AİLE ve KADIN

Dr. Ahmet Hamdi YILDIRIM

 

İslâm rahmet ve merhamet dînidir. Dünyada ve âhirette huzur ve saâdeti temin eden yegâne nizamın adıdır. İnsanı yaratan Allah; onun fert, aile ve toplum olarak nasıl mesut olacağını, nasıl huzura ereceğini de en iyi bilendir. Bu ilm-i ezelîsi ile, müslümanlar için İslâm dîninden râzı olmuştur.

 

İnsanlık; o rahmetten ne zaman uzaklaşmış ise, şiddete, zulme, huzursuzluğa ve ızdıraplara dûçâr olmuştur.

 

Devrimizin bir âhirzaman câhiliyyesi olduğu tespitlerini sık sık duyarız. Hakikaten, zamanımızda fert de, aile de, toplum da büyük ızdıraplar içinde.

 

Lâkin o câhiliyyenin şeytânî bir fikrî, felsefî arka plânı da var. Onlar gerçekleri çarpıtıyor. Şiddeti kendisi yaşatırken ve aşılarken, sorgulanan yine müslümanlar oluyor. Zulmedenler, her zaman ehl-i küfür; fakat dünyada İslâmofobi / İslâm korkusu(!) var.

 

Müslümanlar olarak, uyanık ve özgüvenli olmak zorundayız. Onların çarpıttığı kavramlarla düşünüp kendi değerlerimizi karalamak ve medeniyetimizden, tarihimizden utanmak, onları tenkit etmek hastalığına düşmemeliyiz.

 

Bu cümlelerden sonra, şu suâle cevap verelim:

 

“İslâm kadın için ne söyler? Ona nasıl muâmele edilmesini ifade eder?”

 

Evvelâ şunu hatırlayalım, hepimizi bir anne dünyaya getirdi. Kadın; annedir, eştir, kız kardeştir, kız evlâttır, kız torundur, yeğendir, haladır, teyzedir…

 

Kadın denildiğinde; öncelikle bir cinsiyet objesi, erkeğin karşısında yalnız ve ondan kopuk bir dişi varlık akla gelmemeli. Ailemizi, büyük ailemizi, toplumumuzu oluşturan bir fert, bir insan gelmeli.

 

ANNE OLARAK KADIN

Dînimiz işte bu hanıma çok hürmet etmekte. Evlâdını zahmetlerle dünyaya getiren, onu kucağında ve kalbinde taşıyan anneye çok büyük bir hürmet istemekte. Anneye evlâtlarının ihsân üzere, en güzel şekilde davranmasını; «Üf bile dememesini, kıymettâr bir hitap ile hitap etmesini emretmekte.1 Bir bıkkınlık ifadesi olan; «Üf!» kelimesini bile anneye karşı kullanmayı yasakladığına göre, ona şiddet ne demek!.. Onu kırmak, incitmek ne demek!..

 

‘‘Bir şahıs, Rasûlullahsallâl­lâhu aleyhi ve sellem-’e gelerek;

 

«–Kendisine en iyi davranmam gereken kimdir?» diye sordu.

 

Rasûlullahsallâllâhu aleyhi ve sellem– Efendimiz;

 

«–Annen!» buyurdu. O sahâbî;

 

«–Ondan sonra kimdir?» diye sordu.

 

Efendimiz;

 

«–Annen!» buyurdu. Sahâbî tekrar;

 

«–Ondan sonra kim gelir?» diye sordu.

 

Allah Rasûlü yine;

 

«–Annen!» buyurdu.

 

Sahâbî tekrar;

 

«–Sonra kim gelir?» diye sorunca Rasûl-i Ekrem bu sefer;

 

«–Baban!» cevabını verdi.’’2

 

Güzel dînimiz;

 

“Cennet, annelerin ayakları altındadır.”3 diyor. Yani;

 

“–Cennete girmek istiyorsan, annenin ayaklarına sarılacaksın, onu râzı edeceksin!”

 

Ana hakkını ödemek kolay değildir.

 

Asrsaâdetten bir başka tablo:

 

“Bir adam; annesini sırtına almış, Kâbe’yi tavaf ettiriyordu. O esnada Rasûlullahsallâllâhu aleyhi ve sellem-’i gördü ve;

 

«–Annemin hakkını ödeyebildim mi?» diye sordu.

 

Hazret-i Peygamber;

 

«–Hayır, seni karnında taşırken, bir nefes alma ânındaki zahmetinin dahî hakkını ödeyemedin!» buyurdu.”4

 

Bu îkazlar ışığında; annelerimizin kıymetini bilelim, onlara tevâzu kanadını indirelim, merhametle muâmele edelim. Annesi vefât edenler ise, onlara hayır duâlarını unutmasınlar, daima Kur’ân okuyarak, hatimler, Yâsînler bağışlasınlar. Bir de annelerinin hayırlı dostlarının hatırlarını tâzîz etsinler.

 

ZEVCE OLARAK KADIN

 

Dînimiz, evliliği teşvik eder.5 Evliliğe imkân sahibi olduğu hâlde, bekârlığın tercih edilmesini doğru bulmaz. Çünkü nikâh Efendimiz’in sünnetidir.6 Yalnızlık Allâh’a mahsustur.

 

Kadın ve erkek arasında, yaratılıştan gelen bir cezb kanunu vardır. Bu çekim ancak helâl yoldan, yani Allâh’ın emri olan nikâh ile sükûna ermelidir. Evlilik dışındaki bütün başka arayışlar haddi aşmaktır.7 Cenâb-ı Hak, zevç ve zevce arasında meveddet ve merhamet halk eder.8 Bir mü’min için eş ve çocukları göz aydınlığıdır, en güzel sevinçtir.9

 

Cenâb-ı Hak; erkekleri ailenin reisi kılmış,10 ancak onlara hanımlarına hüsn-i muâşereti şöyle emretmiştir:

 

“…Hanımlarınızla iyi geçinin, onlara güzel muâmelede bulunun. Onlardan hoşlanmasanız bile, umulur ki sizin hoşunuza gitmeyen bir şeyde Allah birçok hayır takdir eder.”11

 

Bir hâdisede; hanımlardan, -hassas davranılmaları gerektiğine işaretle mecazen- «kavârîr / camlar, kristaller» diye bahseden12 Peygamberimiz de ümmetini hanımlara sert muâmeleden sakındırmıştır:

 

“Sizin en hayırlınız, ailelerine en güzel muâmelede bulunanınızdır!..”13

“Kadınları dövmeyiniz!.. Kadınlarını döven kimseler, sizin hayırlınız değildir.”14

 

Osmanlı’da da, hanımlardan cins-i latîf diye bahsedilmiş. Yani onlara letâfetle davranılması gerektiğine işaret edilmiştir.

 

Beyler hanımlarını taltif etmeli, onlara güzel sözler söylemeli, onları incitmemelidir. Hele beşerî bir husûsiyetiyle veya bedenî bir kusuruyla alay etmek, onları tahkîr etmek son derece çirkin davranışlardır.

 

En güzel ve muazzam bir ahlâka sahip olan Peygamberimiz; bir aile reisi, bir baba olarak da ümmetine eşsiz bir nümûne olmuştur. Gerek zamanın şartları sebebiyle mecburen, gerekse sergiledikleri îsâr sebebiyle, doğru düzgün yemek pişmeyen o mübârek evler, daima huzur ve saâdet yuvası olmuştur.

 

Burada; hanımlarla güzel geçinmek ile erkeğin aile reisliği, -hadisteki tabirle çobanlık vazifesi- arasında bir denge bulunduğunu da hatırlamamız îcâb eder.

 

Erkeğin, yani bir kocanın veya babanın, ailesini takvâ üzere idare etmesi gerekmektedir. Hanım ve evlâtlarına namazı, hayâyı, tesettürü öğretmesi ve İslâm’ı o evde yaşayıp yaşatması lâzımdır.

 

Bir kocanın; «Güzel geçinecekmişim.» diyerek bu vazifelerini terk etmesi, ailesinde ve evinde gördüğü yanlışlıklara göz yumması da asla doğru olmaz.

 

Diğer taraftan; «Vazifem bu!» diyerek, sert, haşin ve kırıcı bir dil ve üslûp kullanması da doğru olmaz. Tutarlı bir denge yakalanmalıdır.

 

EVLÂT OLARAK KADIN

 

Bu hususta evvelâ; câhiliyye devrinde, kız çocuklarının dünyaya gelmesinden bile nefret edildiğini, hor görüldüğünü, mîrastan men edildiğini hattâ diri diri toprağa gömüldüğünü15 hatırlayalım!..

 

Peygamberimiz ise; kız evlâtları güzelce yetiştirip büyütmeyi, cennet vesilesi olarak îlân etti:

 

“Her kim üç kız çocuğunu veya kız kardeşlerini himaye edip büyütür, güzelce terbiye eder, evlendirir ve onlara lütuf ve iyiliklerini devam ettirirse, o kimse cennetliktir.”16

 

“Her kim iki kız çocuğunu yetişkinlik çağına gelinceye kadar büyütüp terbiye ederse, kıyâmet günü o kimseyle ben yan yana bulunacağız.”17

 

Peygamberimiz; bütün kızlarına ve bilhassa Fâtıma Vâlidemiz’e gösterdiği ihtimam, sevgi ve alâka ile bu hususta en güzel nümûnemizdir.

 

Rasûlullah Efendimiz; bir yolculuktan geldiği zaman, ilk önce Hazret-i Fâtıma Anamız’ın yanına uğrardı.18 Kızı geldiğinde ayağa kalkardı.19 Bugünün evlâtları, yarının anneleri olacak.

 

Sadece aile fertlerine değil, toplumdaki sahipsiz kalan kadınlara da sahip çıkılmalı:

 

TOPLUMDA YARDIMA MUHTAÇ KADINLAR: DULLAR

 

Peygamberimiz –sallâllâhu aleyhi ve sellem-, son nefeslerini verirken, hâlâ tebliğde bulunuyordu. Namazın yanı sıra şu sözleri söylediler:

 

“–İki zayıf hakkında Allah’tan korkunuz: Onlar, dul kadın ve yetim çocuktur.”20

 

Bu tembihata uyarak; medeniyetimizde, dul kalan hanımlara, müslüman mahalle halkı sahip çıkmıştır. Vakıf ve hayır müesseseleri, onları kimsesiz bırakmamıştır.

 

Şimdi kısaca özetlediğimiz bu esaslar içerisinde; dînimizde kadının el üstünde tutulduğunu, husûsî bir ihtimam içerisinde korunduğunu görüyoruz.

 

Bütün bu esaslar içerisinde, temel prensibimiz şu olmalıdır:

 

Hakkın hatırı âlîdir.

 

Hakkın ve hakikatin olduğu yerde, erkek de o hakikate boyun eğmeli, hanım da itaat etmeli, anne-baba da boyun bükmeli, evlâtlar da ona teslim olmalı… İşte orada huzur olur, saâdet tecellî eder.

 

Aile karşılıklı anlayış isteyen bir ortamdır. Burada her şeyi hukukun çözmesini beklemek doğru değildir. Hukuk, çözümsüzlüğün olduğu yerde son çaredir.

 

ANNE-BABAYA RAĞMEN EVLENMEK

Meselâ şu sual:

 

“Bir kızımız; anne-babasından habersiz, izinsiz, onların rızâsını almadan evlenebilir mi?”

 

Hukuk adına cevap verecek isek; Hanefî mezhebimiz, aklı başında, bülûğ çağını aşmış bir kızın nikâhında baba gibi bir velinin bulunmasını şart koşmuyor. Dolayısıyla babası izin vermese de, mer’î kanunlarda da olduğu gibi evlenebilir.

 

Ama bir de ahlâk var, anne-baba rızâsını almak var. O kızımız yarın kocası vefât etse veya ondan ayrılsa, iddeti bittikten sonra yine babasının evine dönmeyecek mi? Neseben de babanın kütüğüne dönmeyecek mi? Öyleyse o kapıdan rızâ ile ayrılmalı. Muhabbetle, hürmetle ayrılmalı.

 

Dolayısıyla babanın rızâsı alınmadan böyle bir evliliğe teşebbüs etmek doğru değildir. Hattâ annesinin rızâsını da almalı.

 

Evlâtlar; tecrübeli, şuurlu, güngörmüş anne-babalarının evlilik hususundaki tavsiyelerini görmezden gelmemeli. “Evlâdım bu kızdan sana hanım olmaz! / Bu çocuktan sana bey olmaz!” diyorlarsa, gençliğin deli duygularına kapılıp, bu samimî ve hakkāniyetli tavsiyelere kulak tıkamamalı.

 

Bir genç; evleneceği kimsenin güzelliğine, yakışıklılığına vuruluyor. Hâlbuki güzellik, yakışıklılık bunlar izâfî ifadelerdir. Hiçbir kimse ebediyen güzel kalmaz. Sonra güzellik, bakan gözdedir. Eğer zaman içerisinde insicam sağlanmazsa, ruh bütünlüğü oluşmazsa, tarafların birbirlerine karşı muhabbetleri, sevgileri bâkî kalamazsa, dünyanın en güzel insanı dahî olsa bir zaman sonra size çirkin gelir, itici gelir, onun yanında huzur bulamazsınız.

 

Diğer taraftan da; anne-babalar, evlâtları için uygun bir namzet çıkmışsa ona sebepsiz yere mâni olmamalı. Şu hadîs-i şerif unutulmamalı:

 

“Size, ahlâk ve dîninden hoşlandığınız biri gelirse onu evlendiriniz. Eğer evlendirmezseniz yeryüzünde fitne ve büyük bir fesat olur.”21

 

Bazen duyuyoruz, baba evliliğe mâni oluyor. Fakat devrimiz şartları altında, kız ve oğlan görüşmeye devam ediyorlar. Bu da bir başka sıkıntıya yol açıyor.

 

Bazen duyuyoruz: Sırf namzedin memleketine, milletine, kavmine bakılarak; «Hayır!» deniliyor. Elbette evlilikte denklik mühimdir. Ancak bu hadîs-i şerîfi unutmamalıyız.

 

Tabiî içinde bulunduğumuz senenin Aile Yılı olarak îlân edilmesine sebebiyet veren acı bir tablo var:

 

Evlilikler azalıyor ve geç yaşlara erteleniyor. Buna karşılık boşanmalar artıyor, nüfus durgunlaşıyor.

 

Uzmanlar bu noktada; ebeveynlerin evlâtlarının evliliklerine fazlaca karışması, gelin-kaynana, damat-kaynata geçimsizliklerinin de bunda rolünün olduğunu söylüyorlar.

 

Bir anne, bir baba; çocuklarının evliliklerine yine yukarıda zikrettiğimiz, İslâmî ölçüler çizgisinde müdâhil olmalı. Emr-i bi’l-mârufta bulunmalı, nehy-i ani’l-münkerde bulunmalı. Fakat iş bir ego mücadelesine dönüşmemeli. «Benim sözüm geçecek! Benim dediğim olacak!» diye bir horoz dövüşüne dönmemeli.

 

Burada biraz da boşanma fıkhından bahsetmek isterim:

 

BOŞANMANIN DA BİR ÂDÂBI VAR!

 

Evet, boşanma hiç istemediğimiz bir şey. Evlilik ebedî bir akittir. Ancak vefât ile sona ermesi istenen bir akittir. Tabiî dînimiz; geçinemeyen, anlaşamayan, bu yolda her şeyi deneyen çiftler için, son bir çare olarak boşanmayı mubah kılmış. Hadîs-i şerîfin tabiriyle, Allâh’ın en sevmediği mubah22

 

Boşanma zaten tatsız bir şey, lâkin onu bu âhirzaman hengâmında daha da tatsız hâle getiriyor insanoğlu:

 

Aile içi problemler etrafında görüyoruz ki; boşanma gerçekleştiğinde, taraflar birbirine karşı canavarlaşıyor. Düne kadar sevdiği, evlendiği, hayatını paylaştığı insanı da canavar gibi, düşman gibi görmeye başlıyor. Ona verebileceği âzamî zararı vermeye çalışıyor. Meselâ; hak mı değil mi düşünmeden, mer’î hukukun gücüyle karşı tarafa çullanıyor. Malını, evini barkını elinden zorla almaya çalışıyor. Rezil rüsvây etmeye çalışıyor. Çocuklar üzerinden kavgalar çıkarılıyor.

 

Bu hususta boşanmış zevç ve zevce hakkında inen şu âyet-i kerîmeyi hatırda tutmak lâzımdır:

 

“…Birbirinize erdemli ve lütufkâr davranmayı unutmayın, terk etmeyin…”23

 

Evet, hayaller yıkıldı. Büyük umutlarla kurulan bu yuva dağıldı. Ama olsun; yine de karşı tarafa bir fazîlet, bir güzel ahlâk nümûnesi göstermeyi unutmayın!

 

Ayrılıyorsun diye; dün beraber olduğun o insan, bugün dünyanın en vahşî insanı hâline gelmedi. Bir günde olmadı bu iş. Dolayısıyla sen ayrılabilirsin. Ama insâniyet dairesi içerisinde, karşılıklı hukuka riâyet ederek bu ayrılmayı gerçekleştirmek; ayrılmayı medenî bir şekilde, sünnete uygun bir şekilde icrâ etmek gerekiyor.

 

Dolayısıyla ayrılsak da; nihayetinde o insanın, din kardeşimiz olduğunu, insanlıkta eşimiz olduğunu unutmamamız gerekiyor. Asgarî standartlarda, asgarî müştereklerde birbirimizin hukukuna riâyet etmemiz gerekiyor. Böyle olursa, eğer ortada bir çocuk varsa bu çocuklar da heder olmamış olur. Bunlar da zâyî olmamış olur.

 

Cenâb-ı Hak, aile huzurumuzu bozmak isteyenlere fırsat vermesin. Kurulan yuvalara meveddet ve rahmetini bol bol ihsan buyursun. Âmîn

 

______________

 

1 el-İsrâ, 23-24. Ayr. bkz. el-Bakara, 83, 215; en-Nisâ, 36; Meryem, 14, 32; el-Ankebût, 8; Lukmân, 14-15; el-Ahkāf, 15.

2 Buhârî, Edeb, 2; Müslim, Birr, 1.

3 Nesâî, Cihâd, 6; Ahmed, III, 429.

4 Bezzâr, X, 276 [4380]. Böyle bir hâdise ve söz Abdullah İbn-i Ömer –radıyallâhu anhümâ– hakkında da rivâyet edilmiştir: Buhârî, el-Edebü’lMüfred, 6.

5 “Ey gençler! Sizden evlenmeye güç yetirenler evlensin.” Bkz. Buhârî, Nikâh, 2-3 [5065-5066]; Müslim, Nikâh, 1 [1400].

6 Bkz. Buhârî, Nikâh, 1 [5063]; Müslim, Nikâh, 5 [1401].

7 Bkz. el-Mü’minûn, 5-7.

8 Bkz. er-Rûm, 21.

9 Bkz. el-Furkān, 74.

10 Bkz. en-Nisâ, 34.

11 en-Nisâ, 19.

12 Buhârî, Edeb, 95; Ahmed, III, 117.

13 İbn-i Mâce, Nikâh, 50; Dârimî, Nikâh, 55.

14 Ebû Dâvûd, Nikâh, 42; İbn-i Mâce, Nikâh, 51.

15 Bkz. en-Nahl, 58-59; ez-Zuhruf, 17; et-Tekvîr, 8-9.

16 Ebû Dâvûd, Edeb, 120-121/5147; Tirmizî, Birr, 13/1912.

17 Müslim, Birr, 149.

18 Ebû Dâvûd, “Tereccül”, 21

19 Ebû Dâvûd, Edeb, 143, 144; Tirmizî, Menâkıb, 60.

20 Beyhakî, Şuab, VII, 477.

21 İbn-i Mâce, Nikâh, 46.

22 Ebû Dâvûd, Talâk, 3.

23 Bkz. el-Bakara, 237.