Emânetlerdeki İsraf

YAZAR : Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi

 

YAZIK!

Cenâb-ı Hak insana kıymet verdi; “Benî Âdem’i mükerrem kıldık…” (el-İsrâ, 70) buyurdu. En kıymetli şeyleri insana ihsân etti. Ruh verdi, akıl verdi, sıhhat verdi, ömür verdi. En kıymetli rehberi ve en muhteşem kitabı gönderdi.

Sonra bütün bu kıymetleri, güzelce değerlendirmesi karşılığında yine çok kıymetli bir ikram va‘detti: Onu, cennet-i âlâya davet etti.

Lâkin ne yazık ki, insan kıymet bilmedi. Kendi kıymetini de kendisine emânet edilen değerleri de gafletine fedâ etti. Dâimâ israfa düştü. Nimetleri yazık etti. Kendisini böyle değersiz kılanları da Cenâb-ı Hak, cehenneme süpürmeyi va‘detti.

Cenâb-ı Hak buyurur:

“Allah; pis olanı temizden ayırmak, pis olanların hepsini birbiri üstüne koyup yığarak cehenneme koymak için böyle yapar. (Hak edenleri cehenneme sevk eder.) İşte onlar ziyana uğrayanların ta kendileridir.” (el-Enfâl, 37)

İnsanın bu fecî âkıbetten kurtulmak için kıymet bilmesi şarttır.

Hazret-i Mevlânâ, insanın meccânen nâil olduğu kıymetlerin farkına varması yolunda onu îkāz eder:

MÎRASYEDİ OLMA!

“Mîrâsa konan, o malın kadrini kıymetini bilmez! Çünkü, onu kolay buldu; ter dökmeden elde etti.

Ey insan! Sen de Hakk’ın lütuf ve ihsânına mîrasçı oldun! (Ona meccânen ulaştın.) Hak sana bu canı bedava verdi de o yüzden canının kadrini kıymetini bilmiyor, mîras yiyen gibi onu harcayıp duruyorsun!”

Âyet-i kerîmede de insanın mîrâsı oburca yiyişine dikkat çekilmiştir:

“Helâl-haram demeden, (hak gözetmeden) mîrâsı yiyorsunuz.” (el-Fecr, 19)

Hazret-i Mevlânâ, Cenâb-ı Hakk’ın bize ihsân ettiği kıymetleri nasıl israf ettiğimizi şöyle îzah eder:

“Şu dünya hayatında karşımıza çıkan, bize çok önemli gibi görünen çeşitli vak‘alar, hâller, zorluklar ve engeller; toprak âleminin dalgaları olup, bunlar bizim vehmimizden, anlayışımızın kıtlığından ve düşüncelerimizin noksanlığından meydana gelmektedir.”

Bu noksan görüş ve vehimler içinde, ömür nimeti ziyan olup gider. Hazret-i Mevlânâ, ömrü dalgıçların deniz altındaki çalışmalarına benzetir:

“Dalgıçlar denize dalar. Her dalgıç aceleyle, eline ne geçerse onu toplar. Cevher ve kıymetli inci ümidi ile ne bulduysa torbasına doldurur. Uçsuz bucaksız denizin dibinden çıktılar mı, paha biçilmez inciye kim sahip olmuştur, meydana çıkar. Birinin küçücük bir inci, öbürünün ise çakıl taşı ve boncuk çıkardığı belli olur. İşte onları uyandıracak, kahredici ve kötülükleri açığa vurucu imtihan, yani mahşer de böyle gelir, çatar.”

Mahşer günü; kimin kazançlı çıktığı, kimin hüsrana dûçâr olduğu ortaya çıkacaktır.

Fakat asıl maharet, o gün gelmeden uyanmaktır. Bu sebeple Hazret-i Mevlânâ, uyandırıcı bir feryattır:

GÖNÜL KANDİLİNİ UYANDIR!

“Kendine gel ey yolcu! Kendine gel! Akşam oldu, ömür güneşi batmak üzere… Gücün kuvvetin varken; şu iki günlük ömürde cömertlikte bulun, amel-i sâlihler işle… Elde kalan bu kadarcık tohumu, yani ömrünün geriye kalan son senelerini iyi ek de ve iyi harca da; şu iki nefeslik ömürden uzun bir ömür elde edesin…

Çok kıymetli olan bu ömür kandili sönmeden aklını başına al da; fitilini düzelt, çabucak yağını koy, yani amel-i sâlihler işleyerek şu fânî günlerini rûhânî bir kulluk ve ibâdetle geçir, gönül kandilini uyandır! Aklını başına al da bu işi yarına bırakma! Nice yarınlar geldi geçti. Hemen tevbe ve istiğfâr ile işe başla ki; ekin mevsimi, şu fânî günler ziyan olmasın!”

Zaman ve ömür, insana bahşedilen en kıymetli varlıklardandır. Fakat mahduttur. Çünkü bu dünya fânîdir. Dünyaya dair emekler ve gayretler yok olup gidecektir. Yazık olacaktır. İnsanın en kıymetli metâını; fânîlik girdabında batıp gidecek bir gemiye yüklemesi, ne hazin bir israftır. Mevlânâ Hazretleri seslenir:

“Ey işinin üstüne çok düşen kişi! Bir tâcirin yükü suya düşecek olursa, tâcir elini en değerli kumaşa uzatır. En kıymetli metâını kurtarmaya çalışır.

Mademki senin de bir şeyin suda yok olup gidecek, en iyisini kurtar da değersizini bırak gitsin.”

Cenâb-ı Hak, zaman mefhumuna dikkatimizi çekmek üzere yemin ediyor:

“Asra yemin olsun ki insan gerçekten ziyan içindedir. Bundan ancak îmân edip sâlih ameller işleyenler; birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler müstesnâdır.” (el-Asr, 1-3)

İslâm’ı, Fahr-i Kâinât Efendimiz ve ashâb-ı kiram hassâsiyetinde yaşamak şeklinde tarif edebileceğimiz tasavvufun en mühim esaslarından biri, «Vukûf-i Zamânî»dir. Yani zaman nimetini çok hassas bir şekilde kullanmaktır.

Nefsini tezkiye ve kalbini tasfiye etmek isteyen bir mü’min; ecelin meçhuliyeti dolayısıyla her an kendini muhasebe mecburiyetinde bulunduğunun idrâki içinde olup, vaktini sâlih amellerle değerlendirmelidir.

Lüzumsuz işleri terk ederek mânâsız konuşmalardan uzak durmalı, Hazret-i Mevlânâ’nın ifadesi ile lisânını «sözün maskarası» olmaktan muhafaza etmelidir.

MÂLÂYÂNÎYİ TERK

Zira Cenâb-ı Hak, «felâha kavuşan» mü’minlerin bir vasfını da şöyle beyan buyurmaktadır:

“Onlar boş ve faydasız şeylerden yüz çevirirler.” (el-Mü’minûn, 3)

Bir başka âyet-i kerîmede de, Cenâb-ı Hak, hâlis kullarını aynı hakikatten bahisle şöyle vasıflandırıyor:

“…Boş söz ve işlere rastladıklarında vakarla oradan geçip giderler.” (el-Furkān, 72)

Devrimizde kıymetli ömürler, televizyonun ve cep telefonlarına kadar inen internetin karşısında hebâ olmaktadır. Bu programların zararları, rûha saçtığı zehirler bir tarafa; seyredilen programlar zararsız bile addedilse, en büyük zarar olan vakit israfıdır.

Hazret-i Mevlânâ, anlattığı uzun bir hikâyede bir çalgıcının nedâmetini şu ifadelerle dile getirir:

“Ey ihsan ve vefâ sahibi Allâh’ım, cefâlarla ve suçlarla geçen ömrüme, sen acı.

Allah bana öyle bir ömür lutfetti ki; o ömrün bir gününün bile kıymetini kimse bilemez, ona değer biçemez.

Ben ise hayatımı, kıymetli ömrümü boş yere harcadım. Bana verilen sayılı nefeslerimin hepsini de tiz ve pes seslerle tükettim, gitti.

Ben nağmelerle uğraşırken, ırak perdesini düşünürken, firak zamanını düşünemez oldum; yani dünyadan ayrılacağım zamanın acılığı hatırımdan çıktı gitti.

Yazıklar olsun ki dâimâ boş çalgılarla meşgul oluşumdan dolayı, gönlümde bulunması gereken mânevî nağmeler hebâ oldu; gönlümse öldü.

Eyvahlar olsun ki, şu yirmi dört perdenin sesi ile ömür kervanı geçti gitti. Gün bitti, akşam oldu.”

Asr Sûresi’nde ifade edildiği üzere, ömrü hüsrandan ve israftan kurtaracak en mühim vazifelerimiz îman ve sâlih amellerdir. Ancak bu ibâdetlerin de gölgelerine değil asıllarına talip olunmalıdır.

Çünkü Rabbimiz; ibâdetleri ruh ve beden âhengiyle, ihlâs, takvâ ve huşû içinde edâ etmemizi emretmektedir. Bu sebeple en mühim nokta, ibâdette israfa düşmememiz yani ibâdette kıvam bulmamızdır.

İBÂDET KIVÂMI

Cenab-ı Hak, ibâdette israfa düşenlere;

“Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki, onlar namazı gafilâne kılarlar.” (el-Mâûn, 4-5) buyurmaktadır.

Yazık edilmeyen, hakkı verilen namazın ise, Allâh’a yaklaşma vesilesi olduğunu;

“…Secde et ve yaklaş.” (el-Alak, 19) buyurarak bizlere bildirmektedir.

Cenâb-ı Hakk’a selîm ve münîb bir kalp ile yaklaşılabilir. Hendeseden, yani birtakım vücut hareketlerinden ibaret bir namaz; kulu Allâh’a yaklaştırmaz.

Oruç da böyledir. Hakkı verildiğinde yani, ağız ile beraber; göz, kulak, dil ve gönül ile birlikte tutulan oruç; kulu takvâya eriştirir. Fakat gözünü haramdan, dilini yalandan ve dedikodudan sakınmayanların, yanına ancak açlıkları kâr kalır.

Ardından başa kakma ve eziyet gelen sadakalar iptal olur.

Kazancının helâliyetine dikkat etmeyen, «cidal»den ve «refes»ten uzak kalamayan bir hac yolcusuna; «Lebbeyk» değil; «Lâ lebbeyk!» denir.

Bunlar ne hazin israflardır. İnsanın ezelî düşmanı olan şeytan; insana olan hasedinden dolayı, dâimâ onun elindeki kıymetli şeyleri çalmaktadır.

Şeytan, tevbeyi geciktirerek insanı kandırır ve böylece ömrün israfına zemin hazırlar. Âyet-i kerîmede buyurulur:

وَلَا يَغُرَّنَّكُمْ بِاللّٰهِ الْغَرُورُ

“…Sakın şeytan, Allâh’ın affına güvendirerek sizi kandırmasın.” (Lokmân, 33; Fâtır, 5)

Şeytan, yaygaralara boğarak, vesveseler vererek ve vehimlerle korkutarak; insanın malına ve evlâtlarına ortak olmaya çalışır. (Bkz. el-İsrâ, 64) İnsanın âhiret sermayesi olan malını ve gözünün nûru olan evlâtlarını şeytana kaptırması, ne ağır bir hüsran ve büyük bir israftır!..

Bu sebeple, şeytanın ifsatlarından malları ve evlâtları korumamız zarûrîdir. Bu, insan için çok mühim bir imtihan vesilesidir.

Evlâtlarımız husûsunda israftan ve şeytanın ortaklığından korunmak için; onları Allah yolunda, Kur’ân ve Sünnet ekseninde terbiye etmemiz zarûrîdir.

Malları şeytanın ortaklığından korumak ise, nefse gereğinden fazla harcama israfından uzak durmak ve dâimâ helâlinden kazanarak Allah yolunda infâk etmekle olur.

Sâlih amellerin mühim bir kısmı, mâlîdir. Çünkü mal, âdetâ insanın çok meylettiği ve gönlünde taht kurduğu bir puttur. Mala olan meylin bertarâf edilmesi zarûrîdir. Âyet-i kerîmede buyurulur:

وَمِنَ النَّاسِ مَن يَتَّخِذُ مِن دُونِ اللَّهِ أَندَادًا يُحِبُّونَهُمْ كَحُبِّ اللَّهِ ۖ

“İnsanlar arasında Allâh’ı bırakıp da ona (putlar, mal, makam-mevki, şöhret ve şehvet gibi) ortaklar koşanlar vardır. Onları, Allâh’ı severcesine severler…” (el-Bakara, 165)

Bu âyetin tehdidinden muhafaza olabilmek için insan; kalbinde, şu muhasebeyi yapmalıdır:

• Kalbimde dünya malına muhabbet var mı?

• Dünya malıyla alâkalı tasarruflarım hangi gaye istikametinde? Yani nereye harcıyorum? Nereye yatırım yapıyorum?

• Dünya ile ukbâ karşı karşıya geldiğinde hangisini tercih ediyorum?

• Malı infâk ederken gönlümde bir sıkıntı hissediyor muyum?

Bir mü’minin telâkkîsi şöyle olmalıdır:

MÜLK ALLÂH’IN, ŞARTLAR ALLAH’TAN…

Mülk, Allâh’ındır. Kula sadece emâneten verir. Fânîlik hükmünce zaten insan infâk etmediği, harcamadığı malı dünyada bırakır gider. Halkın ifadesiyle; «Kefenin cebi yoktur.»

Yûnus Emre Hazretleri de der ki:

Mal sahibi mülk sahibi
Hani bunun ilk sahibi?
Mal da yalan mülk de yalan,
Var biraz da sen oyalan!..

Necip Fazıl da, dünyanın fânîliğine atıfta bulunarak şöyle söyler:

Hasis sarraf, kendine bir başka kese diktir!
Mezarda geçer akça neyse, onu biriktir!..

Rezzâk olan Allah, kuluna rızık olarak mal verir. Eğer rızkından fazlasını vermişse, burada hususî bir imtihan vardır. Mülkün sahibi olan Allah, kuluna tasarruf şartları koymuştur:

• İsraf yok!

• Cimrilik yok!

İsraf denilince sadece çöpe giden ekmekler akla gelmemelidir. Fazladan yenen lokma da israftır. Nefse gereğinden, kâfî miktarından fazla harcanan her şey israftır.

Oburluğu dâimâ tenkit eden Hazret-i Mevlânâ nükteli bir şekilde şöyle buyurur:

“Cenâb-ı Hak, ekmek yiyenlere; «İsraf etmeyin!» buyurdu. Nur yiyenlere; «Fazla yemeyin!» demedi.

Maddî boğazımız belâlara, hastalıklara uğrayış boğazıdır; mânevî boğazımız ise israftan da ileri gidişten de eman bulmuştur!”

Ayrıca darb-ı meselde denilir ki:

“Hayırda israf yoktur! İsrafta hayır yoktur!”

İnsan, şahsiyetini mânevî hasletlerle inşâ eder. Ancak şahsiyetini ikmal edememiş kişiler, maddiyat ile bu aşağılık duygusunu bastırmaya ve şahsiyet noksanını telâfi etmeye çalışırlar. Modalar, reklâmlar ve lüks gibi yaldızlı hülyalara kapılıp, kibir ve debdebeye sığınarak, kendilerini hayran olunacak vaziyette, güçlü, kuvvetli göstermeye çalışırlar. Bu beyhûde bir gayrettir. Çünkü aslolan, karakter ve şahsiyettir. İnsanın gerçek kıymeti, güzel ahlâk ve fazîlettir. Müsrif, hodgâm, egoist ve fırsatçı kişilere aslında kimse hayranlık duymaz. Belki ancak aynı temâyülde olan kişilerin hasedini celbederler.

Deniz suyuyla susuzluk giderilemeyeceği gibi, insanın rûhî ihtiyaçlarını da fânî dünyalıklarla tatmin edebilmesi mümkün değildir. Fânî şeyler dâimâ ızdırâbı artırır. Sonunda da yanık bir nedâmet kalır.

Bu sebeple, israfın çaresi; kanaatkâr, iktisatlı ve sade bir hayat sürerek, elde arta kalan malı infak ve tasadduk etmektir.

Çünkü cimrilik de yasaktır.

ÎMÂNIN MEYVESİ

Îman tohumu, ekildiği kalpte merhamet meyvesini verir.

Merhametin en mühim tezâhürü de; başkalarının mahrumiyetini telâfi için, bütün imkânlarıyla muhtaçların yardımına koşmaktır. Yani Allâh’ın ihsân ettiği nimetleri, ondan mahrum olanlara infâk etmektir.

Hazret-i Mevlânâ ne güzel söyler:

“Dünya hayatı bir rüyadan ibarettir. Dünyada servet sahibi olmak, rüyada define bulmaya benzer. Dünya malı, nesilden nesile aktarılarak dünyada kalır.”

Bu bakımdan malı-mülkü hiç infâk etmeyip, onu tamamen mânevî terbiyeden mahrum yetişen ve nasıl harcayacakları meçhul olan mîrasçılara bırakmak, ağır bir âhiret hesabı yüklenmek olur. Bu ise, selîm bir aklın kârı değildir. Zira âyet-i kerîmede şöyle buyurulur:

“…Altın ve gümüşü yığıp Allah yolunda harcamayanlar var ya, işte onları acı bir azâb ile müjdele!” (et-Tevbe, 34)

Peygamber Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem- bir gün ashâbına sordu:

“–Hanginize mîrasçısının malı, kendi malından daha sevimlidir?”

Ashab;

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Hepimiz kendi malımızı daha fazla severiz!” dediler.

Bunun üzerine Hazret-i Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem-;

“–Kişinin kendi (aslî) malı, hayır yaparak önceden (âhirete) gönderdiği; mîrasçısının malı ise, harcamayıp geriye bıraktığıdır!” buyurdu. (Buhârî, Rikāk, 12)

Ömrünü israf edip, malını cimri bir şekilde infaktan sakınmış olanların son nefeslerinde düşecekleri vahim ve çaresiz nedâmeti, âyet-i kerîmede Rabbimiz şöyle tarif buyurur:

وَاَنْفِقُوا مِمَّا رَزَقْنَاكُمْ مِنْ قَبْلِ اَنْ يَاْتِيَ اَحَدَكُمُ الْمَوْتُ فَيَقُولَ رَبِّ لَوْلَٓا اَخَّرْتَن۪ٓي اِلٰٓى اَجَلٍ قَر۪يبٍۙ فَاَصَّدَّقَ وَاَكُنْ مِنَ الصَّالِح۪ينَ

“Herhangi birinize ölüm gelip de; «Rabbim! Beni yakın bir süreye kadar geciktirsen de sadaka verip sâlihlerden olsam!» demesinden önce, size verdiğimiz rızıktan harcayın.” (el-Münâfikûn, 10)

İşte hayatın israfı!..

Hazret-i Mevlânâ, bu hâle düşmemenin yolunu şöyle gösterir:

“Mala-mülke fazla sarılma ki, vakti gelince kolayca bırakabilesin! Hem kolayca verip gidesin hem de sevap kazanasın! Sen, seni sımsıkı tutana sarıl ki; Evvel de O’dur, Âhir de O’dur.”

Cenâb-ı Hak, bizi kıymetini muhafaza edebilen kullarından eylesin. Verdiği nimetleri en kıymetli şekilde değerlendirebilen, israfa düşmeyen, Hakk’ın ikrâmı olan mal ve canlarını, Allah yolunda sarf edip, cennet-i âlâ ve Cemâl-i Mevlâ müjdesiyle sevinen kulları zümresine bizleri ve nesillerimizi de ilhâk eylesin.

Âmîn!..