O’nun Muhteşem Ahlâkı -21

YAZAR : Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi 

(Câhiliyyeyi Bertarâf Edici İnsan İnşâsı)

ZULMETTEN NÛRA
Cenâb-ı Hak, insanı Zâtına kulluk etmesi için yarattı. Cihanı, bu vazifenin îfâsı için, bir mârifetullah dershânesi hâlinde halk etti. İnsanı da Cenâb-ı Hak’la dost olmaya muvâfık istîdatlarla donattı.
İmtihan gereği olarak; nefs, şeytan ve dünya gibi, insanı esas gayesinden uzaklaştırabilecek mâniler de var edildi.
Âyet-i kerîmede buyurulur:
“Nefsânî arzulara, (özellikle) kadınlara, oğullara, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere karşı düşkünlük; insanlara çekici kılındı.
Bunlar, dünya hayatının geçici menfaatleridir.
Hâlbuki varılacak güzel yer, Allâh’ın katındadır.” (Âl-i İmrân, 14)
İnsanlığın, bu nefs engellerine aldanarak cehâletin ve gafletin karanlıklarına dûçâr olmaması için, Cenâb-ı Hak; rahmetiyle yardım eyledi, kitaplar ve peygamberler lutfetti.
Rabbimiz; âhirzaman ümmetine ise, en yüce kitabını ve en fazîletli Peygamber’ini gönderdi. Âyet-i kerîmede buyurulur:
“Elif. Lâm. Râ. (Bu Kur’ân); Rablerinin izniyle insanları karanlıklardan nûra çıkarman, yani her şeye galip (ve) övgüye lâyık olan Allâh’ın yoluna (ulaştırman ve ebedî hidâyete eriştirmen) için Sana indirdiğimiz bir kitaptır.” (İbrâhîm, 1)
Fahr-i Kâinat -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; 23 yıllık risâleti boyunca, kavmini cehâlet karanlığından çıkarıp İslâm’ın nûruna kavuşturdu.
Peygamber Efendimiz, Hâtemü’l-Enbiyâ: Son Peygamber’dir. Kıyâmete kadar gelecek bütün asırların peygamberidir.
Fakat insanoğlu; yine Kur’ân ve Sünnet’in nûrundan uzaklaşıp da nefsin seraplarına mağlûp düşerek câhiliyye karanlığına dûçâr olmaktadır. Onlara hakkı tebliğ etme ve hidâyet kandilini ulaştırma vazifesi, Efendimiz’den sonra ümmetine intikal etmiştir. Zira peygamberlerin maddî mîrâsı yoktur. Peygamber’in vârisleri, tebliğ vazifesini deruhte edebilecek vasıfta zâhir ve bâtınını ikmâl etmiş âlim ve âriflerdir.
Bu sebeple âyet-i kerîmede buyurulur:
وَلْتَكُنْ مِنْكُمْ اُمَّةٌ يَدْعُونَ اِلَى الْخَيْرِ
وَيَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِۜ
وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
“İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü men eden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Âl-i İmrân, 104)
Yine âyet-i kerîmede mü’minlerin temel vasıfları arasında dâimâ tebliğ ve emr-i bi’l-mâruf vazifeleri sayılmıştır:
“Mü’minlerin erkekleri (kendi aralarında) birbirlerinin velîleridir, mü’mine kadınlar da (yine kendi aralarında birbirlerinin velîleridir); mârûfu (iyiliği) teşvik eder, kötülükten alıkoyarlar, namazı kılarlar, zekâtı verirler, Allah ve Rasûlü’ne itaat ederler.
İşte onları Allah, merhametiyle kuşatacaktır. Şüphesiz Allah mutlak güç ve hikmet sahibidir.” (er-Tevbe, 71)
Bugün yine bir câhiliyye devrindeyiz. Yine insanlık; küfür, nifak, fısk u fücur, gaflet ve cehâlet karanlıkları içinde perişan vaziyettedir. Böyle bir hâlde, her mü’mine; Allah Rasûlü’nün birer ümmeti olarak, tebliğ vazifesi düşmektedir.
Bugün yapılacak işler nelerdir?


İNSANI İNŞÂ
Devrimizdeki câhiliyyeyi bertarâf etmek için yapılması gereken en mühim vazife; insan yetiştirmek, şahsiyetli insan inşâ etmektir.
Bu hususta; günümüzdeki çorak ve menfî vaziyetten şikâyet etmeden, sıfırdan da olsa azim ve şevkle gayret etmek gerekir.
Buna bir misal olarak;
Şâzelî meşâyıhından Derkāvî -kuddise sirruh- anlatıyor:
“Üstâdım beni bir kabîleye gönderiyordu. Dedim ki;
«–Gittiğim yerde mânevî sohbetler yapıp hasbihâl edebileceğim hissiyatlı bir kimse yok. Orada gafiller içinde yapayalnız kalacağım…»
Bana üstâdımın cevabı şöyle oldu:
«–Muhtaç olduğun insanı kendin doğuracaksın! (Kendin arayıp, bulup, yetiştireceksin.)»”
Dünya çapında hizmetleri incelediğimizde görüyoruz ki; yetişmiş insan yoksa, sarf edilecek para olsa bile tek başına fayda vermiyor. Para olmayınca da sadece yetişmiş insan, yapabileceği birçok hizmeti îfâ etmekten mahrum kalıyor.
Demek ki;
Her mü’min, dînine yardım için seferber olmalı; imkânları nisbetinde, malıyla, canıyla, gücü-kuvvetiyle, zamanıyla hem maddî hem mânevî olarak hizmet etmelidir.
Zira Cenâb-ı Hak;
“Nihayet o gün (kıyâmet günü, dünyada iken size verdiğimiz bütün) nimetlerden elbette ve elbette hesaba çekileceksiniz.” (et-Tekâsür, 8) buyurmuştur.
Diğer bir âyette de;
“Allah, her şahsı, ancak tâkatinin yettiği ölçüde mükellef tutar…” (el-Bakara, 286) buyurarak, tâkatimizin yettiği her şeyden mes’ul olduğumuzu bildirmiştir.
Dolayısıyla, Allah yolunda maddî ve mânevî her türlü imkânımızı sarf etmemiz zarûrîdir.
Sahâbe-i kiram; hidâyet nimetinin şükrünü edâ edebilmek için, tebliğ yolunda tâkatini sonuna kadar kullandı. Semerkant’a gitti, Kayravan’a gitti, Çin’e gitti. Dünyanın her tarafına İslâm’ı ulaştırdı.
Nitekim gönülleri fethetmek ve hidâyetlere vesile olmak gibi ulvî bir gayenin gerçekleşebilmesi, şu üç şarta bağlıdır:
1. Hâkim bir fikir. Efrâdını câmî, ağyârını mânî bir sistem. İşte İslâm!
2. O fikir etrafında pervâne olan, yetişmiş, vasıflı ve fedâkâr insanlar.
3. Mâlî imkân. (İnfak, hayrat ve vakıflar)
Hâkim fikir, İslâm’ın muhtevâsıdır ki; tebliğ ve emr-i bi’l-mâruf hizmetlerinin özü, Kur’ân ve Sünnet’tir. Devrimizde, İslâmî tebliğ husûsunda; îtikādî, fikrî ve amelî aşırılıklara sahip gruplar da tebliğ sahasında faaliyet göstererek, maalesef yanlışlarını yaymaktadır.
Bu hususta, Ebu’l-Hasan Harakānî Hazretleri şöyle buyurur:
“İki kişinin dinde çıkardığı fitneyi şeytan bile çıkaramaz. (Bunlardan uzak durun):
1. Ham ve cahil sofu!
Çünkü cahil kişi; Kur’ân ve Sünnet esaslarını bilmediği, altyapısı boş olduğu için, keyfî ve kaba saba hareketlere düşer. Usûl ve erkân bilmediği gibi, tebliğin gerektirdiği basîretten de mahrumdur. Bu sebeple; yaptığı tebliğ fayda sağlamak şöyle dursun, zarar verir.
2. Dünya hırsına mağlûp, (tezkiye görmemiş, mağrur, muhteris) âlim…
Nitekim Cenâb-ı Hak; Cuma Sûresi’nde böyle ilmiyle âmil olmayan âlimler hakkında; «kitap yüklü merkepler!» buyurmaktadır. (Bkz. el-Cum‘a, 5) Diğer bir âyette de;
«ثَمَنًا قَل۪يلًا: Az bir dünyalık karşısında, Allâh’ın âyetlerini satanlara yazıklar olsun!» (Bkz. el-Bakara, 79, 174; Âl-i İmrân, 77, 187; et-Tevbe, 9) denilmektedir.
Yani;
Böyle âlimler; dînî esasları menfaatlerine göre te’vil ederler. Kendi çıkarları için istikametlerini ve ilâhî hakikatleri bozmaya kalkışırlar.
Bu sebeple; tebliğ ve emr-i bi’l-mârufta ilk adım, insanın önce kendisini müstakîm / dosdoğru bir şekilde tezkiye etmesidir, bu minval üzere ikinci madde istikametinde kalplerin fethine gönül vermesidir.
Diğer mühim bir madde, vasıflı insan yetiştirmektir.
Şu misaller, keyfiyetli insanın ne kadar kıymetli olduğunu bizlere ne güzel anlatmaktadır:
BİR İNSAN, BİR MEMLEKET!
Câfer-i Tayyâr -radıyallâhu anh-; Allah Rasûlü’nün tâlimâtıyla gittiği Habeşistan’da 13 yıl kalmış, orada devlet başkanına varıncaya kadar İslâmiyet’in neşrinde muvaffakiyet ve hidâyet dolu neticeler elde etmişti.
Hidâyet vazifesini îfâsından sonra geri döndü. Efendimiz ve ashâbının Hayber muhasarasına gittiğini öğrenince hemen oraya koştu. Vardığında fetih gerçekleşmişti.
Fahr-i Kâinat -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; Hazret-i Câfer’i görmenin sürûrunu şöyle ifade etti:
“Hangisine sevineyim? Câfer’in gelişine mi? Hayber’in fethine mi?” (İbn-i Hişâm, III, 414)
Koca bir beldenin fethi, terazinin bir kefesinde; bir vasıflı, keyfiyetli insan diğer kefesinde… Allah Rasûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-; hangisinin ağır bastığını ifade etmiyor, müsâvî görüyor.
Peygamber Efendimiz’in 23 senelik risâletinde en mühim vazifesi, kendisinden sonra tebliğ sancağını taşıyacak kadroyu yetiştirmekti. Son günlerinde bu neslin yetiştiğini görerek bu dünyadan, huzurun tebessümüyle ayrıldı.
EN GÜZEL TEBESSÜM
Peygamberimiz’in dünya hayatındaki son günleriydi. Bedenî tâkatleri cemaate çıkmaya yetmiyordu. Üst üste kovalarla sular dökündüğü hâlde, namaz kıldırmaya gidemedi. Namazı Hazret-i Ebûbekir’in kıldırmasını emretti.
Bir defasında biraz mecal hissedince bir kolunda Hazret-i Abbâs ve bir kolunda Hazret-i Ali olmak üzere kendisine hasret hâlindeki ashâbının yanına çıktı. İmâmette bulunan Hazret-i Ebûbekir’in yanına oturarak namazını kıldı, ashâbıyla hasret giderdi. (Buhârî, İstihlâf-i İmam, 687)
Son günün sabah namazında ise oda kapısının perdesini kaldırdılar ve o esnada Hazret-i Ebûbekir’in imamlığında namaz kılan sevgili ashâbını son kez seyrettiler. Onları (yani yetiştirdiği o müstesnâ nesli) yan yana saf tutmuş, cemaatle namaz hâlinde görmekten memnun kalarak sürûr içinde tebessüm buyurdular. (Buhârî, Meğâzî, 83)
Nitekim bu hâdiseyi anlatan Hazret-i Âişe Vâlidemiz diyor ki:
“Rasûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- ashâbının namaz kılışını tebessüm ederek seyrediyordu. (Arkasında güzel bir nesil bırakmanın huzuru ve sürûru içindeydi.) Allah Rasûlü’nü hiçbir vakit böylesine sevinçli bir hâlde görmemiştim.” (İbn-i Hişâm, IV, 331)
Efendimiz’den sonra vazifeyi deruhte edenler de, vasıflı insan yetiştirmenin iştiyakını ve yeterince bulamamanın endişe ve ızdırâbını duydular.


EN BÜYÜK TEMENNÎ
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- hilâfeti zamanında bir gün dostlarıyla oturuyordu. Onlara (Allah’tan) bazı talep ve temennîlerde bulunmalarını söyledi. (Âdetâ onların hayal ufkunu görmek istedi.) Oradakilerden bir kısmı;
“–İçinde bulunduğumuz şu hâne dolusunca paralarım olsun da Allah yolunda infâk edeyim!..” şeklinde niyet izhâr etti.
Bir kısmı;
“–Şu ev dolusu altınım olsun da Allah için harcayayım!..” tarzında temennîde bulundu.
Bazılarının hayali de;
“–Şu hâne dolusu mücevherlere sahip olayım da onları Allah yolunda sarf edeyim!..” şeklinde oldu.
Ancak Hazret-i Ömer;
“–Daha, daha fazlasını isteyin!” deyince onlar;
“–Allah Teâlâ’dan daha başka ne isteyebiliriz ki?!.” dediler.
Bunun üzerine Ömer -radıyallâhu anh-;
“–Ben ise, içinde bulunduğumuz şu hânenin Ebû Ubeyde bin Cerrâh, Muâz bin Cebel ve Huzeyfetü’l-Yemânî gibi (müstesnâ, seçkin, keyfiyetli, ideal ve yetişmiş) kimseler ile dolu olmasını ve bunları Allâh’a itaat yolunda, yani tebliğ ve ıslah hizmetlerinde istihdâm etmeyi temennî ederim…” dedi. (Buhârî, Târîhu’s-Sağîr, I, 54)
Yetişmiş, ideal insanın ehemmiyetini idrâk eden Yavuz Sultan Selim Han da, Mısır’ın fethi esnasında şehid düşen Sinan Paşa hakkında;
“Mısır’ı aldık, fakat yazık ki Sinan Paşa’yı kaybettik!” diyerek; bu muazzam fethin sevincini gölgelemeye, yetişmiş bir tek insanı kaybetme acısının yettiğini ifade etti.
Keyfiyetli insan bulmak ve yetiştirmek, uzun ve zahmetlerle dolu bir gayret ister. Ümitsizlik ve bezginlik, sabırsız insanlara bu yolda engel olur. Hazret-i Mevlânâ; keyfiyetli insanı arama gayretlerinin, ümitsizlikten uzak ve azim dolu olması gerektiğini şu hikâye ile temsilî bir şekilde anlatmaktadır:
“Bir gece vakti evimden dışarı çıktım. Kırlarda geziyordum. Bir adamcağızın elinde fenerle dolaştığını gördüm;
«–Bu gece karanlığında ne arıyorsun?» diye sordum.
Adam;
«–İnsan arıyorum.» diye cevap verdi.
Ona dedim ki:
«–Yazık! Boşuna yoruluyorsun… Ben yurdumu terk ettim de yine onu bulamadım. Git evine, yat, rahatına bak. Nafile arıyorsun, onu hiçbir yerde bulamayacaksın!»
Adamcağız acı acı baktı ve şöyle cevap verdi:
«–Bulamayacağımı ben de biliyorum. Ama yine de aramaktan zevk alıyorum. Onu bulamasam da, bulamayacak olsam da bu hasretli arayıştan bile zevk alıyorum, teselli buluyorum.»”
Velhâsıl yetişmiş insan, en büyük ihtiyacımız.
Kur’ân-ı Kerim’de Lokman -aleyhisselâm-’ın evlâdına şu nasihatleri, emr-i bi’l-mârûfun, nesilden nesile aktarılması gereken bir vazife olduğunu ne güzel ifade etmektedir:
“Yavrucuğum; namazını îtinâ ile kıl, iyi olanı emret, kötü olana karşı koy, başına gelene sabret!
İşte bunlar, kararlılık gerektiren işlerdendir.” (Lokmân, 17)
«Yetişmiş insan» mefhumunun muhtevâsını doğru idrâk etmek îcâb eder.


DOĞRU İDRAK
Ne ile yetişmiş, hangi esaslarla terbiye ve tahsil görmüş bir insandan bahsetmekteyiz?
Elbette, bizim medeniyetimizi inşâ eden Allah ve Rasûlü’nün tâlimatlarıyla, Kur’ân ve Sünnet ekseninde yetişmiş bir insan…
Bu sebeple;
Evlâtlarımızın Kur’ân tahsiline, dünyevî tahsiline verdiğimiz değerden fazlasını vermeliyiz ki; bu bizim Cenâb-ı Hakk’a karşı ihlâsımızı ve Hazret-i Peygamber’e karşı samimiyetimizi test eder. Onların Kur’ân lisânını öğrenmesine, bir yabancı dili öğrenmelerine gösterdiğimiz ihtimamdan fazlasını göstermeliyiz ki; bu bizim kulluğumuzun şiârıdır.
Zira;
Kur’ân-ı Kerim, Cenâb-ı Hakk’ın kullarına göndermiş olduğu bir mektuptur. Kur’ân, hidâyet rehberidir. “Yaş-kuru ne varsa onda vardır.” (Bkz. el-En‘âm, 59) Hiçbir tahsil, Kur’ân tahsiliyle mîzân edilemez. Bütün dünyevî tahsiller de ancak Kur’ân tahsili ile semere verir.
Devrimizde; dînî eğitime çok az bir alâka ve zaman ayırdıktan sonra, dünyevî tahsile büyük emekler ve uzun zamanlar tahsis etme gafleti sergilenmektedir. Vicdanları avutmak için de; yapılan bu ihmal;
«Biz dindar mühendisler yetişsin, dînini bilen doktorlarımız olsun istiyoruz.» gibi sözlerle süslenmektedir. Lâkin dünyevî tahsile verilen ehemmiyetin, ancak çok azı dînî tahsile verilmektedir.
Hâlbuki bu tavır, dînî eğitimi basite almaktır.
Düşünelim:
Peygamberimiz, ashâbına 23 sene siyer tahsili yaptırdı. Akāid, ibâdet, muâşeret ve hakkı tevzî… Bütün bu esasları tek tek öğretti.
Bunca tahsili çocuklarımızın birkaç ayda alabileceklerine inanmak, dîni ve dînî tahsili hafife almak olur.
Günümüzde yetişkinlikle emeklilik arasında en fazla 30-40 sene sürdürülecek bir meslek için, 10-15 sene tahsille meşgul olunması şart görülmektedir. Bu kıyasa göre; ebedî hayat için, sonsuz âleme hazırlanmak için ne kadar zaman gerekir?
Elbette ömrün tamamı… Yani beşikten mezara, Kur’ân ve Sünnet ile mezc olmuş, iç içe bir tahsil.
Bu sebeple; tahsil bir bütün olarak görülmeli, evlâtlarımızın bu tahsilin her safhasında Kur’ân ve Sünnet çizgisini muhafaza edebilmesini temine gayret edilmelidir. Dînî eğitimi, sâir eğitimden ayırıp koparmak, dar bir sahaya veya zümreye tahsis etmek; bir Tanzîmat devri hastalığıdır.
Bahsedilen Tanzîmat devrinde de; memleketimizin maddî terakkîsine hizmet edecek Avrupâî tahsil görsünler diye, Avrupa’ya gençler gönderildi.
Maalesef onlar memlekete; «kalpleri Fransız, apoletleri Osmanlı» olarak döndüler. Bu yabancılaşmış nesiller, Osmanlı’nın sonunu getirdiler. Onlardan biri olan Fuad Paşa’nın itirafıyla; düşman dışarıdan, bu gafil gençler içeriden yıktı, o koca devleti enkaz hâline getirdiler.
Evlâtların eğitimi husûsunda şu hakikat de unutulmamalıdır:
Her evlâdın bir İslâm âlimi kıvâmında yetiştirilemeyeceği tabiîdir. Fakat emr-i bi’l-mâruf ve tebliğ vazifesinin devamı için ilim ve irşad ehlini yetiştirmek, ümmet üzerine ayrıca farz-ı kifâyedir.
Tedrîsat, firesi yüksek bir saha olduğu için, belki hakkıyla 1 âlimin yetişmesi için 100 evlâda yatırım yapmak îcâb eder.
EN YÜKSEK TAHSİL HANGİSİ?
Tahsillerin en şereflisi de Allâh’ın kitabını ve «mârifetullâh»ı tahsil olduğuna göre; ona gereken ehemmiyeti vermek, her mü’minin îmânının muktezâsıdır. Bu tahsil, tebliğ vazifesini îfâ edebilmenin de şartıdır. Tebliğ öyle büyük bir hizmettir ki; Rasûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Hazret-i Ali’ye hitâben şöyle buyurmuştur:
“Ey Ali! Allâh’ın senin vasıtanla bir kişiyi hidâyete erdirmesi, senin için üzerine güneşin doğduğu her şeyden daha hayırlıdır.” (Hâkim, Müstedrek, III, 690)
Bu hayrı bırakıp da;
“Çocuğum birtakım dünyevî meslek ve makamlara gelemiyorsa, o zaman hoca olsun.” şeklindeki düşüncenin; irşad ve tebliğ makamını, o makamların altında görme fecaati olduğunu, idrâk etmek îcâb eder.
Bu yanlış; evlâtların dünyasını daha fazla düşünme şeklindeki, bozuk bir şefkatten neş’et eder. Hâlbuki bu, şefkat değil gaddarlıktır.
Nitekim;
Bir annenin fârikası evlâdına süt vermesidir. Lâkin bulunduğu yerde yangın çıktığı zaman, o annenin en âcil vazifesi; derhâl bir kova su döküp, o ateşi söndürmek olur. Aksi takdirde; yangın büyür, kendisi de yavrusu da yanar. Onu beslemesinin de bir mânâsı kalmaz!..
Bugün de her tarafta câhiliyye yangınları var.


KİM SÖNDÜRECEK?
Bu yangınları görmezden gelmek; söndürmeye gayret etmeyip, hâlâ basit dünyalık istikbal endişelerine boğulmak, ne hazin bir hamâkattir! Bu hamâkat; anne-babaları da yakar, evlâtları da yakar!
Bu yangını söndürmek nedir? Evlâtlarımızı, cehennemden kurtaracak İslâmî terbiyeyle onları donatmaktır.
Velhâsıl herkesin durumuna göre; son nefese kadar, teneşire kadar emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münker vazifesini edâ etme gayreti içinde olması zarûrîdir.
Bu zarûreti, yani emr-i bi’l-mâruf vazifesini terk etmenin ne kadar ağır bir cürüm olduğunu, İsrâiloğullarından bir grup olan Ashâb-ı Sebt’in âkıbeti âşikâr bir şekilde ifade eder:
Ashâb-ı Sebt; kendilerine cumartesi günleri, ibâdetten başka her şeyin yasaklanmış olduğu bir topluluktu. Onlar buna riâyet ederken içlerinden bazıları şeytanın; «Siz avlamaktan değil, yemekten men edildiniz!» şeklindeki iğvâsına kapılarak balık tutmaya başladı ve ilâhî emri çiğnedi. Çünkü imtihan hikmeti olarak cumartesi günleri balıklar çoğalıyordu.
Halk üçe bölündü:
Bir kısmı balık avladı, hem yedi hem sattı.
Bir kısmı da bu günahtan kaçınmakla birlikte yasağı çiğneyenlere karşı sessiz kaldı; îkaz ve nasihatte bulunmadı.
Üçüncü kısım hem yasağa uydu hem de günahkârları îkāz etti.
İsyankârlara ses çıkarmayanlar, îkāz edenleri tenkit ettiler:
“–Helâk olacak kavme niçin vaaz edip kendinizi yoruyorsunuz? Nefesinize yazık!”
Emr-i bi’l-mârufta bulunanlar ise şu cevabı verdiler:
“–Biz; Cenâb-ı Hakk’ın huzûrunda mes’ul olmamak, mâzur olmak için böyle yapıyoruz!”
Çok geçmeden bunlar, diğerlerinin başına gelecek olan musîbeti hissettiler. Kendilerini azaptan korumak için onlarla aralarına bir duvar çektiler. Bir gün duvarın öbür tarafında sesler kesildi. Baktılar ki, onların her biri bir gecede birer maymun hâline gelmiş!.. İlâhî hükmü dikkate almadıkları için ceza olarak maymunlara dönüşen bedbahtlar, azaptan kurtulmuş olan itaat ehli akrabalarının etrafında üç gün mahzun bir şekilde dolaştılar. Üç gün sonra da o maymunlaşmış âsîlerin hepsi öldü.
Emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münkerde bulunmayan dindarlar da aynı âkıbete dûçâr olmuşlardır. Âyette buyurulur:
“Onlar, kendilerine yapılan îkazları unutunca, Biz de kötülükten men edenleri (yani emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münkerde bulunanları) kurtardık; zulmedenleri (yani yasağı çiğneyenleri ve emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münkerde bulunmayan kimseleri) de yapmakta oldukları kötülüklerinden dolayı şiddetli bir azap ile yakaladık. Kibirlenip de kendilerine yasak edilen şeylerden vazgeçmeyince, onlara; «Aşağılık maymunlar olun!» dedik.” (el-A‘râf, 165-166)
İşte sorumsuzluk girdabına düşmenin fecî âkıbeti!
Allah Teâlâ buyurur:
“İşte bu kıssayı; o zaman hazır olanlara ve sonradan gelenlere ibret verici bir ceza, muttakîler için de bir nasihat kıldık.” (el-Bakara, 66)
Bir başka âyet-i kerîmede de Cenâb-ı Hak, Allâh’ın lânetine uğrayan kavimlerin vasıflarından birini şöyle tarif buyurmaktadır:
“Onlar, işledikleri kötülükten birbirlerini vazgeçirmeye çalışmıyorlardı. Yaptıkları ne fena idi!” (el-Mâide, 79)
Buna mukabil, geçmiş ümmetlerin sâlihleri de yine emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münker vasfıyla Cenâb-ı Hakk’ın methine nâil olmuşlardır. Âyet-i kerîmede buyurulur:
“Onlar (ehl-i kitabın mü’minleri), Allâh’a ve âhiret gününe inanırlar; iyiliği emreder, kötülükten men ederler; hayırlı işlere koşuşurlar. İşte bunlar sâlih insanlardandır.” (Âl-i İmrân, 114)
Bugün de toplumumuzda ıslah edilmesi gereken gaflet manzaraları var. İslâmî tahsilden mahrum, cehâlet elinde kalmış niceleri var. Bîgâne kalamayız. Kalırsak biz de mes’ul oluruz.
Zira;

HER NİMETİN HESABI VAR
Cenâb-ı Hakk’ın verdiği istîdatların bedelini ödemeye mecburuz. Çünkü kıyâmet günü şöyle denilecek:
“Kitabını oku! Bugün sana hesap sorucu olarak kendi nefsin kâfîdir.” (el-İsrâ, 14)
Bugün bilhassa, Cenâb-ı Hakk’ın nimet verdiği, ilim ve kabiliyet verdiği kimselerin; kadınlar ve tâkatten kesilmiş ihtiyarlar gibi kenarda durması câiz değildir. Velev ki oruç tutup, tesbihatla meşgul olmak için olsun; yetişmiş bir insanın evine kapanıp kalması doğru değildir.
Üç türlü insan Allah’tan uzaktır:
• Rahatlarını hesaplayarak hizmetten kaçanlar…
• Hassas olduklarını öne sürerek ızdırap ve sefâletlerin civarına yaklaşmayanlar, mâtemlerden uzak duranlar…
• Zalimler topluluğu ile beraber olanlar…
Tebliğ ve emr-i bi’l-mâruf gayretleri, bir bedelin ödenmesidir. Cenâb-ı Hakk’ın verdiği hidâyetin şükrünü îfâ edebilme gayretidir. Zira her nimetin şükrü, kendi cinsinden olur. Hidâyet nimetinin de bedeli; o hidâyet nûrunu, ondan mahrum olanlara ulaştırmaktır. Hidâyet kandili; elden ele dolaşarak, nasipli fakat mahrum kalmış gönüllerde îman nûrunu tutuşturmalıdır. Bu silsileyi koparmak, yani hidâyeti daha ötelere götürmemek bir vebaldir.
Bu bedeli ödeyen fert de toplum da huzurla dolar. Buna mukabil eğer, irşâd olmazsa, toplum canavarlarla dolar. Çünkü insan, tezkiye görmezse, «esfel-i sâfilîn»e / alçakların alçağına yuvarlanır. «Bel hüm edall» olur, hayvandan daha aşağı bir derekeye düşer. Aygırlaşır, vahşîleşir.
Emr-i bi’l-mâruf gayreti, bunu sıfıra ircâ edemezse de azaltır. Masum evlâtları canavarlardan; yani küfür ve ilhad, fısk u fücur ehlinden muhafaza etmemizin zarûretini bildirmek üzere; Peygamber Efendimiz;
“Hepiniz çobansınız; hepiniz güttüğünüz sürüden sorumlusunuz.” (Buhârî, İstikrâz, 20) buyurarak bizleri îkāz ediyor.


ÇOBANLIK MES’ÛLİYETİMİZ
Peki, çoban ne yapar?
Çoban; güttüğü sürüyü otlak yerde yayar, orada dinlendirir, orada gıdâlandırır. Kurak yere sürmez.
Bunun bize telkini; evlâtlarımızı âhiretlerini cennet bahçesi eyleyecek güzel ve rûhânî ortamlarda yetiştirmemiz, yani İslâmî ilimlerle terbiye etmemizdir.
Çoban, sürüsünü kurtlar ve canavarlardan korur. Biz de evlâtlarımızı zehirli ve yabancı felsefelerden, şeytânî vitrinlerden korumalıyız.
Yine çoban; hastalanan yahut sakatlanan bir kuzuyu dahî kurtlara bırakmaz, kucağına alır, sürüye dâhil eder. Bazen önden, bazen arkadan gelerek dâimâ mes’ul olduğu sürüyü kontrol eder.
Bunun telkini de toplumda hiçbir mahrum bırakmamaktır.
Demek ki;
Gönlümüzü herkesi içine alacak bir dergâh hâline getirebilmeliyiz. Biz de neslimize çok dikkat edip, onlarda gördüğümüz hataların sebeb-i hikmetlerini iyice tefekkür etmeliyiz. «Rahmeten li’l-âlemîn» olan Efendimiz’in ümmeti olarak, biz de yüreğimizden rahmet taşırmalıyız.
Asr-ı saâdet medeniyeti, emsalsiz bir şekilde bu rahmetle doldu. Fakir olsun zengin olsun her fert saâdet içinde bir hayat yaşadılar. Hulefâ-i râşidîn devri mükemmel bir huzur iklimi oldu.
Ardından gelen Emevîler ve Abbâsîler devrinde, zaman zaman Ömer bin Abdülaziz -rahmetullâhi aleyh- gibi tebliğ ve emr-i bi’l-mârûfun zirvesi şahsiyetler görmekteyiz. Zaman zaman da dünyaya kapılmış ve ihtiraslarının zebûnu olmuş şahısların devirleri yaşanmıştır. Bu şekil nefsânî yaşanan zamanlarda ne yazık ki, felâketler de, art arda birbirini takip etmiştir.
Osmanlı’nın ilk üç asrı; ashâb-ı kirâma ihsân ile tâbî olmanın bereketiyle, gazâ şuuru ve i‘lâ-yı kelimetullah heyecanı ile büyük muvaffakiyet ve huzur iklimi olmuştur. İlim ve irfânı mezcetmiş Hak dostlarının, yani Edebâlî silsilesinin devamıyla halk ve sultanlar irşâd olmuştur.
Bu devirde dergâhlar en çok rağbet edilen mekânlar oldu. İnsanların koştuğu bu mânevî şifâhâneler, âdetâ bir rehabilite merkezi hâline geldi. Gönüller; huzura kavuştu, îman ve hizmet heyecanıyla doldu. Bu iştiyakla;
“Ben Allah rızâsını nasıl kazanırım?”
“Ben bir müslüman kardeşimin derdiyle nasıl dertlenirim?”
“Ben Allah yolunda İslâm’a nasıl hizmet ederim?” düşüncesiyle vakıflar kuruldu.
VAKIF MEDENİYETİ
Bu vakıflar; fakir, hasta, hizmetçi, yaşlı ve âciz herkese kol-kanat gerdi, hattâ insanı aşarak diğer mahlûkāta, yaralı kuşlara, sokak hayvanlarına ve kuruyan ağaçlara dahî hizmet etti.
Osmanlı’nın tebliğ, i‘lâ-yı kelimetullah ve nizâm-ı âlem şuurunu şu vasiyet hulâsa etmeye kâfîdir:
Orhan Gazi, oğlu Murad’a şu vasiyette bulundu:
“Osmanlı’ya iki kıta üzerinde hükümrân olmak yetmez! Zira i‘lâ-yı kelimetullah dâvâsı, iki kıtaya sığmayacak kadar büyük ve ihtişamlı bir dâvâdır!”
Bunun üzerine Sultan Murad Avrupa’ya geçti, tâ Kosova’ya kadar ilerledi.
Birinci Murad Han; Bursa’nın o muhteşem güzelliklerini, rahatını terk etti de tâ Kosova’ya kadar niçin gitti? Hangi gaye için kendini kurban etti?
Elbette;
• Allah Rasûlü’nün emâneti olan tebliğ vazifesini ihlâsla devam ettirmek için.
• Hidâyetten mahrum gönüllerin ızdırâbını gönlünde hissettiği için.
Cenâb-ı Hak da bu ihlâs ve samimiyete, feyiz, rûhâniyet ve ömür bereketi verdi.
İznik’te 400 atlı ile kurulan ufacık bir aşîret toprağını, üç asır sonra 24 milyon kilometrekareye ulaştırdı. Tarihin kesintisiz, en uzun ömürlü hânedânı eyledi.
Onlar şu âyet-i kerîmedeki mü’minlerin tarifine uydukları için, Cenâb-ı Hak onları muzaffer ve te’yîd-i ilâhî ile müeyyed eyledi:
“Onlar (o mü’minler) ki, eğer kendilerine yeryüzünde iktidar verirsek; namazı kılar, zekâtı verirler, iyiliği emreder ve kötülükten nehyederler. İşlerin sonu Allâh’a varır.” (el-Hacc, 41)
Fakat ne zaman ki o şuur, o fedâkârlıklar ve o gayretler terk edildi; mukabilinde Allâh’ın yardımı kesildi, nimetler kayboldu. Birlik ve kuvvet dağıldı. İslâm dünyası bugünkü perişan vaziyete dûçâr oldu.
Bugün Allâh’ın yardımına her zamandan daha fazla muhtacız. Ye’se kapılmak yani ümitsiz olmak için hiçbir sebep yoktur. Zira âyet-i kerîmede;
“…Nice az sayıda bir topluluk, Allâh’ın izniyle çok sayıdaki topluluğa galip gelmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir.” (el-Bakara, 249) buyuruluyor.
Biz bunu tarihimizde gördük:
Mekke-i Mükerreme’de altı senede müslümanların adedi ancak kırka varmışken, Vedâ Haccı’nda sadece oraya gelebilen 120.000 kişiye ulaştı.
Cenâb-ı Hakk’ın nusret ve bereket tecellîsi, Fâtiha Sûresi’ndeki;
اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَع۪ينُ
“(Rabbimiz!) Ancak Sana kulluk ederiz ve yalnız Sen’den yardım bekleriz.” (el-Fâtiha, 5) âyet-i kerîmesi muktezâsıncadır. Bizler de ne kadar Allâh’a itaat üzere olabilirsek, Cenâb-ı Hakk’ın bize yardımı da o nisbette olur.
Toplumun ıslahı için ilk şart; toplumu irşâd edecek fertlerin, önce kendilerini inşâ etmeleridir.


İÇ ÂLEMDE HUZUR
Çünkü, nefs problemini halledemeyen insanın içi; vesveselerle, vehimlerle ve endişelerle doludur. Şeyh Sâdî bu hakikati şöyle ifade eder:
يك قطره خونست صد هزاران انديشه
“İnsan bir damla kan, bin bir endişe!”
İnsanın maddî yapısı; topraktan hâsıl olan, bir miktar kan, et, deri vesairedir. Fakat ona insan dediren asıl yapı, kalbî husûsiyetleridir.
Ham insan endişelerle doludur. O endişeleri kaldıracak ise Cenâb-ı Hakk’a teslîmiyettir. Mü’min dâimâ diğergâm olacak, teslîmiyet ehli olacak. Gelen iptilâlara karşı, karşılaştığı problemlere karşı emr-i bi’l-mâruf ile nehy-i ani’l-münker ile ıslaha gayret edecek. Böylece kuvve-i mâneviyesi sarsıntıya uğramadan, yolundan kalmadan devam edecek. Aksi hâlde, iç dünyasındaki vesveselere mağlûp olur ve muvâzenesini kaybeder.
İçtimâî hizmetlerin, insanın iç âlemindeki dengeyi temin etmek şeklinde de faydası vardır.
Günümüz câhiliyyesinin gam ve kasveti karşısında rahatsız olan, gönlünde îman ve takvâyı derinden duyan mü’minler; bir köşeye çekilmek, sadece ibâdetle meşgul olmak hissiyatına kapılabilirler.
Hâlbuki, dînimizde ferdî ve içtimâî ibâdetler ayrı ayrı emredilmiştir. Birinin edâsı diğerini üzerimizden kaldırmaz.
Sıcağın pek şiddetli olduğu bir seferde Hazret-i Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem- ve ashâbı, uygun bir yerde konaklamışlardı. Sahâbenin bir kısmı nâfile oruç tutuyordu. Oruçlu olanlar yorgunluktan uykuya daldılar. Oruçlu olmayanlar ise, abdest için su taşıdılar ve gölgelenecek çadırlar kurdular. Ancak iftar vakti geldiğinde Rasûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;
“–Bugün, oruç tutmayanlar (daha fazla) ecre nâil oldu.” buyurdular. (Müslim, Sıyâm, 100-101)
Bugün bir câhiliyye devri yaşanıyor. Günümüzde tebliğ, nâfile ibâdetlerden daha mühimdir. Bu hakikatle beraber, fırsat buldukça da nâfile ibâdetleri ihmal etmemek gerekmektedir. Zira hizmetin mânevî enerjisi, ibâdetlerle hâsıl olur. Nitekim tebliğ için birinci şart, iç âlem tezkiyesidir. Burada tebârüz ettirilmek istenen husus, mü’minin içine kapanmaması ve toplumdan bîgâne kalmamasının lâzım geldiğidir.
Tasavvufun temel kaidelerinden biri de;
Kesrette vahdet, kesrette nedret, yani halk içinde iken kalbin uyanık olması ve Hak ile beraber olup hakkı tebliğ etmesidir.
Diğer yandan ihlâs ile gerçekleştirilen ibâdetler, insanın iç dünyasında emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münker vazifesi edâ ederler. Âyet-i kerîmede buyurulur:
“(Rasûlüm!) Sana vahyedilen Kitâb’ı oku ve namazı kıl.
Muhakkak ki namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allâh’ı anmak elbette (ibâdetlerin) en büyüğüdür. Allah yaptıklarınızı bilir.” (el-Ankebût, 45)
Cenâb-ı Hak; tilâvetlerimizi, namazlarımızı ve zikirlerimizi bu kıvâma eriştirsin.
Rabbimiz; bizlere Habîb-i Edîbi’nin rûhânî dokusundan hisseler alabilmeyi nasip buyursun. Önce kendimizi Fahr-i Kâinât Efendimiz’in üsve-i hasene ahlâkı ile inşâ edebilmemizi müyesser eylesin. Sonra da evlâtlarımıza ve halka halka bütün insanlığa, en güzel şahsiyet inşâsında yardımcı olabilmemizi nasîb eylesin!..
Âmîn!..