” diye işin doğrusunu haber verir. Şenn bu sefer;

 

“–Ben böyle birini arıyordum…” deyip onunla evlenmeye tâlip olur. Kızın ve ailelerin karşılıklı rızâları ile izdivaç gerçekleşir.

 

Bizim medeniyetimizdeki; «Tencere yuvarlandı, kapağını buldu.» sözüne benzer; «Kırba, kapağına uygun geldi.» sözü bu hâdiseden sonra darb-ı mesel olur. (Hacı Mehmed Zihni Efendi, Meşâhirü’n-Nisâ, Sadeleştiren Prof. Dr. Bedreddin ÇETİNER, s. 401-402)

ÂLİCENAP HÜKÜMDAR

 

Büyük Selçuklu hükümdarı Muhammed Tapar, 21 Ocak 1082’de doğdu. Sultan Berkyaruk ile uzun süre mücadele etti. En nihayet aralarında sulh oldu.

 

Muhammed Tapar; saltanatında, gizli bir fırka olan Bâtınîlerle mücadele etti.

 

Dindar, bilgili, âdil, aklselîm sahibi bir şahsiyet olan Muhammed Tapar, 18 Nisan 1118 tarihinde vefât etti. Kabri, İsfahan’da yaptırdığı medresenin hazîresindedir.

 

*

 

Sultan Muhammed Tapar, son derece müttakî ve dindar bir insandı. Riyâdan uzak bir şekilde; yalnız başına huşû içinde ibâdet etmek, duâ ve niyazda bulunmak isterdi. İffet ve namusla mevsuf bir padişahtı. Kadınlarla erkeklerin karışık olarak düzenledikleri toplantıları yasaklamıştı. Âdil bir insandı. Fakir dostuydu. Tebaaya iyi davranır, halkın malına haksız yere el koymaktan, hattâ onlar isteyerek verse bile ücretsiz almaktan çekinirdi.

 

Bir gün atlarına yem almak üzere harman yerine gitmişti. Halk;

 

“–Saman para ile satılmaz, öylece alın!” dediği hâlde Sultan;

 

“–Parasını kabul edeceksiniz alırım, yoksa gidiyorum!” diyerek âlicenaplık göstermişti.

 

1107’de Bağdat’a geldiğinde Ebû Hanîfe’nin türbesini ziyarete gitmişti. Bunu duyan ulemâ ve fukahâ da orada toplanınca Sultan kapıcısına;

 

“–Onlara söyle, bugün Allah ile baş başa kalmaya karar verdiğim bir gündür.” dedi. Kapıları kapattırdı ve tek başına namaz kılıp duâ ve niyazda bulundu. (Dr. Abdülkerim ÖZAYDIN, Selçuklu Tarihi Sultan Muhammed Tapar Devri, s. 152)

JAPONYA’YA HİDÂYET GÜNEŞİ

 

Hâdim-i İslâm Abdürreşid İbrahim Efendi, 23 Nisan 1857’de Sibirya’da doğdu. Aslen Buharalı Özbek bir ailenin evlâdıdır. Mahdut imkânlarla başladığı tahsili yarıda kalınca, kaçak yollarla hacca gitti ve orada tahsile devam etti. Kıraat, hadis ve fıkıh icâzeti aldı.

 

1897’de Orta Doğu, Batı Avrupa ve Balkanlar üzerinden Sibirya’ya gitti.

 

Rusya’da matbaa kurdu, dînî ve siyâsî eserler neşretti. Gayesi Türklerin ittifakı ve müslümanların temel haklarını temin idi.

 

Japonya’da İslâm’ın yayılması için faaliyetlerde bulundu. Tokyo’da bir cami yapımına önayak oldu.

 

Ömrünü İslâm’a hizmete adayan Abdürreşid İbrahim Efendi, 17 Ağustos 1944 günü Tokyo’da vefât etti. Kabri, Tokyo’dadır.

 

*

 

Abdürreşid İbrahim, Japonya’da Prens İto Hirobumi’nin daveti üzerine onunla görüştü. İto; Abdürreşid İbrahim’e bu ihtiyar hâliyle, Japonya gibi uzak bir memlekete, ciddî masraf ve emek sarf ederek neden geldiğini sordu. Abdürreşid İbrahim; açıklamaya ilm-i siyasetle giriş yaparak, Tatarların sürekli Rusların baskısına maruz kaldığını, bu vaziyete çare bulacağını ümit ettiğini, Japonya’ya da bu sebepten geldiğini belirtti. Devamında Japonya’ya İslâm’ın girmediğini, ancak İslâmî uygulamaların Japonlarda tabiî bir şekilde bulunduğunu söyledi. Prens İto şaşırarak bunların neler olduğunu sordu. Abdürreşid İbrahim de; temizlik, sadâkat, emniyet, yere oturmak ve kadın-erkek münasebetlerindeki intizam şeklinde sıraladı. Bu özelliklerin Japonlarda gelenek, müslümanlarda ise din olduğunu ifade etti. Abdürreşid İbrahim şöyle devam etti:

 

“–İslâmiyet size arz ettiğim gibidir. Bu kâinâtın hakikî bir müessiri ve yaratıcısı elbette vardır. Yalnız tabiatın tesiri kâfî olamaz. Biz o gerçek tesir edenin mahiyetini hakkıyla idrakten âciziz. Zira, insan aklının ötesindedir. Bu sebepten dolayı muallimlere ihtiyaç görülmüştür, onlar da peygamberlerdir. Güzel ahlâkı ve umûmî emniyeti temin eden ilâhî kanunları öğretmişlerdir. Bunları tasdik İslâmiyet’tir. Bunun da hulâsası iki kelime ile tâlim olunmuştur ki, o da; «Lâ ilâhe illâllah Muhammedü’r-Rasûlullah» sözüdür.”

 

Tam sohbetin burasında Prens İto dikkat kesildi, ilk defa duyduğu kelime-i tevhîdi tekrar etmesini istedi. Abdürreşid İbrahim kelime-i tevhîdi ağır ağır üç defa tekrar etti. Prens İto da kelime-i tevhid cümlesini aynen tekrar etti. Bunun üzerine Abdürreşid İbrahim şöyle dedi:

 

“–İşte bu kelimelerin ifade ettiği mânâyı tasdik ederseniz size müslüman denilir. Siz bu saatten sonra müslüman oluyorsunuz. Bütün Müslümanlık bundan ibarettir.”

 

Prens İto’nun da cevabı şu oldu:

 

“–Çok hoş! Ben bunda tasdik edilemeyecek bir şey görmüyorum. Bu çok hoş. Ben her zaman bu üslûbu takip etmişimdir.” dedi ve müslüman olduğunu beyan etti. (Abdürreşid İbrahim, Âlem-i İslâm ve Japonya’da İntişâr-ı İslâmiyet, Haz. Mehmet PAKSU, s. 339)