AKIL İSRAFI NİMETİN ZİYANI

YAZAR : Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi

İsraf, bir nimetin ziyana dönüştürülmesidir.

Bir nimet; kullanılmasının muvâfık olduğu sahada ve ölçüde kullanıldığında fayda verir, rahmet ve şifâ olur.

Fakat sahası ve ölçüsü dışında kullanılması, onu zehir eyler. Şifâ olacak bir nimeti, zehir kılmak da; hem o nimeti israf etmek, hem de zehirleşmiş bir nimeti kullanarak kendine yazık etmektir.

Maddî nimetlerin israfından daha beteri, mânevî ikramlara yazık edilmesidir. Bu mücerred / mânevî ikramların en ehemmiyetlisi ilim ve tefekkür vasıtası olan akıldır.

Nimetin kadrini bilmek için evvelâ gayesini idrâk etmelidir:

Cenâb-ı Hak; ilmi, neden hayvana vermedi de insana verdi?

Cevabı insanın yolculuğundadır:

AKLIN ESAS GAYESİ

Rabbimiz’in akıl kuvvesini insana vermesi, ancak «mârifetullah» tahsili için bir vasıtadır.

Akıl; insanı doğru istikamete sevk edecek, îmân anahtarı keyfiyetinde bir «tefekkür» içindir.

İlim bir sebep olacak, sebepleri bulduracak, sonunda da Müsebbib’e götürecek. Yani sebepleri de yaratan Allâh’ı buldurmayan bir ilim, faydasız bir ilimdir. Kuru bir emektir.

Yûnus Emre Hazretleri ne güzel tarif etmiştir:

İlim ilim bilmektir,

İlim kendin bilmektir;

Sen kendini bilmezsin,

Ya nice okumaktır.

İlim; insanın kendini bilmesine hizmet edecek. Haddini bilen insan, acziyetini idrâk eden insan; akıl ve tefekkür sayesinde bütün bu nimetleri veren Rabbini tanıyacak;

“Ben âciz bir kulum! Sen yâ Rabbî!” diyecek.

Ashâb-ı kiram bu tahsili 23 senede ikmâl etti. Onun için evlâtlarımıza verebileceğimiz en büyük tahsil; Cenâb-ı Hakk’ı sevdirebilmek, Rasûlullâh’ı sevdirebilmek ve mü’minleri sevdirebilmektir. Bunun dışındaki tahsillere heves etmek de, evlâtlarımıza yazık etmektir!

Cenâb-ı Hak Asr Sûresi’nde hüsrandan kurtulanları tarif ederken;

“… hakkı tavsiye edenler …” (el-Asr, 3) buyurmaktadır. Üzerimizde en çok Cenâb-ı Hakk’ın hakkı var. Sonra Rasûlullah Efendimiz’in hakkı var. Bu hakları ödemek ve vefâlı bir kul olmak için, her nimeti yerinde kullanmak ve israf etmemek boynumuzun borcudur.

Akıl böyle bir tefekküre hizmet etmesi gerekirken; gafil ve nâdan insanlar, akıllarını cinayetlerine, cürümlerine, israflarına ve günahlarına gerekçe kılarlar.

Gafil insan ne yaparsa, kendince bir mantığa oturtur. En büyük cinayetleri işleyenler bile, cürümlerine bir mantık kılıfı uydurabilmiştir. Ancak bu cerbezelerin, hakikat karşısında hiçbir kıymeti yoktur.

Şeytan, ilâhî tâlimâta karşı geldi. «Âdem’e secde edin!» emri husûsunda, Allâh’a isyan etti. Fakat bir mantık kılıfı uydurarak; “Beni ateşten yarattın, onu ise topraktan yarattın!” dedi. Bu sebeple, aklı israf edenlerin ilki odur ve bizlere en mühim ibrettir.

Demek ki, insan için hak ve hakikati tespitte, iyi ve doğruyu tayin etmekte, akıldan daha üstün bir mercî vardır. O da ilâhî tâlimatlardır. Yani Kur’ân ve Sünnet’tir.

Hazret-i Mevlânâ, evvelâ aklı Kur’ân ve Sünnet mihengine vurmaya davet eder:

AKLIN MİHENGİ

“Ey Hak yolcusu! Akıl, şehvetin zıttıdır; şehvete esir olmuş kişiye akıllı deme! Şehvet dilencisi olan kişide bulunana «akıl» değil, «vehim» de!

Gerçek akıl altın ise, vehim de sahte altındır!

Vehim ile aklın kıymeti, mihenge vurulmadan ayırt edilemez. Her ikisini de çabucak, mihenk bulunan yere götürüp dene! Akıl ile vehmin mîyar ve mihengi Kur’ân ile Peygamber’in sünnetidir! Bunlarla kıyaslanınca, akıl mı, vehim mi olduğu belli olur. Zaten mihenk taşı, sahte olanlara; «Gelin!» diye meydan okur.”

Kur’ân ve Sünnet mihengine vurulmamış akıllar; insanı daha ârif, daha zarif ve daha fazîletli hâle getirmez. Aksine daha kurnaz ve daha becerikli bir mücrim hâline getirir.

Nitekim ilmini irfan hâline getirememiş bir kimse; faraza hukuk tahsili gördükten sonra, hak ve adâlet tevzî edeceği yerde bir zalim veya cellât kesilebilir.

Kezâ tıp tahsili yapmış bir kimse de, şifâ dağıtacağı yerde bir insan kasabı hâline gelebilir.

İlmî kabiliyetine rağmen, merhamet ve muhabbetten mahrum bir âmir ise emri altındakilere zulmeden bir gaddar oluverir.

Böyle kimseler; bir cahilin yapamayacağı zararı, ilim sayesinde kat kat fazlasıyla ve kolaylıkla irtikâb edebilirler. İlimlerini yanlış yönde kullanarak israf ettikleri için de ebedî hüsrâna dûçâr olurlar.

Îman ve ahlâk olmadan, aklın mutlak olarak hakikati gösteremediğine misaller çoktur.

KİBRİN MAŞASI OLAN AKIL

Meselâ;

İslâm; hür veya köle, zenci veya beyaz, Arap veya Arap olmayan her insanın, Allâh’ın huzûrunda eşit olduğunu bildirmiştir. Tek üstünlük îman ve takvâdadır.

Ebû Süfyân’ın karısı Hind ise bu yüksek hakikatlere karşı;

“Böyle din mi olur? Ben bir köleyle bir mi olacağım, o talihine küssün!” dedi.

Ebû Leheb ise bir gün;

“–Yâ Muhammed! Ben Sana îmân eder, müslüman olursam, bana ne verilir?” diye sordu.

Peygamberimiz;

“–Müslümanlara ne verilirse, sana da o verilir!” buyurdu.

Ebû Leheb;

“–Onların üzerinde benim için bir üstünlük olmayacak mıdır?” diye öfkeyle sordu.

Peygamberimiz;

“–Daha ne istersin?” buyurunca, Ebû Leheb;

“–Benim şu sıradan insanlarla bir tutulacağım bu dîne yuh olsun!” diye edepsizce bağırdı. (Taberî, Tefsîr, 20/336)

Nûh -aleyhisselâm-’ın kavmindeki kibirli müşrikler de;

“«Sana düşük seviyeli kimseler tâbî olup dururken, biz sana îmân eder miyiz hiç?!.» dediler.” (eş-Şuarâ, 111) ve fakirleri yanından kovmasını istediler.

Nûh -aleyhisselâm- şöyle cevap verdi:

“…Ben îmân edenleri kovacak değilim; çünkü onlar Rablerine kavuşacaklardır. Fakat ben sizi, cahilce davranan bir topluluk olarak görüyorum.

Ey milletim! Onları kovarsam, Allâh’ın karşısında bana kim yardım edebilir? Düşünmez misiniz?” (Hûd, 29-30)

Aynı şekilde Mekke müşrikleri de; Rasûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-’e, çevresindeki fakir müslümanları, hiç değilse kendileri geldiğinde yanından uzaklaştırmasını istediler.

Habbâb -radıyallâhu anh- şöyle anlatmaktadır:

Mütekebbir müşriklerden Akrâ bin Hâbis ile Uyeyne bin Hısn, Allah Rasûlü’nün yanına geldiler. O’nu; Bilâl, Suheyb, Ammâr, Habbâb -radiyallâhu anhüm- gibi fakir ve kimsesiz müslümanlar arasında otururken buldular. Çevresindeki bu zayıf müslümanları hor ve hakîr görerek Efendimiz’e;

“–Bizim için bunlardan farklı bir meclis tahsîs etmeni isteriz. Böylece Araplar, bizim bunlardan üstün olduğumuzu anlasınlar. Biliyorsun ki, bize Arap kabîlelerinden birtakım elçiler ve heyetler gelir. Onların bizi bu kölelerle birlikte görmelerinden utanırız. Dolayısıyla, biz gelince onları yanından uzaklaştır. Sen’inle işimiz bittikten sonra yine istersen onlarla otur.” dediler.

Allah Rasûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem- o müşriklerin hidâyetle şereflenmelerini ümîd ederek:

“−Olur.” buyurdu. Onlar ise;

“–Olur demen yetmez! Bizim için bunu yazılı hâle getir.” dediler.

Bunun üzerine Allah Rasûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-, Hazret-i Ali’yi çağırdı, bir de yazdırmak için sayfa istedi. Biz bir köşede oturuyorduk. O esnada Cebrâîl -aleyhisselâm- şu âyet-i kerîmeleri getirdi:

“Rablerinin rızâsını isteyerek sabah-akşam O’na yalvaranları (müşriklerin taleplerini kabul ederek, sakın yanından) kovma! (…)

➢ Eğer onları (yanından) kovarsan, zalimlerden olursun.” (el-En‘âm, 52)

Bu kibirli ve mağrur kişiler, gayet akıllı kişilerdi. Fakat nefsâniyete teslim olmuş akılları onları bu çirkin hâlden uzaklaştırmadı.

Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-; Cenâb-ı Hakk’ın bu tâlimâtını yaygınlaştırdı. Garip, kimsesiz ve fakirleri, her meselede kucakladı. Onların bilhassa sevinç zamanlarında mahzun edilmemesi için şöyle buyurdu:

“Zenginlerin davet edilip fakirlerin çağırılmadığı düğün yemeği ne fena bir yemektir!” (Buhârî, Nikâh, 72; Müslim, Nikâh, 107. Ayrıca bkz. İbn-i Mâce, Nikâh, 25)

Bu sebeple Rabbimiz; bu ahlâktan uzak, çirkin vaziyete «câhiliyye, câhillik» dedi.

BUGÜNKÜ CÂHİLİYYE!

Bugün de aynı şekilde bir câhiliyye yaşanmıyor mu? Dünyanın ahvâli ortada!

Bir tarafta zalimler, bir tarafta dramlar…

Bir tarafta açlıktan ve susuzluktan ölen Afrikalılar… Diğer tarafta çok yemekten, obezlikten ve oburluktan hastahânelik olan ve açları hiç düşünmeyen vicdan mahrumları…

Bir tarafta mazlumların inleyişleri, diğer tarafta zalimlerin kahkahaları!..

Üstelik bugün medeniyet denilen tek dişi kalmış canavar; güya «akıl», «bilim», «insan hakları» ve «hümanizm» vb. esaslar üzerinde ilerlediğini iddia ediyor. Fakat fiiliyata bakıldığında, menfaatine dokunmayan zulümlere seyirci. Hattâ zalimlere destekçi ve alkışçı…

Peygamberimiz ise, adâlet ve insanlığı nazariyatta olduğu gibi fiiliyatta da en muhteşem şekilde sergiledi.

Müslümanlar; Bedir’den Medine’ye dönerken, bineklerine esirleri de sırayla bindirdiler;

“‒Bunlar îmân etmemiş olsalar da, insanlıkta bizim eşimizdir.” dediler. Merhamet ettiler.

Bir bu manzarayı düşünelim bir de bugün Suriye’de yaşanan ve yıllardır kasten dindirilmeyen zulüm ve vahşetin sergisini düşünelim…

Sadece gardırop farkıyla iki câhiliyye devri… O günün zalimleriyle, bugünün zalimleri arasında değişen tek şey, kılık-kıyafet…

Aynı zulüm, aynı gaddarlık, aynı vahşet!..

ÇÜRÜK AKLIN CİNAYETLERİ

Dünün câhiliyye insanı kız evlâtlarını diri diri toprağa gömüyordu. Bu cinayeti de çürük aklıyla, birtakım bahaneler uydurarak meşrû görüyordu.

Bugün de kürtaj kasapları; hayat beşiği olan ana rahmini, bir cinayet mekânı kılıyor. Rahatını ve ten konforunu bozmak istemeyen bedbahtların evlâtlarını, kürtaj cinayetiyle kolunu-kafasını keserek öldürüyor.

Bu vahim fecaati işleyen vicdansızlar, hiç düşünmüyorlar ki; rahatlarına engel gördükleri o evlât belki de, Cenâb-ı Hakk’ın bir ikrâmıydı. Büyüyecek de annesine ve babasına ihtiyarlığında âdetâ bir baston olacaktı.

İşte vahiyden uzak bir aklın getirdiği cinayet! Acı vahşet!

Bu vahşeti de, ilâhî tâlimatlardan uzak akıllar, meşrû görüyor. Hattâ müdafaa ediyor; “Kadının hakkıdır!” diyor.

İşte bir tarafta nefsâniyete râm olmuş bir akıl ki; aklı bu şekilde israf etmek, nefsânî aklın putperesti olmaktır.

Diğer tarafta Kur’ân ve Sünnet’in istikametinde, hakikati tefekkür ettiren bir akıl…

Biri hikmete götüren akıl, diğeri zulme götüren akıl…

Buradan anlaşılması gereken bir hikmet de şudur:

Gafillerin ve nâdanların elindeki ilim ve teknik, topluma büyük bir zarar vermektedir. Dolayısıyla ilmin, herkese değil ancak ehline verilmesi lâzımdır. Peygamber Efendimiz buyurur:

“Lâyık olmayanlara ilim öğreten; domuzların boynuna cevher, inci ve altın gerdanlık takan kimseye benzer.” (İbn-i Mâce, Mukaddime, 7)

AZÂZİL’DEN İBRET AL!

Mevlânâ Hazretleri bu hakikate şöyle temas eder:

“Hünerli, bilgili kişi iyidir ama; İblis’ten ibret al da (bilgilerin, kalbinle âhenk teşkil etmez ise kendine) fazla değer verme. Unutma ki, Hakk’ın rahmetinden kovulmuş olan mel‘un İblis; yüz binlerce yıl Allâh’ın en yakınlarından biriydi, meleklerin emîri idi. Bilgisi ve ibâdeti ile gurura kapıldı, nazlandı. Âdem -aleyhisselâm- ile uğraştı. Onu küçük gördü de pislik gibi rezil oldu gitti.”

Şeytan, aklı israf etmenin en kadîm misâlidir. Bize dehşetli bir ibrettir. Çünkü o, aklı ve ilmi sayesinde meleklerin meclisine yükselmişti. Lâkin akıl nimetini; aklı kendisine veren Allâh’a karşı cidalde kullanmaya kalkma küstahlığı gösterince, varlığın en rezili olarak huzurdan tard edildi.

Velhâsıl ilk cidal, şeytanla Hak Teâlâ arasında başladı. Kendisini yaratan ve kendisine aklı verene karşı mücadele etti ve rezil oldu. Allah Teâlâ ona;

“‒Sen mi üstünsün Âdem mi?” demedi ki.

O ise teslîmiyet yerine kıyası seçti, kendini beğendi, kibirlendi, secde etmedi.

Belki;

Şeytanın o parlak aklı; gurura mağlûp düşmeyip de basîretli ve teslîmiyetli olsaydı, bencilliğe sarılıp da kendi kıt aklını ve isyanını beğeneceğine, ilâhî aşka sarılıp da Cenâb-ı Hakk’ın ilâhî hükmüne râzı olsaydı, «İblis» nâmıyla aşağıların aşağısına yuvarlanmazdı. Ebedî kovulmuş ve tahkir edilmiş olmazdı. Bu bakımdan en lânetli vaziyet; şeytanlıktır, ona avene olmaktır ve öyle toplulukların girdabına düşmektir.

Unutmamalı ki;

Din ve îman, evvelâ muhabbet ister. Zira îman; zihin ile tasdik değil, kalp ile tasdiktir.

Îman ve ebedî felâh ise, muhabbet ve aşk ister.

VÎRÂNE OLAN DEHÂ!

Nitekim;

Arap’ın dört dâhîsinden biri olan Velîd bin Muğîre şöyle demişti:

“−Kureyş’in büyüğü ve efendisi olan ben yahut Sakîf’in ulusu Amr bin Umeyr dururken, Kur’ân Muhammed’e mi inecek?!.” (İbn-i Hişâm, I, 385)

Velîd, Kur’ân’ın belâgat ve fesâhati karşısında âciz kaldı. Kur’ân’ın hak kitap olduğunu vicdanen kabul etti, fakat nefsâniyeti yüzünden reddetti. Allâh’ın iradesinde hata aramaya kalkacak kadar ahmaklığa dûçâr oldu. Kur’ân-ı Kerim’de de onun küstah sözleri şöyle reddedildi:

“(Ey Habîbim onlara de ki):

«Rabbinin rahmetini onlar mı tevzî ediyorlar?..»” (ez-Zuhrûf, 32)

Velîd, küfür içinde helâk oldu gitti. Nefsine mağlûp olunca, bir dâhînin aklı hiçbir ehemmiyet ifade etmedi. Bir vîrâneye döndü.

Aklı veren Allah’tır. Aklı veren Allâh’a karşı tavır almak, İblis’in kölesi olmaktır. En fecî şey, şeytan ümmetinden olmaktır.

Bu hakikatlerin ifadesi karşısında, dînin akıl dışı olduğu zannedilmemelidir:

AKIL ÜSTÜ HAKİKATLER

Din aklîdir; çünkü onun îzah olunabilen sır ve hikmetleri akılla idrâk olunur. Ancak din, aynı zamanda akıl üstüdür. Çünkü aklı da yaratan Zât’ın katından gelmektedir.

Bu sebeple;

Kader, ilâhî emir ve yasakların hikmetleri, mîrac, mûcize ve ölülerin diriltilmesi gibi hususlar akıl üstüdür ve mü’minin bunlar karşısında, edeple teslîmiyet göstermesi îcâb eder. Bu teslîmiyeti gösterenler, huzura kavuşmuş; gösteremeyenler ise, kusurlu aklın çıkmazlarında kaybolmuşlardır.

Aklın kader ve benzeri hakikatleri idrâk etmekten ne kadar âciz olduğunu, Cenâb-ı Hak, Kehf Sûresi’nde Hazret-i Musa ve Hazret-i Hızır kıssasında bildirmektedir. Zira hâdiselerin zâhir ve bâtınları vardır ki, akıl sadece zâhirle hükmettiği için, içyüzünü bilmediği, sır ve hikmetlerinden habersiz olduğu meseleleri tahlil edemez. Etmeye kalkarsa hataya düşer.

Bu bakımdan;

Feylesoflar, aklın putperesti olarak girdaplarda boğulurlar, hakikatten uzaklaşırlar. İmâm-ı Gazâlî’nin îkāz ettiği gibi, bazı hususlarda küfre ve sapkınlığa düşerler.

Feylesoflar, aklı vahyin dışında kullandıkları için kendi fikirleri hiçbir zaman tatbik edilememiştir. Onların fikirleri, gerçek bir huzurla buluşamamış, pratikten mahrum bir nazariyat olarak, kütüphânelerin tozlu raflarındaki kitaplarda mahpus kalmıştır.

Hayata geçirilebilen fikirlerinin ömürleri gayet kısa sürmüş ve ne kendilerine ne de başkalarına saâdet getirmiştir. Nitekim hiçbir feylesofun görüşlerini hayatına tatbik ederek saâdet ve selâmete ermiş bir toplum gösterilemez.

Meselâ;

Aristo, ahlâk felsefesinin birtakım kanun ve kaidelerinin temelini atmış olmasına rağmen, ilâhî vahiyden uzak olduğu için onun felsefesine inanıp hayatına tatbik ederek saâdete kavuşmuş bir kimse göremeyiz. Çünkü feylesofların kalpleri tasfiye, nefisleri tezkiye görmemiş, fikir ve fiilleri de vahyin müstesnâ yardımlarıyla olgunlaştırılmamıştır. Bu sebeple, sistemleri de konferans salonlarından veya kitap satırlarından dışarıya çıkamamıştır.

Kelâm âlimleri ise aklı vahyin içinde kullanırlar. Bir noktaya kadar devam ederler. Fakat aklın bittiği yerde kalırlar. Ötesine geçemezler. Geçmeye kalkarlarsa, feylesofların vaziyetine dûçâr olurlar.

Sofiyye ise, aklın bittiği yerde aşk ve teslîmiyetle yola devam ederek huzura kavuşur. Çünkü teslîmiyet erbâbına satırlarda olmayan hikmetler verilir. Aklın çözemediği düğümler, ancak hikmetle çözülür. Onlar hikmete râm olarak aklın hududunu aşan meselelerde de yakîne ulaşırlar, itmi’nâna ererler, gönüllerinde hiçbir şüphe kalmaz.

Böylece onlar hikmet deryâsı hâline gelirler.

İşte Mevlânâ ve emsâli Hak dostları…

İşte gönüllere asırlardır inşirah veren, hikmetlerle dolu eserleri!..

Hazret-i Mevlânâ, din sahasında aklı aşan noktalara şöyle temas eder:

“Akıl; aşkın şerhinde, merkep gibi çamura battı kaldı. Aşkın ne olduğunu, akıl değil yine aşk açıkladı.

Din, hayran olmaktan başka bir şey değildir. Din işindeki bu hayranlık, bu işlere akıl erdiremediği için hakikat kıblesine sırt çevirmek değildir. Bilâkis dostun mest ve müstağrakı olarak (sır ve hikmetler karşısında) hayretlere gark olmaktır.”

AKL-I SELÎM

Akıl, eğer vahiy potasında erir ve teslîmiyetle gönle tâbî olursa, «akl-ı selîm» hâlini alır ve hikmetlere ulaşır. Âyet-i kerîmede buyurulur:

يُؤْتِي الْحِكْمَةَ مَنْ يَشَٓاءُۚ وَمَنْ يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ اُو۫تِيَ خَيْرًا كَث۪يرًاۜ وَمَا يَذَّكَّرُ اِلَّٓا اُو۬لُوا الْاَلْبَابِ

“Allah hikmeti dilediğine verir.

Kime hikmet verilirse, ona pek çok hayır verilmiş demektir.

Ancak akıl sahipleri düşünüp ibret alırlar.” (el-Bakara, 269)

Bu âyet-i kerîme gibi, 16 yerde Cenâb-ı Hak, «akıl sahipleri»ni tebârüz ettirmiştir. Müfessirler, «ülû’l-elbâb» tabiriyle;

• Nefsânî hevâ ve hevesten arınmış,

• Cenâb-ı Hakk’ın emir ve nehiylerini idrâk edebilen,

• İlâhî azamet tecellîleri olan kevnî âyetleri tefekkür edebilen,

• Basîret sahibi bir akla sahip olan mü’minlerin kastedildiğini bildirmişlerdir.

Bu vasfa sahip ârif gönüllü, basîret sahibi Hak dostları; kâinattaki ilâhî sanat eserlerine derin bir kuyuya bakar gibi nazar ederler. Oradan mânâ iklimlerine yol alırlar. Duyan bir gönlün, gören bir kalbin hâlini ifadeye kelimeler yetişmez. İşte böyle bir kalbî hassâsiyet ile kâinâtı seyredenler, Rabbimiz’in sergilediği sonsuz hârikalardaki ilâhî sanatın zevkine ererler.

İşte bu sahada kendisinden istifâde edildiğinde; akıl, ne muazzam bir nimettir!

Aklı, kendi tâkati dışına sevk etmek ise, onu boğmak olur.

Devrimizde, şüphecilik, aklın bir semeresi olarak methedilmektedir. Birtakım şuursuz bilgiçlerin de teşvikiyle dînî mevzularda şüphe ilkā edilmektedir. Hâlbuki, inanç sahasında, Kur’ân ve sahih Sünnet hakikatlerinde hiçbir şüphe yoktur. Rabbimiz, Kur’ân’ı; «Kendisinde hiç şüphe olmayan kitap!» (el-Bakara, 2) olarak vasfetmiştir.

Akıl; görmediği ve bilmediği; vahiy, melek, ölüm ötesi ve âhiret gibi gayba ait hususlarda, şüpheye boğulursa, îman ve yakîne ulaşamaz. Böyle sahalarda îmânın selâmetine girmek gerekir.

Ferîdüddin Attâr Hazretleri, bu tür şüphe ve vesveselerin mânâsızlığını şu teşbihle anlatır:

“Önünde içinde bal olan bir kâse olsa; bir çocuk gelip;

«–Bu kâsede zehir var!» dese, elini derhâl o baldan çekersin. «Bunu söyleyen bir çocuktur.» demezsin.

Ey insan! Bunca peygamber seni uyarmış; «Tuttuğun bu yol, seni zorluklara dûçâr eder!» demiş. Niçin onca kıymetli zâtın sözlerine tâbî olup, o yolu bırakmıyorsun?” (Esrarnâme)

Zira ebedî kurtuluş için, aklı kendi sahasında ve kendi gücü dâhilinde kullanmak zarûrîdir.

AKLIN BOYUNU AŞMA!

Aklın tâkati dışındaki mevzûları tefekküre kalkışmak da, tefekkürün diğer bir israfıdır. Allâh’ın sıfat tecellîlerini, Kur’ân, kâinat ve insanın kendi yapısındaki husûsiyetleri tefekkür etmek zarûrîdir. Lâkin Allâh’ın Zât’ı üzerinde düşünmek, kaderin sırrını ve hikmetini bütünüyle çözmeye çalışmak gibi beşer tâkatinin üstündeki mevzularda tefekküre kalkışmak, bir nevî zihin israfıdır. Bu hâl, Kur’ân ve Sünnet tarafından da men edilmiştir. Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Allâh’ın yarattıkları üzerinde tefekkür edin, Zât’ı üzerinde düşünmeyin. Zira siz O’nun (sonsuz kudretini idrâk edemezsiniz ve) kadrini (O’na lâyık bir sûrette) asla takdir edemezsiniz…” (Deylemî, Müsned, II, 56; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, I, 81)

Cenâb-ı Hak; insana aklı, başlıca iki sebep için lutfetmiştir:

• Azamet tecellîlerini tefekkür edebilmesi.

• Nimetlerine teşekkür edebilmesi.

Gafil insan, aklını bin bir şüphe ve vesvese çıkmazlarına sokar da, tefekkür ve teşekkür gayesinde kullanmaz! Meselâ kendisine bir buket çiçek verene teşekkür eder de, o çiçekleri yaratana teşekkürü düşünmez. Dört mevsimin her birinde kendisine çeşit çeşit çiçekler, meyveler ve sebzeler ikrâm eden Allâh’a şükretmeme nâdanlığında bulunur.

Şükür ise; Allâh’ın verdiği bir nimeti, veriliş gayesine göre kullanmaktır. Gören göz, düşünen akıl, mal, rızık, nefes, sıhhat… Bunların her biri nimettir ve Allâh’ın rızâsına muvâfık bir şekilde kullanılmaları gerekir.

Sadece dil ile şükür kâfî değildir. Hem dille şükretmek hem de dildeki şükrü fiile çıkarmak îcâb eder.

İnsan, kendisine kulluk gayesiyle verilmiş aklıyla, sığ sularda bir miktar yol alabilir.

Meselâ Cenâb-ı Hakk’ın yarattığı fizik kanunları gibi ilimleri keşfedebilir. Dünya imkânlarıyla birtakım fenler ve teknikler geliştirebilir. Fakat bunlar sığ sulardır.

Aklının putperesti olan feylesoflar, aklın kendi sığ havuzunda mesafe kat edebilmesine aldanarak, hadlerini aşarak, okyanuslara açılmaya kalkarlar. Hâlbuki karşısında bulundukları mücerred hakikatler okyanusunun; derinliğinden de enginliğinden de içindeki fırtına ve girdaplardan da habersizdirler! Böylece hiç bilemeyecekleri bir meçhullük okyanusunda sonsuz derinliklere kulaç atmaya kalkışır, boğulur giderler.

Hâlbuki Cenâb-ı Hak, insanı «akıl üstü sırlar»ı çözmesi için yaratmadı, ona bunu da emretmedi. Allah, insanı Zâtına kulluk için yarattı.

O hâlde, aklı O’na kullukta kullanabilmek, asıl sanat budur!

Zaten Rabbimiz; “…Size ilimden pek az verilmiştir.” (el-İsrâ, 85) buyurmuştur. Hızır kıssasında ifade edildiği üzere; bütün insanlığın ilmi, Allâh’ın ilmi karşısında deryâdan bir tek damla bile değildir.

Esasında insan, aklının aczini kendisi de itiraf etmek mecburiyetindedir.

Meselâ;

“Bir ton demiri omzuna al!” deseler hiç kimse almaya teşebbüs etmez. Denemeye bile kalkmaz. Çünkü tâkatinin üzerinde olduğunu bilir. Aczini itiraf eder. Şayet teşebbüs etse, altında ezilip kalacağını, öleceğini bilir.

Fakat bazı kibirli kişiler; aklının tartamayacağı meselelere dalmakta, ahmakça bir cür’et gösterirler.

Ziya Paşa insana; «Haddini bil!» mânâsına gelecek şekilde şöyle der:

İdrâk-i meâlî bu küçük akla gerekmez,
Zîrâ bu terâzî bu kadar sıkleti çekmez.

“Yüce hakikatleri idrâk edebilmek, bu küçük aklımızla mümkün değildir. Çünkü bu terazi bu kadar ağırlığı kaldıramaz!”

Küçücük bir kuyumcu terazisiyle, devâsâ şeyler tartılamaz. İnsan aklı da bütün hakikatleri idrakten âcizdir.

Diğer yandan, feylesofların bu tür boylarını aşan mevzularda akıl yürütmeleri, çocukların oyununa benzer. Çocuklar da oyun oynarken hayâlî dünyalar oluşturur, savaşlar yapar, neler neler uydururlar. Hepsi boş hayallerdir.

Hazret-i Mevlânâ’nın dediği gibi:

“Çocuklar oyun oynarlarken dükkân yaparlar, yalancıktan alışveriş ederler, fakat kâr elde edemezler. Gündüz yalandan dükkân açan çocuk, akşam eve aç olarak döner.”

Akıl bir kâğıt gibidir ki, onun sonsuzluk güneşi içinde kalem oynatması, ancak hayaldir. Hakikatler karşısında ânında kül olacaktır!..

Hayal âleminde değil de mârifetullah ufuklarında yükselenler ise, bilâkis acziyetlerini daha yüksek seviyede idrâk etmişlerdir.

İbrahim -aleyhisselâm- mal, can ve evlât imtihanlarından muvaffakiyetle geçerek; «Halîlullah» makamına erişti. Kendisine mâverâ ufukları açıldı. İlâhî azamet tecellîleri karşısında; acziyet ve hiçliğini daha yüksek bir idrâk ile anladı, ellerini Âlemlerin Rabbine açtı ve tazarrûda bulundu:

“(Yâ Rabbî) Beni insanların haşrolunacağı günde mahcup etme! Ki o gün ne mal fayda verir ne de evlât. Ancak Allâh’a kalb-i selîm (temiz bir kalp) ile gelenler (o günde fayda bulur).” (eş-Şuarâ, 87-89)

Hazret-i İbrahim’in fârik vasıflarından biri teslîmiyettir.

ÂHH TESLÎMİYET!

Çocuk yolda giderken kendisine doğru bir köpek havlasa, derhâl annesinin eline yapışır. Onu koruyacak ve himâye edecek kişiye sığınır. Başka zaman elinden tutmak istemese de tehlike ânında hemen anneye sığınır.

Kulun da ebediyet yolculuğundaki bin bir tehlikeye karşı, Cenâb-ı Hakk’a teslîmiyeti olmalıdır. İslâm, teslîmiyet kökünden gelir. İslâm, teslîmiyetle kemâl bulur. Zira Cenâb-ı Hak buyurur:

فَفِرُّٓوا اِلَى اللّٰهِۜ

“Allâh’a kaçın!” (ez-Zâriyât, 50)

Zira nasıl ki gözün bir görme mesafesi, kulağın bir duyabilme hududu var ise, aklın da bir idrak tâkati vardır. Bunun içindir ki akıl, vahyin rehberliğine muhtaçtır. İlâhî hakikatleri tefekkürsüzlük, bir felâket sebebi olduğu gibi; aklın, haddini bilmeyip kendini aşan işlere atılması da insanı israfa ve neticede âhiret hüsrânına dûçâr eder.

Aklı israfın perişanlığına iten unsur, nefsâniyetin kölesi olmasıdır. Bu mevzuyu Hazret-i Mevlânâ şu teşbih ile açıklar:

“Anlayış su gibidir. Beden testidir. Beden testisi, nefsânî arzular yüzünden kırılınca; içindeki su, akıl ve zekâ dökülür gider. Bu beden testisinin beş tane büyük deliği vardır. Anlayış suyu onlardan akıp gittiği için; beden testisinin içinde ne su kalır, ne de anlayış suyunun esası olan ve hakikat göklerinden yağan akıl kalır.

İnsan testiye benzetilmiştir. Beş delik de beş duygunun sembolü olup; onlar da iki göz, iki kulak ve bir ağızdır. Hak yolunda yürüyen derviş için; beden testisini nefsânî taşlarla kırmaktan, yani beş duygu musluklarını anlayışsız kişilere açmaktan sakınmalıdır.

«Gözlerinizi haram şeylere karşı sımsıkı kapayın.» emrini işittiğin hâlde, ey mü’min, adımını doğru atmadın.

Mânâsız söz söylemen; ağız yolu ile senin anlayışını alır, uzaklara götürür. Kulak ise, kum gibidir. Senin suya benzeyen anlayışını içer. Böylece başka deliklerin de; yani öteki duyguların da senin gizli anlayış suyunu çeker, alırlar. Denizden bile, yerine koymamak şartıyla durmadan su alsan, nihayet o denizin yerini çöl yapmış olursun.”

Demek ki, akıl nimetini muhafaza için; sâlihlerle beraber olmak, fâsıkların telkin ve tesirinden uzak durmak îcâb eder.

Zira âyet-i kerîmede buyurulur:

“…Her ilim sahibinin üstünde daha iyi bilen birisi vardır.” (Yûsuf, 76)

İnsanın sadece kendi aklına istinâd ederek; meşveretten, tâlim ve terbiyeden kendisini müstağnî addetmesi de, bir israftır. Şair; her akıl sahibini, gönül ehline talebe olmaya davet eder:

Akla mağrûr olma Eflâtûn-ı vakt olsan dahî,
Bir edîb-i kâmili gördükte tıfl-i mekteb ol. (Nef‘î)

Velhâsıl;

Toplumlar, kütüphânelerin tozlu raflarında kalmış kara kaplı felsefe kitaplarının üzerine abanmış bilgiçlerin rûhuyla selâmete kavuşamaz. İnsanlığı hakikî saâdet ve selâmete çıkaracak olan, Kur’ân ve Sünnet kültürüyle yoğrulup tasavvufî hikmetlerle kemâle ermiş olan dervişlerin rûhudur.

Cenâb-ı Hak, kalplerimizde îman ve teslîmiyeti kuvvetlendirsin. Aklımızı; vahyin muhtevâsında, ilâhî azamet tecellîlerini tefekkür vasıtası olarak kullanabilmemizi nasip buyursun. Verdiği nimetleri israf edenlerden olmaktan muhafaza eylesin.

Âmîn!..