NEFSİN KULU OLMAYALIM!

Sami GÖKSÜN

 

 

Hayra ve şerre eğilimli bir düzende, iradesini müsbet ve menfîye yöneltebilme gücünde yaratılan insana; beşerî hayatın her döneminde peygamberlerin tebligātı ile hak ve bâtıl bildirilmiş, nefsini ilâhî emir ve yasaklar çerçevesinde terbiye ederek, hak ve halk insanı olarak yaşaması emrolunmuştur.

 

Mü’min, Rabbimiz’in son emirleri ve yasaklarını ihtivâ eden Kur’ân’a ve sevgili Peygamberimiz’in sünnetlerine ve öğütlerine itaat ettikçe; emrolunduğu üzere hakkı ve hayrı hayatına hâkim kılmış, nefsini terbiye etmiş, dünya ve âhiret hayatını mesut eden bahtiyarlardan olmuş olur. Nitekim bu konuda yüce Rabbimiz;

 

“Nefsini tezkiye eden felâh bulmuştur.” (-Şems, 9-10) buyurmaktadır.

 

Yani nefsini bâtıl inançlar ve kötü ahlâktan temizleyen; îman, ilim, irfan ve Muhammedî ahlâkla terbiye eden, çevresine rahmet saçacak ölçüde olgunluğa erdiren insan, şüphesiz felâh bulur, mutluluğa erer.

 

Kur’ân ve sünnet ile terbiye olunmayan, kendisine Allâh’ın emir ve yasakları yaşatılamayan, fakat olumsuz arzularına; «Evet!» denen nefis; bâtılın ve şerrin sevdalısı, savunucusu ve davetçisi olur. Bu vasfı ile o, şehvetlere ihtiraslı ve gücünü bu yolda kullanmaya arzulu bir azgın olur. Yûsuf Sûresi’nin 53. âyet-i celîlesinde yüce Rabbimiz şöyle buyurur:

 

“…Gerçekten Hakk’a uymayan nefis, kötülükle emredicidir…”

 

İslâm terbiyesinden mahrum nefis; sadece kötülükle emredici bir şerir değil, aynı zamanda, Rabbimiz’i ve emirlerini reddeden bir isyancı oluverir.

 

Tasavvufî anlayışta şu prensip hâkimdir:

 

“Düşmanın en azılısı kişinin kendi nefsidir.” (Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, I,143)

 

Rivâyete göre;

 

Bir savaş dönüşünde sevgili Peygamberimiz;

 

“Küçük cihaddan, kişinin nefsinin kötü arzularıyla savaşı olan büyük cihâda döndük.” (Câmiu’s-Sağîr, II,73) ifadeleri ile nefisle mücadeleyi, en büyük savaş olarak belirtmişlerdir.

 

Bir başka hadîs-i şerif şöyledir:

 

“Hakikî mücâhid nefsine karşı cihâd açan kimsedir.” (Tirmizî, Cihâd, 2)

 

Hakkı ve hayrı reddeden, bâtılı ve kötülüğü emreden nefisle tesirli bir mücadele verilmez. İslâm nizamı ile terbiye ederek zapt u rabt altına alınmayan nefis, insanın idaresini mutlaka ele geçirir ve o zaman insan kötüler ve kötülükler peşinde koşan bir pespaye olur gider.

 

Nitekim Rabbimiz; kendisinin emir ve yasaklarını ikinci plâna iterek nefsinin isteklerine tâbî olan insanı, nefsini ilâhlaştıran kişi olarak yeriyor ve Furkān Sûresi’nin 43. âyet-i kerîmesinde şöyle buyurmaktadır:

 

“Gördün mü o arzularını ilâh edinen kimseyi? Şimdi onun üzerine (fenalıklarını önlemek için) sen mi bekçi olacaksın?”

 

Rabbimiz’in ferdî ve sosyal hayatımızı düzenleyen emirlerine sımsıkı sarılmayışımız; çıkarlarımız uğruna adâletli tatbikat, doğru ticaret, dürüst işçilik, sağlam imalât yapmayışımız, fert ve toplum haklarına mütecâviz oluşumuz, fâiz, karaborsacılık, rüşvet, zinâ, içki, kumar gibi yasaklardan kaçınmayışımız nefsimizi ilâhlaştırdığımızın bir alâmeti değil midir?

 

Bu açıdan kesinlikle bilinmelidir ki;

 

Allâh’ı mâbud tanımanın ilk gereği, kişinin nefsin hâkimiyetini reddetmesidir. Mü’minler bu gerçekten gaflet eder de; nefsî arzularını Allâh’ın emir ve yasaklarına, sevgili Peygamberimiz’in sünnetine tercih yoluna giderlerse, Câsiye Sûresi’nin 23. âyet-i kerîmesinde açıklandığı üzere yüce Rabbimiz;

 

(Ey Habîbim!) Hevâ ve hevesini ilâh edinen ve Allâh’ın (kendi katındaki) bir bilgiye göre saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünün üstüne de perde çektiği kimseyi gördün mü?

 

Şimdi onu Allah’tan başka kim doğru yola eriştirebilir?

 

Hâlâ ibret almayacak mısınız?” buyurarak bu tip insanların ebedî hüsrana uğrayacaklarını beyan etmektedir.

 

Ancak şurası da bir gerçektir ki; hususi ile yaşadığımız toplumlarda, nefsin emel ve ihtiraslarına karşı mücadele vererek bu acı hüsrandan korunmak şüphesiz çok güçtür. Sevgili Peygamberimiz’in, peygamber olduğu hâlde sık sık;

 

Allâh’ım! Göz açıp kapayıncaya kadar olsun beni nefsimle baş başa bırakma!” (Ebû Dâvûd, Edeb, 11) şeklindeki duâları, Allâh’a dayanılarak yapılması gereken nefis mücadelesinin zorluğunu göstermektedir. Fakat hakikî bir müslüman olarak yaşamak, mü’min olarak can vermek isteyen her insan, nefsinin İslâm’la çatışan arzularına karşı Kur’ân ve sünneti rehber edinmiş olarak, akılla birlikte ciddî bir mücadele verip, nefsini hakka ve hayra yöneltmeye çalışarak bu zorluğu yenmek mecburiyetindedir. Îman bunu gerektirir, ölümü ve ölüm sonrası hayatı tefekkür edebilen akıl bunu îcap ettirir.

 

Bunun içindir ki, Sevgili Peygamberimiz;

 

“Akıllı insan, nefsini itaat altına alan ve ölüm sonrası için amel eden kimsedir.” (Tirmizî, Kıyâmet, 25) buyurmuşlardır.

 

Şair ne güzel söyler:

 

Ey kul, şu rezil nefse uyup yakma ümîdi,

Cânânına candan yönelen, rahmete erdi. (Seyrî)

 

Kur’ân ve sünnet istikametinde; nefsin bâtıla ve şerre eğilimli arzularına müsbet bir yön vermeyi, âhiret hayatı için çalışmayı, tabiî ve zarurî zevklerden mahrum bırakan donuk ve cansız bir hayata talip olmak şeklinde anlamamalıyız. Helâl yoldan olmak kaydıyla ve israfa gitmemek üzere, güzel lezzetlerden faydalanmak bütün müslümanlar için meşrûdur.

 

Bu yazımızın hulâsasını Nâziât Sûresi’nin 36 ilâ 41. âyet-i kerîmeleriyle yapalım:

 

“O alevli ateş (cehennem) görecek her kimseye apaçık gösteril(diği zaman), artık kim haddi aşarak nefsini ilâh tanımış, bâtıl yaşantı biçimlerini üstün tutarak dünya hayatını âhiret hayatına tercih eylemişse, işte muhakkak o alevli ateş onun varacağı yerin ta kendisidir.

 

Ama kim Rabbinin azâbından korkup da nefsini ihtiraslarından alıkoydu ise, işte cennet muhakkak ki onun varacağı yerdir.”

 

Yüce Rabbim, bizleri bir an bile olsun nefsimizle baş başa bırakmasın. İmtihan ile karşılaştığımızda; «Sen’den Rabbî!» diyerek teslîmiyet içerisinde imtihandan geçerek muvaffak olabilmeyi Rabbim bizlere nasîb eylesin. Âmîn