Mü’mine Yakışmayan Vasıf: Cimrilik

YAZAR : Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi

Cenâb-ı Hak buyurur:

وَذَرُوا ظَاهِرَ الْاِثْمِ وَبَاطِنَهُۜ

“Günahın zâhirini de bâtınını da bırakın! …” (el-En‘âm, 120)

Müfessir Fahruddin Râzî -rahmetullâhi aleyh-, bu âyetin tefsirinde şöyle der:

“Günahın zâhiri, uzuvların fiilleridir. Bâtını ise, kalbin fiilleridir ki, bunlar, kibir, hased, ucub (kendini beğenme), müslümanlara (karşı da çekememezlik vesaire sebebiyle) kötülük düşünme gibi günahlardır. Bu kısma, kötü inanç, günaha azmetme, günahı düşünme, sû-i zan, kötü şeyleri temenni etme ve hayırlı şeyleri ayıplama günahları da dâhildir.” (Mefâtîhu’l-Gayb, el-En‘âm, 120)

Cenâb-ı Hak; kulunu cennete, kalb-i selîm ile davet ediyor. Kalpten bâtınî günahların temizlenmesi şart…

Bâtınî haramlardan yani Cenâb-ı Hakk’ın, kullarında görmek istemediği çirkin huyların en beterlerinden biri de hasislik ve pintiliktir. Şu kıssa, cimriliğin nasıl bir cennet engeli olduğunu göstermektedir:

CENNETE NASIL GİRECEKSİN?

Beşîr bin Hasâsiyye -radıyallâhu anh- anlatıyor:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e bey‘at etmek için geldim. Bana; Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in de O’nun kulu ve Rasûlü olduğuna şahâdet etmemi, namaz kılmamı, zekât vermemi, İslâm üzere haccetmemi, Ramazan orucunu tutmamı ve Allah yolunda cihâd etmemi şart koştu.

Ben de şöyle dedim:

«–Ey Allâh’ın Rasûlü! Vallâhi bunlardan ikisine gücüm yetmez. Onlar da cihad ve sadakadır. İnsanlar cihaddan kaçan kimseye Allâh’ın gazab ettiğini söylüyorlar. Ben ise cihad meydanına gelince nefsimi ölüm korkusu kaplayıp kaçmaktan endişe ediyorum. Sadakaya gelince; benim malım küçük bir koyun sürüsü ve on deveden ibarettir. Onlar da ehlimin maîşet kaynağı ve binek hayvanlarıdır.»

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- elimi tuttu, salladı ve şöyle buyurdu:

«–Cihad yok, sadaka yok; peki o hâlde nasıl cennete gireceksin?!.»

Bunun üzerine:

«–Yâ Rasûlâllah! Bey‘at ediyorum.» dedim ve Allah Rasûlü’ne, koştuğu bütün şartlar üzerine bey‘at ettim.” (Ahmed, V, 224)

Özü itibarıyla İslâm’ın müdafaası demek olan cihad, sayısız incelikler ve hikmetler ihtivâ eder. Yani cihad, toprakları kanla sulamak ve kılıçlamak değildir. Asıl cihad, gönüllerin fethidir. Bu bakımdan;

Emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münker yani, mârûfu emretmek, münkerden de sakındırmak, çok mühimdir. Zira emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münker Kur’ân-ı Kerim’de 11 yerde geçmektedir ve kul; Cenâb-ı Hakk’ın verdiği İslâm nimetine karşı en güzel şükrünü ve mes’ûliyetini, ancak emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münkerde bulunmakla yerine getirmiş olur. Aksi hâlde mahrumiyet içinde hüsrana düşer.

Bir diğer hüsran sebebi olan cimrilik de, cennet yolundan uzaklaştıran ve cehenneme saptıran bir zaaftır.

CİMRİLİK

Cimrilik; diğergâmlıktan hodgâmlığa, bencilliğe koşmaktır… Cenâb-ı Hakk’a sığınacağı yerde, malına sığınmaktır. Bir noktada malının putperesti olmaktır. Hâlbuki o malı ona veren Cenâb-ı Hak’tır.

Fecr Sûresi’ndeki şu iki âyette; malın nasıl bir imtihan olduğu ifade buyurulurken, gafil insanın da bu imtihandan habersizliği tenkit edilir:

“İnsan; Rabbi kendisini imtihan edip de ikramda bulunduğunda ve bol nimet verdiğinde (sevinir ve); «Rabbim bana ikram etti.» der.

(Rabbi) onu imtihan edip rızkını daralttığında ise (üzülür); «Rabbim beni önemsemedi.» der.” (el-Fecr, 15-16)

Hâlbuki;

İnsana Cenâb-ı Hak ne lutfettiyse onun bedelini istemektedir.

İnsan tefekkür etmeli. Allah kendisine göz verdiyse, gözün bedeli yani şükrü var… Nerede, nasıl kullanıldığının mes’ûliyeti var. Kulak verdiyse öyle… Mal verdiyse; malın bedeli, yani şükrü, hesabı ve mes’ûliyeti var…

Dolayısıyla;

İnsan, mal vb. nimetlere kavuştum diye sevinmek yerine, imtihan ve mes’ûliyetini düşünmeli ve o nimeti, ona göre kullanmalı…

Cenâb-ı Hakk’ın vermediklerinde ise rızâ ve sabır imtihanı var. Gafil insan ise anlamıyor ve; «Beni önemsemedi.» diyor. Hâlbuki verilmeyen nimetin hesabı ve mes’ûliyeti de yok. Yani bir nimeti vermemesi, bir bakıma Cenâb-ı Hakk’ın kulunu özel bir koruma altına almasıdır… Çünkü geçici dünya hayatında bir nimetin bir kulda bulunmaması, mahrumiyet değil, o nimetin mes’ûliyetinden kurtuluştur. Yeter ki kul hâle rızâ göstersin. Bu da en zor imtihandır.

Servetin imtihanı da; cimrilik ve israftan uzak bir şekilde, o serveti Allah yolunda bir malzeme olarak istihdâm edebilmektir. Bu imtihanda da ayağı kayanlar çoktur. En meşhur misâli ise;

KĀRUN!..

Kārun, fakirken Tevrât’ı en iyi tefsir eden âbid biriydi. Hâle rızâ göstermedi. Şeytanın telkinleriyle mal peşine düştü. Hâlbuki zenginlik onun için hayırlı değildi.

Zenginleşince ise zenginliğin imtihanını veremedi. Kavmi bile onun aşırılığına, şâşaasına ve gösterişine isyan etti;

“Şımarma! Allah şımaranları sevmez.” (Bkz. el-Kasas, 76) îkāzında bulundu. Fakat Kārun zenginlik sarhoşluğu içinde serveti lutfedeni unutup malına güvendi. Mal-mülk sahibi olmasının, kendisini değerli kıldığını zannetti. Hazret-i Harun’u kıskandı, Hazret-i Musa’ya düşmanlık etti.

Neticede güvenip dayandığı malıyla birlikte yerin dibine geçirildi. Vaktiyle o mağrurların sarayları üzerine doğan güneş, şimdi o sarayların harâbeleri üzerine doğuyor.

Çünkü Allah ganîdir, bütün kulları ise O’na muhtaçtır. Kulun O’na muhtaçlığını unutup da elindeki malı nefsine tahsis etmesi ve mahrumlardan esirgemesi ne kadar çirkin bir tavırdır!.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de hadîs-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Gerçek mü’minde şu iki haslet asla bir araya gelmez:

Cimrilik ve kötü ahlâk!..” (Tirmizî, Birr, 41/1962)

Gönlüne mânevî âlemin nurlu parıltılarını düşürmeyen dünya sermayeleri; ancak şeytanların paylaşacakları nasiplerdir. Yalnız cüzdan ve kasalar üzerinde ziyan edilen bir ömrün, iki mezar taşı arasında bir nedâmet fâciası olacağını idrâk etmek zor değildir.

Cenâb-ı Hak, mal ve dünya sevgisine gönül kaptırmanın fecî âkıbetini âyet-i kerîmede şöyle ifade buyurmuştur:

“(O), malının kendisini ebedî kılacağını zanneder. (Nereden gelip nereye gideceğini düşünmez. İşi gücü saymak ve ona güvenmektir.)

➢ Hayır! Andolsun ki o, Hutame’ye atılacaktır.

• Hutame’nin ne olduğunu bilir misin?

Allâh’ın, tutuşturulmuş, (yandıkça) tırmanıp kalplerin ta üstüne çıkan ateşidir.” (el-Hümeze, 4-7)

Hazret-i Mevlânâ, cimriliğin dünyada da fert ve toplumu yakan nasıl dehşetli bir ateş olduğunu ifade sadedinde şu kıssayı anlatır:

Hazret-i Ömer’in halîfeliği zamanında Medine’de bir yangın oldu. Öyle bir yangın ki ateş, taşları bile kuru odun gibi yakıyordu. Şehrin yarısı alevlerle sarıldı, su bile bu ateşten korktu da şaşırıp kaldı. Bazı akıllı kişiler; ateşe, kovalarla su ve sirke döküyorlardı. Ateş ise inadına artıyordu. Sanki o ateşe, (yangınını artırmak üzere) gayb âleminden, ötelerden yardım geliyordu.

Halk koşarak Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’a geldiler;

“–Bu yangın su ile sönmüyor.” dediler.

Hazret-i Ömer buyurdu ki:

“–O ateş Allâh’ın âyetlerinden, işaretlerindendir. Sizin hasisliklerinizin bir alevidir. Suyu bırakın, yoksullara ekmek dağıtın, eğer benim soyumdan iseniz, hasislikten vazgeçin.”

Halk, Hazret-i Ömer’e;

“–Bizim kapılarımız açıktır. Biz cömert kişileriz, iyilikten, yardım etmekten hoşlanırız.” dediler.

Hazret-i Ömer, buyurdu ki:

“–Siz verdiğiniz ekmeği, Allah rızâsı için değil de, gösteriş için veriyorsunuz. Âdet yerini bulsun diye iyilik elinizi açıyorsunuz. Siz, övünmek için, gösteriş için verdiniz; Allah’tan çekinerek, korkarak vermediniz.”

Bu kıssa, cömertliğin samimî ve ihlâslı bir şekilde îfâ edilmesinin zarûrî olduğunu bildirmektedir. Zira sadaka, infak gibi iyilikler; riyâ, gösteriş, başa kakma ve eziyet gibi çürütücü davranışlarla imha ve iptal olur.

Cimrilik ateştir, cömertlik ise o ateşi söndüren bir rahmet…

Fakat şeytan insana tersini gösterir.

İnsanın, ilâhî lütuflara ermesini asla istemeyen şeytan; ona cimrilik telkin edebilmek için, insanı korkutur. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Şeytan sizi fakir kalmakla korkutur ve çirkin şeyleri / cimriliği emreder…” (el-Bakara, 268)

“Verirsen sana kalmaz, fakir ve muhtaç düşersin, kendine ve çoluk çocuğuna saklamalısın!” tarzında endişeler ve vesveseler üfler. Hâlbuki, bu vesveseleriyle şeytan, insanı çok büyük ihsanlardan ve sevaplardan alıkoymuş olur.

Hazret-i Mevlânâ, bu korkutmaların mânâsızlığını, Feridüddin Attâr Hazretleri’nden iktibas ettiği şu hikâye ile anlatır:

Hindistan’ı fethinden sonra, Gazneli Mahmud’un hizmetine bir hizmetkâr düştü. Cömert ve kadirşinas sultan, bu hizmetkârı kendine âdetâ oğul edindi. Halîfe yaptı. Tahtına oturttu, orduya kumandan tayin etti. Hâsılı o çocuk, o güzelim tahtın üstünde, o yüce sultanın yanında yer aldı. Lâkin o Hintli hizmetkâr bunca lutfa mazhar olduğu hâlde, yana yana ağlamakta, gözyaşları dökmekte idi. Sultan Mahmud ona;

“–Ey mübârek çocuk!” dedi. “Neden ağlıyorsun? Elde ettiğin devlet, şeref, büyüklük neden tatsızlaştı? Sen padişahlar padişahı ile dost olmuşsun, aynı tahta oturmuşsun.”

Çocuk dedi ki:

“–Benim yana yana ağlamamın sebebi şu ki;

Ben kendi yurdumda, kendi şehrimde iken annem, beni her zaman seninle korkuturdu. Bana kızdığı zaman;

«–Seni arslan Mahmud’un eline düşmüş göreyim!» derdi.

Babam da annemin bu korkutmalarına kızar;

«–Bu ne hiddet, bu ne ağır bedduâ! Çocuğuna başka bir bedduâ bulamıyor musun ki, böyle kötü, böyle kahredici dileklerde bulunuyorsun? Hanım! Sen pek merhametsizsin, taş yüreklisin, bu sözlerinle sanki çocuğu yüzlerce kılıçla öldürmedesin.» diye sızlanırdı.

Ben ise annemle babamın bu sözlerine şaşırır kalırdım… Gönlüme bir korku düşerdi. Acaba Sultan Mahmud; nasıl cehennem huylu, yakıcı, kırıcı bir adam ki ölümle, belâlarla adı anılıyor? Kötülüklere ve zulme örnek olarak gösteriliyor? Dâimâ senin korkunla titrerdim; kereminden, insanlığından ve büyüklüğünden gafil idim, haberim yoktu. Ey dünya padişahı, annem nerede? Gelsin de beni şimdi taht üstünde görsün!”

Hazret-i Mevlânâ; cahil ve inançsız anne-babanın yanlış telkinlerini, şeytanın vesveselerine benzeterek, bu kıssayı şöyle tabir eder:

“Ey gafil, anlayışsız kişi! Senin fakirliğin, yoksulluğun aslında senin Mahmud’undur. Cismânî duyguların seni dâimâ Mahmud ile korkutmaktadır. Sen bu yüce Mahmud’un şefkatini, merhametini bilseydin; «İşin sonu hayır ola!» derdin.

(Şeytanın seni fakirlikle korkutmasına aldırma!) Sen fakirliğe, yoksulluğa av olur, kendini ona kaptırırsan, o Hintli çocuk gibi kıyâmet günü sevinç gözyaşları dökersin.”

Şeytanın korkutmaları da bu gafil annenin korkutmaları gibidir. Şeytan fakirlikle korkutur. Hâlbuki asıl korkulacak fakirlik, mahşer yerindeki fakirliktir. Cimrilik ise insanı mahşer yerinde fakir bırakır.

Hazret-i Mevlânâ; cömert bir insanın, vefatından sonra kendisini rüyada gören bir şahsa şunları söylediğini hikâye eder:

“Cömert kişi dedi ki:

Dünyada iken ne verdiysek, şimdi onları burada bulduk! Bu cihan, bir perdedir; asıl gerçek dünya, hakikî âlem o cihandır! Ekim günü; ektiğini gizleme günüdür, tohumu toprağa saçma günüdür! Hasat zamanı ise; tohumun kemâle geldiği, bitip olgunlaştığı gündür!”

Bencil ve kör nefsin gözüne, cimrilik daha sıcak görünür. Hâlbuki, avucundakileri tarlaya ekmeye kıyamayan kişi, hasat zamanında aç kalır. Ziraatla uğraşanlar, her sene ekilenin topraktan fazlasıyla geri geldiğini gördükleri için buna inanmakta sıkıntı çekmezler.

Fakat insanın ömründe mevsimler birer kere yaşanır. Bu sebeple insan; Cenâb-ı Hakk’ın, peygamberlerin ve kitapların âhiretle alâkalı haberlerine tam bir şekilde îmân etmelidir. Eğer inanmazsa yahut inancında zayıflık olursa, şeytanın telkinlerine açık hâle gelir. Elindeki serveti, dünya tarlasına ekmeye, yani cömertçe infâk etmeye kıyamaz. Cimrilik eder. Çünkü âhirete yakînen inanmıyorsa, cömertlik ve infâk ona, sadece dünyevî plândan baktığı için, kaybetmek şeklinde görünür.

Bu sebeple Hazret-i Mevlânâ işin hakikatini görmeye çağırır:

“Allâh’ım! Uyanıklığı uykuda gizledin; gönülsüzlükte gönül alıcılığı sakladın! Hor ve hakîr görülen yoksulluk içinde gönül zenginliği gizlersin; devlet boyunduruğunu da yoksulluk zinciri gibi gösterirsin!

Zıttı zıttın içinde gizlersin; yakıcı suya da ateş hararetini verirsin! Nemrud’un ateşinin içine, Hazret-i İbrahim için hoş bir bahçe gizlemişsin!

Harcamakla, yoksullara ihsanda bulunmakla bereket artar, gelir çoğalır! Bu sebepledir ki, kurtuluş ve saâdet sultanı Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

«Ey zenginler! Ey himmet sahibi olanlar; biliniz ki cömertlik kârdır, kazançtır.» diye buyurmuştur.”

Hazret-i Mevlânâ’nın işaret ettiği şu hadîs-i şeriftir:

“Mal, sadaka vermekle asla eksilmez…” (Tirmizî, Zühd, 17)

Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“Mal, sadakalar vermekle hiç eksilmez; hayırlarda bulunmak malı kaybolmaktan, zâyî olmaktan korur! Altın, zekât vermekle hiç eksilmez; fazlalaşır, artar!

Namaz da insanı kötülükten, fenalıktan, çirkin ve iğrenç hareketlerden korur, kurtarır!”

“Verdiğin zekât, kesene bekçilik yapar, onu korur! Kıldığın namaz da sana çobanlık eder; seni kötülüklerden, kurtlardan kurtarır! Tatlı meyve; yaprakta, dalda gizlidir. Ebedî hayat, ölümsüzlük de ölümün içindedir!”

Şeytanın vesvesesine aldırmayıp, ilâhî mükâfâta güvenmek de gayba îmân ister. Bu sebeple buyurulmuştur:

“… Kim nefsinin hırs ve cimriliğinden korunursa işte onlar felâha erenlerin ta kendileridir.” (el-Haşr, 9)

Çünkü cimrinin, gayba îmânı zayıf demektir. «Allah ve Rasûlü’nün bildirdiği hakikatlere itimat edemiyor, dünyanın âhiret tarlası olduğunu, burada tasadduk ettiği şeylerin, ebedî âlemde karşısına çıkacağına tam mânâsıyla inanamıyor» demektir. Ancak bu inancı tam hâle getirince, felâha kavuşabilir.

Son zamanlarda ülkemize sığınan mazlum muhâcirlere karşı; horlayıcı, kovucu çirkin ifadelerle sataşanlar olmuştur. Mazlum ve mağdurlara merhamet ve cömertlikle yardıma koşmak îcâb ederken, bir de onları tahkir etmeye ve kovmaya kalkışmak, gazab-ı ilâhîyi celbedecek bir çirkinliktir, nâdanlıktır, gaflettir.

Rabbimiz; bize ebedî kurtuluş ve rızâ-yı ilâhî için sahâbeyi, asr-ı saâdeti göstermekte. Sahâbe ise iki grup:

Muhâcir ve ensar…

Muhâcirler, Allah yolunda evlerini, barklarını terk etmiş mü’minler… Ensar ise, onlara evlerini ve gönüllerini açmış Medineli, fedâkâr, cömert ve îsâr ehli müslümanlar…

Onlar, yarın bu nefsin konağının kabir olacağını unutmadılar. Günümüz toplumunun hastalıklarından olan aşırı tüketim, oburluk, lüks ve israf, sahâbe toplumunun hiç tanımadığı bir hayat tarzıydı.

Rasûlullah Efendimiz:

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ

“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96) buyuruyor.

Peygamber Efendimiz ile beraberliğin en mühim şartlarından biri de cömert olmaktır. Çünkü Rasûlullah Efendimiz; cömertliğin, diğergâmlığın, fedâkârlığın ve îsârın zirvesidir. Dolayısıyla O’nunla beraberliğin şartı O’nun gibi cömert olmaktır. Âişe Vâlidemiz şöyle anlatır:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in aile efrâdı; Medine’ye geldiği günden vefât ettiği güne kadar, üç gün arka arkaya buğday ekmeğiyle karnını doyurmadı.” (Müslim, Zühd, 20)

“Dilesek doyabilirdik. (Yani bu açlık, yokluktan değildi. Gazvelerden bize ganîmetler, hediyeler ve benzeri imkânlar gelirdi.) Fakat Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- (mü’min kardeşlerini kendine tercih makamında) îsârda bulunurdu. (Böylece elimize geçeni bu şuur ve idrâk ile hemen Allâh’ın kullarına infâk ederdik.)” (Beyhakî, Şuabü’l-îmân, III/62 [1396])

Allah Rasûlü’nün cömertlikten ve ikram etmekten aldığı lezzet, kendisine açlığını unuttururdu.

O hâlde unutmamak îcâb eder ki;

Fahr-i Kâinât Efendimiz’e yaklaşmanın birinci şartı; cimrilikten ve pintilikten kurtularak, O’nun muazzam cömertliğinin zeminine, eşiğine varabilmek için mesafe almaya çalışmaktır.

Efendimiz’in ve ashâb-ı kirâmın muhteşem cömertlik ve infâkına mukābil;

Medine’de aynı zamanda münafıklar da vardı. Onlar ise;

“Allâh’ın elçisinin yanında bulunanlar için hiçbir şey infâk etmeyin ki dağılıp gitsinler!” dediler.

Cenâb-ı Hak onlara şöyle cevap verdi:

“Göklerin ve yerin hazineleri Allâh’ındır. Fakat münafıklar bunu anlamazlar!” (el-Münâfikûn, 7)

Hakikaten, bugün fukarâya yardım edebiliyorsak, Cenâb-ı Hakk’ın lutfettiği şeyleri, O’nun verdiği rızıktan infâk edebiliyoruz. Mülk O’nundur. Biz de O’na muhtacız. Cenâb-ı Hakk’a muhtaçlığını idrâk eden kişi, nasıl cimri olabilir?

Mâlikü’l-mülk olan, yani mülkün gerçek sahibi olan Rabbimiz; bize bu dünyada verdiklerini imtihan için, âhiret sermayesi olarak lutfetmiştir. O sermayenin tasarrufunda, Mülk’ün sahibinin iki şartı vardır:

• Cimrilik yok!

• İsraf yok!

Yani nefse tahsis etmek yok. İnfâk etmek var. Kasaya ve kalbe istiflemek yok, ihtiyaç sahiplerine sarf ederek, âhirete göndermek var. Lükse, debdebeye harcamak yok, kâfî miktarda istifade edip;

«قُلِ الْعَفْوَ»

«İhtiyacınızdan artanı (infâk edin).» (el-Bakara, 219) buyruğunca, geri kalanını bize zimmetli olanlara aktarmak var.

Bunu insan, hayattayken idrâk etmeli ve cimrilikten kurtulmalı. Aksi hâlde herkes son nefeste bunu anlar ve şöyle pişman olur. Cenâb-ı Hak buyurur:

“Herhangi birinize ölüm gelip de;

«Rabbim! Beni yakın bir süreye kadar geciktirsen de sadaka verip sâlihlerden olsam!» demesinden önce;

• Size verdiğimiz rızıktan infâk edin.” (el-Münâfikûn, 10)

Efendimiz’in duâsıyla niyâz edelim:

“Allâh’ım! Cimrilikten Sana sığınırım!” (Buhârî, Daavât, 37)

Yâ Rabbî, bizlere cömertliği sevdir! Kalplerimizi cimrilik, hasislik, açgözlülük ve israf gibi bâtınî haramlardan muhafaza eyle!..

Gönüllerimizi; kerem ve ihsân ile, merhamet ve cömertlikle tezyin eyle!..

İhsân ede ede, Sen’in ihsânına mazhar olan kullarının cümlesine bizleri de ilhâk eyle!..

Âmîn!..