KALICI SERVET HAKİKÎ SAÂDET

YAZAR : Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi

mevlana_yuzakidergisi_temmuz2016

DEFİNE ARAYAN ADAM

Hazret-i Mevlânâ, anlattığı hikâyelerle insanın iç dünyasına ışık tutar. Şu hikâyede de bizler için birçok sır ve hikmet gizlidir:

Mîrasyedi bir adam vardı. Konduğu mîrâsın hepsini yedi, bitirdi; ağlayıp sızlanmaya başladı.

Zaten mîras malının vefâsı yoktur! Mîrâsı bırakan da, murâdına ermeden geçip gitmiştir; mal da ondan ayrılmış kalmıştır!

Mîrâsa konan da, o malın kadrini kıymetini bilmez! Çünkü, onu kolay buldu; ter dökmeden, çalışıp çabalamadan elde etti. O mal için, pek o kadar zahmete katlanmadı!

Ey insan! Sen de, Hakk’ın lütuf ve ihsânına mîrasçı oldun! Hak sana bu canı bedava verdi de; o yüzden canının kadrini-kıymetini bilmiyor, mîras yiyen gibi onu harcayıp duruyorsun!

O adamın da, eline geçen para gitti. Cenâb-ı Hakk’a yeniden lütuflarda bulunması için çok duâ etti. Adam bir rüya gördü; rüyasında hâtiften bir ses duydu. O ses şöyle diyordu:

“Sen, ancak Mısır’da zenginliğe konacaksın! Yürü, Mısır’a git. Allah, niyazını kabul etti. Zaten niyazları kabul eden hep O’dur! Filân yerde pek büyük bir define var! Onu elde etmek için, Mısır’a kadar gitmen gerek!”

Adam; Bağdat’tan kalktı, ta Mısır’a kadar gitti. Fakat oraya vardığında hiç azığı kalmamıştı. Halktan bir şeyler dilenmeyi; onun-bunun kapısını çalmayı düşündü. Bundan da utandı. Sabretmeye karar verdi. Derken, açlıktan yine çırpınmaya başladı. Artık dilenmekten başka çaresi kalmamıştı.

“Geceleyin yavaş yavaş çıkar, dilenirim!” diye düşündü. “Karanlıkta gördüğümü seçemem. Böylece, dilenmekten utanmam!”

Böyle düşünerek geceleyin çıktı, mahalleye daldı. Yine dilenip dilenmemek husûsunda tereddüt hâlinde sokaklarda dolaşırken bekçi onu yakaladı. Açlıktan kıvranan zavallıyı dövmeye başladı. Çünkü son zamanlarda mahalleye bir hırsız dadanmıştı. Bekçi onu hırsız sanmıştı.

O fakir adam;

“Vurma da, hâlimi dosdoğru söyleyeyim!” diye feryâda başladı.

Bekçi;

“İşte sana mühlet verdim!” dedi. “Haydi söyle; gece vakti ne diye dışarı çıktın? Anlat bakalım! Belli ki sen; buralı değilsin! Doğru söyle; sen buraya ne yapmaya geldin?”

Zavallı garip, yeminler ederek dedi ki:

“Ben ne hırsızım, ne de soyguncu! Ben, Mısır’ın garibiyim; Ben, Bağdatlıyım!”

Garip adam, bekçiye rüyasını ve o define meselesini anlattı. Bekçi; onun doğru söylediğine inandı, gönlü rahatladı. Fakat bir rüya peşinde buralara gelmesine şaşırdı. Ona dedi ki:

“Sen; ne bir hırsızsın, ne de kötü adamsın! Sen; iyi adamsın ama, saf ve ahmak bir kişisin! Çünkü; bir hayal peşinde koşuyor, bir rüyaya kanıyorsun.

Ben de, defalarca rüya gördüm. Bana da;

“Bağdat’ta bir define var!” der dururlar. Bağdat’ın filân tarafında, filân sokağında gömülü bir defineden bahsederler. Hem de bu rüyayı kaç kere gördüm. Fakat hiç de kalkıp Bağdat’a gitmeyi düşünmedim. Deli miyim, bir rüya gördüm diye gurbete düşeyim?!.”

Adamcağız şaşırdı kaldı. Çünkü bekçinin rüyasında gördüğü ve söylediği mahalle; Bağdatlı garibin mahallesi idi, onun sokağı idi.

Bağdatlı garip bu sözleri duyunca, önce şaşırdı, sonra düşündü;

“Demek ki define, benim kendi evimde imiş. Bu böyle olunca; ben neden kendi yurdumda fakir düşmüşüm, yoksulluktan feryat etmişim?” diye hayıflandı, kendi kendine kızdı.

“Meğer ben; definenin başında yoksulluk çekermişim de haberim yokmuş! Ne kadar gafilmişim!..”

Bu müjdeli haberden âdetâ mest oldu; üzüntüsü, derdi kalmadı. Yediği sopaların acısını unuttu da içinden Allâh’a şükretti.

“Rızkım; çektiğim üzüntülere, yollarda uğradığım sıkıntılara, şimdi de şu bekçiden yediğim sopalara bağlı imiş! Âb-ı hayat benim kendi evimde imiş, haberim yok!

Ey ulu er! Sen bana; «Dertli!» de; «Aptal!» de! Ben; sence, senin önünde dertliyim, zavallıyım ama, ben kendi kendime hoşum, mutluyum!”

Adam; Cenâb-ı Hakk’a secdeler ederek, rükûa vararak, senâlarda, şükürlerde bulunarak Mısır’dan kalktı, Bağdat’a döndü.

Diyordu ki:

“Bu ne hikmettir ki, isteklerim beni deli bir arzuya düşürerek evimden uzaklara sevk etti; yolumu kaybettim; fakat, ümitli idim!

Şaşkınlığımdan, koşa koşa sapıklık yoluna düştüm. Meğer; her an dileğimden biraz daha uzaklaşıyormuşum!

Sonradan, yine Cenâb-ı Hak; o şaşırmayı keremiyle lütuf hâline getirdi de, doğru yolu bulmamı ve işin içinden kârlı çıkmamı sağladı!

O, öyle sonsuz lütuf sahibidir ki, sapıklığı îman yolu yapar; eğri gidişi, ihsan ekininin devşirme zamanı kılar!

Böylece de, hiçbir ihsan sahibinin korkudan emin olmamasını, hiçbir hâinin de ümitsiz kalmamasını, recâdan el çekmemesini sağlar!

Kendisine; «Gizli lütuf sahibi!» densin diye; o gözlere görünmeyen büyük varlık, zehrin kalıbına panzehir yerleştirir!

O kerem sahibi, namazda gizlenmiştir; gönül namazı kılan, kendini tamamıyla Allâh’a veren kuluna lütuf ve ikramda bulunur! O’nun affı ve mağfireti günaha şeref elbisesi giydirir de; böylece o günahı affedilmeye, ihsâna ve kurtuluşa vesile eyler, sebep kılar!

Hakk’ı inkâr edenler; güvenilir, üstün îmanlı kişileri, yani peygamberleri küçük düşürmeye uğraştılar, onları aşağılamaya çalıştılar. Fakat onların bu gayretleri, küçük düşürmek istedikleri kişileri yüceltti; onlar mûcizelerin belirlenmesine sebep oldular!

Gizli lütuf ona derler ki: «Cenâb-ı Hak sana ateş gösterir; hâlbuki o nurdur!»”

MAHRUMİYET TÂLİMİ

Hikâyede mîrasyedi bir adamın fakirleşmesi, daha sonra kendi sokağındaki hazinenin farkına büyük zahmetlerle varması anlatılır. Mîras gibi hazır kazancın kıymetini bilmeyen insan, zahmetle elde ettiği şeyin değerini anlar. Eğer o hâlinde o defineyi bulsaydı, o da mîras gibi tükenip gidecekti. Yani kıssada; Cenâb-ı Hak o kişiye asıl, kanaat hazinesini kazandırmış oldu.

Kıssadaki adam ihtirasın getirdiği felâket ve faciayı gördü. Sopa yedi, aç kaldı. Eziyetlere uğradı. Eli de sonunda boş çıktı. Dünyaya hırsın âkıbeti budur.

Nihayet o adam idrâk etti ki gerçek hazine, müstağnî olabilmektir. Dünya ihtiraslarından kurtulmaktır.

Bir hikmet ehli şöyle ikazda bulunur:

“Bir kul öldüğünde, malı husûsunda iki musîbetle karşılaşır ki, daha önce bunlar gibisini hiç görmemiştir:

Birincisi; bütün malının elinden alınmasıdır. Diğeri de; bütün malı elinden gitmesine rağmen bunların hepsinden hesâba çekilmesidir.”

Böylece o adam, zahmetlerle rahmete ermeyi tâlim etmiş oldu. Nitekim hayatta ciddî bir hastalık görmemiş insanlar, sıhhatin kıymetini idrâk edemezler. Hastaların yaşadıklarını da anlamazlar. Fakat bir hastalık yaşayıp da şifâya kavuşurlarsa, bu onlar için bir ibret ve idrak vesilesi olur.

Cenâb-ı Hak; oruç ibâdetiyle, bize bu «mahrumiyet» tâlimini yaptırır.

Her gün, her vakit yiyip durduğumuz nimetler, içtiğimiz sular ve sâir meşrubatlar; Ramazân-ı şerif boyunca gündüzleri bize yasak hâle gelir. Böylece sâir zamanlarda alışkanlık sebebiyle kıymetini anlayamadığımız nimetler üzerinde ayrı bir idrâke sahip oluruz.

İkinci bir tefekkür ise, mahrumiyetin hissiyâtıdır. “Tok, açın hâlinden anlamaz.” denilmiştir. Hakikaten oruç diye bir ibâdet olmasa, imkân sahipleri, açlığın ne olduğunu belki de hiç tecrübe edemezlerdi.

AÇLIK ve RÛHÂNİYET

Üçüncü bir tefekkür ise, açlık hissiyâtındaki rûhânîleşmedir. Aslında açlık da mânevî bir nimettir. Fakat insan o nimetten gafil olur. Ramazân-ı şerif; kıssadaki bekçinin sopası gibi, insana zahmet yaşatır, fakat rahmeti buldurur.

İnsan ruh ve beden terkibidir. Birbirine zıt olan bu iki yapının kendisine mahsus gıdaları da birbiriyle ters nisbet içindedir. Yani insan ne kadar tok olursa, rûhânî varlığı o kadar açlık ve mahrumiyet çeker. Çünkü tokluk, cismânî ve dünyevî zevklere dalış, mal, para, şehvet ve benzeri meşguliyetler; rûhânî istîdatların inkişâfına mâni ve zıttır.

Gözümüz; yakındaki bir eşyaya teksif olursa, uzaktakini bulanık görür; uzaktakine teksif olursa, yakındakini bulanık görür. Bunun gibi; dünyaya gözünü diken kişinin, âhiret âlemine alâkasında zayıflama başlar. Âhireti kazanmaya tam teveccüh etmiş kişinin de, dünyaya iştihâsı azalır. İşte oruç, bunun günlük hayata kadar teşmil edilmesini temin eder.

Namaza durduğumuzda ellerimizle dünyayı arkaya atıp, huzûr-ı ilâhîye yöneldiğimiz gibi; oruçla da helâl olan şeyleri dahî dünyamıza sokmayarak, irademizi âhirete tevcih etmiş oluruz.

Hazret-i Mevlânâ, Dîvân-ı Kebîr’inde şöyle der:

SEMÂ SOFRALARI AÇILSIN

“Ramazan geldi, artık maddî yiyeceklerden elini çek ki, gökten mânevî rızıklar gelsin. Bu ay, gönül sofrasının kurulduğu aydır. Gönlün, bedenin hatalarından kurtulduğu aydır. Gönüllerin aşk ve îmân ile dolduğu aydır.”

Oruçtaki bir tefekkür de ölümdür. Zira oruçla insan, muvakkaten bir ölünün hâlini yaşar. Kabirde de insan yiyemez, içemez, diğer cismânî hisleri de ortadan kalkar. Bu sebeple hadîs-i şerifte ölüme; «Hâdimü’l-lezzât: Lezzetleri kökünden yıkan» adı verilmiştir. İnsan oruç tutarken; hayâtiyet için ihtiyaç duyduğu ve oldukça düşkün olduğu bu şeylere, bir gün mecburî bir elvedâ diyeceğini hatırlar. Ölmeden önce ölme sırrınca, bu varlıkların gözünde gereğinden fazla ehemmiyet kazanmaması yolunda kendisine eğitim vermiş olur. Bir gün mecburen terk edeceği fânî şeyler için, ebedî hayatını tehlikeye atmasının hamâkat olduğunu idrâk eder.

Ölüm, gıdaya ihtiyacımızı sona erdirir. Çünkü gıdaya muhtaç ve düşkün olan bedenimizdir. Beden fânîdir. Ruh ise bâkîdir. Hazret-i Mevlânâ îkaz eder:

“Teni aşırı besleyip geliştirmeye bakma! Çünkü o, sonunda toprağa verilecek bir kurbandır. Sen asıl gönlünü beslemeye bak! Yücelere gidecek ve şereflenecek olan odur.”

“Bedenine yağlı-ballı şeyleri az ver. Çünkü onu gereğinden fazla besleyen, nefsânî arzulara düşüyor ve sonunda rezil olup gidiyor.”

“Rûha mânevî gıdalar ver. Olgun düşünüş, ince anlayış ve rûhî gıdalar sun da; gideceği yere güçlü, kuvvetli gitsin.”

CENNETE TEHİR

Orucun bir tefekkürü de, sabrı ve tehir etmeyi öğretmesidir. Oruç tutan kişi, güneşin batış vaktine kadar sabreder ve iftar vaktinde hem büyük bir sevaba hem de helâl gıdasına kavuşur. Dünya hayatına da bir oruç gibi yaklaşmak gerektiğini Hak dostları ifade etmişlerdir. Abdullah Dehlevî Hazretleri;

“Dünya hayatı bir gündür, o günde de oruç tutmamız lâzımdır. (Yani nefsimizi günahlardan alıkoymamız îcâb eder.)” buyurarak, Ramazân’ı ömre yaymayı, gerçek bayramı son nefese ertelemeyi hatırlatır.

Sabredenleri seven Rabbimiz, mü’minlere cennette çok daha güzel nimetler hazırlamıştır.

Ebû Hâtim Hazretleri bu hakikati şöyle ifade etmiştir:

“Kardeşim, dört şeyi dört yere ertelersen cennete girersin:

1. Uykuyu kabre,

2. Rahatı Sırât’a,

3. Övünmeyi mîzâna,

4. Nefsin arzularını da cennete.”

Elbette hiç uyumamak, hiç istirahat etmemek, hiç yememek, içmemek ve evlenmemek tavsiye edilmemektedir. Çünkü dînimizde ruhbanlık yoktur. Fakat riyâzat vardır. Maksat, ihtiyaçları «kifâf-ı nefs» denilen hudutta tutabilmek ve insanı bekleyen o büyük günü hiç akıldan çıkarmamaktır.

Hikâyenin hikmetlerinden biri de; «Recâ: Ümit» husûsundaki mesajıdır. Kâmil bir mü’minin vasıflarından biri de, Cenâb-ı Hakk’a niyaz içinde yaşaması ve O’nun rahmetinden hiç ümit kesmemesidir.

Ümitvâr olan kişi; rüyasının tahakkuku için, meşakkatlere katlanmış, gayret etmiş ve maksadına nâil olmuştur.

Bedbin / kötümser, yeis hâlindeki kişiyi temsil eden bekçi ise; defalarca rüyasında kendisine kapılar açıldığı hâlde, adım atmamış ve mahrum kalmıştır.

BAYRAMIN ZÂHİRİ ve BÂTINI

Mü’min fırsatları değerlendirmekte recâ / ümit ve teyakkuz hâlinde olmalıdır. Sene içinde Kadir Gecesi’ni barındıran Ramazân-ı şerifler, günler içinde Cuma ve saatler içinde seher vakitleri, hep bizler için birer define hükmündedir. Büyük kerem sahibi Rabbimiz’in o muhteşem hazinelerine nâil olabilmek için gayret etmeli; nefsimizi terbiye ederek, nefsin hoyratlıklarından kurtularak, rûhânî istîdatlarımızın inkişâfına çalışmamız îcâb eder. Bu hikmeti ifade sadedinde İbn-i Mes‘ud -radıyallâhu anh- şöyle buyurur:

“Kim, bütün seneyi ihyâ ederse Kadir Gecesi’ne erer.”

Elbette, hakkını vererek ihyâ etmek… Ramazanları, oruçları, hakkıyla edâ etmek zarûrî… Çünkü ibâdetin bir zâhiri bir de bâtını var. Orucun zâhiri; fecir ile gurub arasında yiyip içmemek, şehvetten kaçınmak. Fakat orucun bâtını; bunlara ilâveten, orucu zedeleyebilecek her şeyden kaçınmaktır. Yani göze oruç, kulağa oruç, vicdana oruç, taşkınlıklara ve ihtiraslara oruç ve benzeri… En mühimi de dile oruç… Zira Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“Ya hayır söyle yahut sus!” buyurdu. (Bkz. Müslim, Îmân, 77)

Yani hakikî oruç, ağzımızdan içeri bir şey girmemesine dikkat ettiğimiz gibi, ağzımızdan da yanlış bir sözün çıkmamasına ihtimam göstermektir.

Bu ihtimâmın ne kadar mühim olduğunu, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in âzatlısı Ubeyd şöyle anlatır:

İki kadın oruç tutuyorlardı. Öğle üzeri bir kimse gelerek dedi ki:

“–Yâ Rasûlâllah! Şurada iki kadın var, oruç tutuyorlar. Neredeyse susuzluktan ölecekler. (Müsaade buyurursanız oruçlarını bozsunlar.)”

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ondan yüz çevirdi, cevap vermedi. Gelen kimse sözünü tekrar etti:

“–Yâ Nebiyyallah! Vallâhi neredeyse ölecekler.” dedi. Fahr-i Kâinât Efendimiz;

“–Çağır onları!” buyurdu. Kadınlar geldiler. Efendimiz -aleyhisselâm- bir kap istedi. Kadınlardan birine vererek;

“–İçindekileri çıkar!” dedi. Kadın kabın yarısını dolduracak şekilde kan, cerâhat ve et kustu. Diğerine de aynı şekilde emir buyurunca o da kabı dolduruncaya kadar kan ve taze et çıkardı. Bunun üzerine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“–Bunlar, Allâh’ın helâl kıldığı şeylerden kendilerini tuttular, onlara karşı oruçlu oldular, haram kıldığı şeylerle de oruçlarını açtılar. Biri diğerinin yanına oturup, insanların etlerini yemeye (gıybet etmeye) başladılar.” buyurdu. (Ahmed, V, 431; Heysemî, III, 171)

Nefsânî tehlikelerden kaçınılmazsa, oruç zedelenmiş olur. Hazret-i Mevlânâ, ibâdetlerin mânevî hakikatine erişilmesi husûsunda şöyle îkaz eder:

“Keçinin gölgesini kurban etmeye kalkışma!”

Bayramların da bir zâhiri, bir bâtını vardır. Dünyadaki zâhirî bayramlara, takvim îcâbı ömrümüz varsa erişiriz. Fakat asıl saâdet, hayatın her safhasında îmânımızın sevinci içinde feyiz ve rûhâniyetle dolu bir gönül iklimi yaşamaktır.

Eğer Rabbimiz’in bize lutfettiği mânevî hazinelere nâil olur ve onların kıymetini bilirsek, yani mübârek zamanları sâlih amellerle tezyin ederek, amel defterlerimize kaydettirebilirsek, o zaman bayram saâdetine kavuşuruz.

Böyle bir hayatın sonunda, son nefes bayram olur.

Kabrimiz bayram olur.

Mahşer ve âhiret bayram olur.

Asıl servet oradadır. Asıl mîras olunacak kalıcı yurt orasıdır.

Rabbimiz bu hakikî bayramların saâdetine erenlerden eylesin.

Rabbimiz Kadir Gecesi’ne ve ebedî bayramlara erişebilenlerden eylesin.

Rabbimiz; bizlere ibâdetlerimizi rûhâniyet, vecd ve istiğrâk içinde edâ edebilmeyi nasîb eylesin.

İbâdetlerimizi, namaz ve oruçlarımızı makbul; sa‘ylerimizi meşkûr; hac ve umrelerimizi mebrûr eylesin.

Hayatımızı bir Ramazan hâline getirebilmemizi ve son nefesimizi bir bayram sabahı olarak idrâk edebilmemizi lutfuyla ihsân eylesin!

Âmîn!..