Şer‘î Kaidelerle Tasavvuf -50- HAVÂS İLİMLERİ
Dr. Ahmet Hamdi YILDIRIM
(Şâzelî meşâyıhından Ahmed Zerrûk [v. 899/1494] Hazretleri’nin; tasavvufu, usûl ve fıkıh kaideleriyle anlattığı Kavâidü’t-Tasavvuf ve Şevâhidü’t-Taarruf adlı eserinin tercüme ve şerhine devam ediyoruz.)
TERKİPLER PEŞİNDE
Müellifimiz; yetmiş birinci kaidede, hakîm / felsefeci ve mantıkçının yaklaşımını ve tasavvuf erbâbının bu iki meşrebe karşı alması gereken tavrı ele almıştı. Bu maddede tabiatçıyı aynı bakımdan zikretmekte:
Yetmiş İkinci Kaide:
“Tabiatçı; esas olarak nefislerde, vücutlarda olanı itibara alır. Bunun yanında takviyesi gerekli olan yönleri de, birtakım husûsî terkiplerle dâhil etmeye gayret eder.”
Müellifimizin; «tabiatçı» tabiriyle, neyi kastettiğini devamında verdiği örnek isimlerden daha iyi anlıyoruz: Mevzuyu Bûnî’nin Şemsü’l-Maârif eserine bağlıyor. Bu ve benzeri kitaplar; harfler, rakamlar, bitkiler, madenler, yıldızlar yani bu âlemdeki varlıkların bilhassa insan nefsi, vücudu ve psikolojisi üzerindeki etkilerini incelerler.
Meselâ kadîm tıp; bitkilerin soğuk-sıcak, yaş-kuru husûsiyetlerini tespit edip, bunların insan sağlığına ve mizacına tesirini ele alır.
Simya ve kimya yine varlıkların karıştırıldığında, kaynatıldığında vs. ortaya çıkardığı tesirleri inceler. Birtakım taşların, maden ve kristallerin, insana; nazarı engelleme, iradeyi güçlendirme vb. tesirleri olduğunu iddia eder.
Harflerin, esmâların, tılsımların ve rakamların onları belirli sayıda söyleyen, çizen veya taşıyanlar üzerine tesirlerini araştırır.
Tabiî insanoğlu geçmişten bugüne; varlıkları teşrih etme, onların muhtevâsında nelerin bulunduğunu öğrenme noktasında zâhirî bilgi bakımından ilerledi. Meselâ; artık bitkileri kimyevî olarak incelemek, içindeki etken maddeleri, molekülleri tespit etmek mümkün. Bu ilimle uğraşanlara botanikçi, kimyacı veya farmakolog / eczacı diyoruz. Artık onlar havâs ilmiyle meşgul değil. Gizli bir ilimle iştigal etmiyor. Fakat eskiden bu ayrım net değildi. Asılsız bilgilerle, gerçek bilgiler birbirine karışıktı.
Zamanımızda bu tür uğraşlar; bilim dışı, hurâfe kabul ediliyor, reddediliyor. Fakat bir yandan da bunları araştıranlar azalmıyor belki de çoğalıyor.
Çünkü zâhirî ilimlerle üretilen ilâçlar şifâ vermeyebiliyor. Modern tıp; her insanı husûsî olarak ele almak yerine, toptancı davranıyor. «Bir ilâç üretip yüz binlere satayım, para kazanayım, şu kişiye dokunuyor mu, bu kişiye daha mı fena tesir ediyor, orasıyla ilgilenmeyeyim.» anlayışı var.
Hâlbuki kadîm tıp; «Hastalık yoktur, hasta vardır.» diyerek, rahatsızlığı hisseden, yaşayan insana odaklanıyor. Modern tıpçılar gibi; eskiyi tamamen boş, hurâfe ve câhil saymıyor, keşf-i kadîm ile, insanlığın binlerce yıllık tecrübesinden yararlanıyor. Tabiat eczahânesine, basit görülen ama asırlardır işe yarayan usûllere müracaat ediyor.
Dikkat edilirse son yıllarda, fitoterapi (bitkilerle tedavi), aromaterapi (uçucu yağların teneffüsüyle tedavi), refleksoloji (masajla tedavi) vb. isimler altında, bu kadîm usûller, tıp sahasına ilmî bir kontrol ile girmeye başladı.
Kadîm tıp; sağlıklı insanı mükemmel bir âhenkte görerek, onun sağlığının bozulmasını, âhenginin, mizacının bozulması olarak ele alıyor. Bu bozukluğu; -müellifin dediği gibi- takviye edilmesi gereken tarafların takviyesiyle iyileştirmeyi hedefliyor. Yani vücudun, kendi kendini tedavi etmesinin önündeki engelleri kaldırmayı hedefliyor.
Tabiî bunun yanında, havâs ilimleri; deney ve müşâhede ile tamamen kuşatılamayan, kesinliğe ulaştırılamayan yapıları sebebiyle, istismâra da açık olabiliyor. Bu sahada şarlatanlar, sahtekârlar da eksik olmuyor.
Bu ilimler; sihir, büyü gibi dînimizde haram kılınmış olan alanlarla da yer yer karışabiliyor. Necis ve habîs uğraşlara kişileri maruz kılabiliyor. Bilhassa Uzak Doğu, Hint vs. coğrafyalardan gelen güya şifâ arayışları; mü’minlerin îmânına da birer tuzak oluyor.
Mart 2025’te ormana gidip esrarengiz bir şekilde vefât eden bir vatandaşımızın; yakın geçmişinde meditasyon, cadılık eğitimi, tarot ve benzeri gizli ilimlerle meşgul olduğu ve muhtemelen ormana da böyle bir ritüel için gittiği anlaşıldı ve bu uğraşların memleketimizde sorgusuz sualsiz yayılıyor olması kamuoyunda ciddî bir şekilde sorgulandı.
Bir başka yazımızda da temas ettiğimiz1 emir âlemi, halk âlemi ayırımı da burada mühim. Materyalist dünya; insanı sadece halk âlemindeki fizikî varlığından ibaret görürken, biz onun emir âlemine ait, rûhuyla da alâkadarız. Aslolan nefsin, bedenin sıhhati ve iyi hissetmesi midir yoksa aynı zamanda mânevî bir uzuv olan kalbin itmi’nânı mıdır? Bu noktalarda derin bahisler sürdürülebilir.
Lâkin biz rûhumuza iyi gelecek şeyleri de, karışık kaynaklardan değil, doğrudan Kur’ân ve Sünnet’ten öğreniriz. Şifâyı Kur’ân’da ve nebevî duâlarda ararız.
Müellifimiz birçok maddede olduğu gibi, önce tarif ediyor:
Havâs ilimleriyle uğraşanlar, nefislere yoğunlaşır ve onlardaki husûsiyetleri tespit ederek, takviye cihetine gider.
“(Bu tabiat ve havâs ilimleri) çok büyük bir derinliğe, keskin bir bakışa ve yoğun bir bilgiye muhtaçtır.”
Bugün yukarıda zikrettiğimiz tahlil / analiz, görüntüleme imkânları iyice geliştiği hâlde; hâlâ teşhis ve tedavide güçlükler yaşanıyor. Geçmişte ise, meselâ bir bitki ile şifâ arasındaki alâkayı tespit etmek çok daha güç idi.
Bugün bir ilâcın geliştirilip patentinin alınması için, birçok merhale gerekiyor. Yıllar sürüyor ve on binlerce deney istiyor. Korona salgını zamanında; aşıların üretiminde acele edildiği, neredeyse bütün insanlığın kobay gibi kullanıldığı, geri dönülmez zarar ve ölümlere yol açtığı yönündeki tartışmalar herkesin malûmu…
«Niye bu derin araştırma, yoğun bilgi lâzım?» suâline müellifimiz cevap veriyor:
“Çünkü bu ilâçların umûmî olanı vardır, husûsî olanı vardır. Hattâ öyle ilâçlar vardır ki o özelin de özeline mahsustur.”
Zamanımızda da, gelişigüzel narkoz verilemiyor. «Acaba kişinin narkoza alerjisi var mı?» diye araştırmak gerekiyor. Penisiline alerjisi olanlar var.
Bitkiyle tedavide de çok rastlanıyor: Kişi şeker hastalığı iyileşsin, diye birtakım bitkileri yoğun bir şekilde tüketiyor. Belki şekeri düşüyor, fakat böbrekler iflâs ediyor!
Adam; «kütleteceğim, iyileştireceğim» derken, başka bir kası yırtıyor. Sakat bırakıyor.
Demek ki;
Bu ilimler de sadece kitap ile olmaz:
“Bu işleri iyi bilen bir hoca şarttır.”2
Dikkat edilirse; memleketimizde bilhassa kırıkçı, sınıkçı vb. kadîm tedavi usûlleriyle meşgul kişilerin «ocaklı» olması aranır. Yani ilimdeki ve tasavvuftaki icâzet gibi, bu zanaatlarda da usta-çırak münasebetiyle kalfa / halîfe yetiştirilir. Ancak ustasından el almış kişi o tedaviyi sürdürebilir. Aksi takdirde; şifâ vereyim derken, zarar verir.
“Bundan dolayı denilmiştir ki:
«Bûnî ve benzerlerinden uzak dur! Hayr en-Nessâc ve benzerlerine muvâfakat et!»3”
Ebû Abbas Ahmed bin Ali el-Kurâşî el-Bûnî (v. 622/1225), yukarıda bahsettiğimiz Şemsü’l-Maârif adlı eserin müellifidir. İnsan karakteri ve tabiatı ile ilgili, terkiplerle alâkalı bir eserdir. Harfler, tılsımlar, vefkler ve şemalarla doludur. Cinci vs. denilen kişilerin el kitabıdır. Benzerleri diye tercüme ettiğimiz «eşkâl» kelimesinin diğer mânâsından dolayı bu cümle;
“Bûnî ve onun çizdiği şekillerden uzak dur!” mânâsında da anlaşılabilir.
Müellifimizin dediği gibi bunlardan uzak durmak lâzım. Bu bahiste hemen;
“Yapılmış olanı bozmak için öğrenmek câiz.” fetvâsı akla gelir. Ancak bu gizli ilimler, meşgul olacak kişide de bir havâs, bir husûsiyet gerektirir. Yani tam mânâsıyla kesbî bir ilim değildir. Son derecede mahdut sayıda, özel yetenekli insan hâriç bu ilimlerle meşguliyet, insana bir şey kazandırmaz, hattâ zarar verir.
Müellifimiz; «Uddetü’l-Mürîdi’s–Sâdık» adlı eserinde de Bûnî’nin eserlerinde faydadan çok zarar bulunduğunu, nefse ait bazı özellikler ve esmâ-i hüsnâ bahisleri dışında uzak durulması gerektiğini ifade etmiştir. Aynı zamanda adı üstünde gizli olan bu ilimlere dair yazılmış kitapların, aslında muharref olduğu, içindeki bilgilerin yanlış ellere geçmemesi için kasten değiştirildiği iddialarına da yer vermiştir.4
Bizim yakın tarihimizde Erzurumlu İbrahim Hakkı Efendi’nin Mârifet-nâme adlı eserinde de havâs veya tecrübî ilimler diyebileceğimiz bilgilerin aktarıldığı görülür.
Hayr en-Nessâc ise ilk devir sûfîlerinden Ebû’l-Hasen el-Bağdâdî (v. 322/934) adlı zâttır. Serî es-Sakatî ve Ebû Hamza el-Bağdâdî’nin talebesi, Cüneyd-i Bağdâdî’nin muâsırıdır. İsminin hikâyesi de çok câlib-i dikkattir:
Siyâhî olan bu zâtı, hacda Kûfeli bir kişi, «Hayr» adındaki kaçak kölesi zanneder ve onu alıp götürür. Hazret, itiraz etmez. Bu ismi de kabullenir. Yıllarca onun hizmetinde nesc / dokumacılık yapar. Bir zaman sonra, Kûfeli adam gerçeği anlar ve onu serbest bırakır, fakat ismi Hayr olarak kalır.5 Bu iki ismin karşılaştırılmasında;
“Bûnî’nin tehlikeli sularda dolaşarak, insanlara tabiatlarını düzeltme yollarını göstermesinden uzak dur. Sade bir sûfî olan Hayr’ın sâlih amel ve sohbetten ibaret tasavvuf yoluna koyul!” mesajı vardır.
Yine denilmiştir:
«Huz mâ safâ da‘ mâ keder!»
“Berrak olanı al, bulanık olanı bırak!”
“(Bûnî hakkında; «Uzak dur!» dememin) sebebi, bu yolun tehlikeli bir yol olmasındandır.”
Yukarıda havâs ilimlerinin akîdevî ve amelî tehlikelerini ifade etmiştik.
Her anahtar her kapıyı açmaz. Her formül her problemi çözmez.
Tedavi ve fetvâ gibi, bu havâs tavsiyeleri de kişiye özeldir. Herkeste aynı neticeyi vermez. Belki ters bir netice verir.
İnsanlar; kerâmetlere, olağanüstü şeylere, halk arasında «uçtu-kaçtı» denilen şeylere düşkündür. Herkes hızlı ve kolay yoldan elde edilecek husûsî tesirlere meraklıdır. Fakat asıl faydalı ve güvenli olan; zor da olsa bilinen yoldan, mâkul yoldan gidilerek yavaş yavaş elde edilendir.
Meselâ; «Bir hap yutayım fazla kilolarımdan kurtulayım.» diyenler, neredeyse ölümle burun buruna geliyorlar. «Bir özel duâ okuyayım, hemen istediğimi elde edeyim.» diyenler, yapmaları gereken vazifeleri ihmal ediyorlar.
Yol, Kur’ân ve Sünnet yoludur.
Ne yazık, kestirme diye girdikleri dolambaçlı yollarda kaybolanlara!
Ne mutlu istikametli yoldan gidip vâsıl olanlara!..
_________________________________
1 https://www.yuzaki.com/2024/12/olum-ilmihali/
2 Kitabımızın 64 ilâ 67’nci kaideleri de; «Hocasız olmaz!» ana fikrini işlemişti.
3 Bu sözün sahibi, matematikçiliğiyle tanınan çok yönlü âlim İbnü’l-Bennâ el-Merrâküşî (v. 721/1321)’dir.
4 Zerrûk, Uddetü’l-Mürîdi’s-Sâdık, s. 245-246.
5 Bkz. Mehmet DEMİRCİ, «Hayr en-Nessâc», TDVİA, XVII, 54.