Kesrette Vahdet HALK İÇİNDE HAK İLE BERABERLİK…

Hazret-i Mevlânâ’nın Gönül Deryâsında Sır ve Hikmet İncileri

YAZAR : Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi

FÂNÎ ALÂKALAR

Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Bilin ki dünya hayatı; ancak bir oyun, eğlence, bir süs, aranızda bir övünme ve daha çok mal ve evlât sahibi olma isteğinden ibarettir.

(Dünya hayatı) tıpkı bir yağmur gibidir ki, onun yetiştirdiği şeyler, ziraatçilerin hoşuna gider. Sonra kurur da sen onun sapsarı olduğunu görürsün; sonra da çer çöp olur.

Âhirette ise çetin bir azap vardır. Yine orada Allâh’ın mağfireti ve rızâsı vardır.

Dünya hayatı aldatıcı bir geçimlikten başka bir şey değildir.” (el-Hadîd, 20)

İmtihan sırrı olarak, insana günahlar câzibeli gösterilmiştir. Fânî dünya da süslü ve aldatıcı bir metâ olarak gösterilmiştir. İnsan; servet (mal), şehvet (karşı cins) ve şöhret (fânî alkışlar) gibi dünyevî ve nefsânî alâkalardan sıyrılmadıkça, rûhânî ve rahmânî istîdatlarını inkişâf ettiremez.

Bu sebeple;

İlâhî terbiyede; insanın iç dünyasına yoğunlaşarak, tefekkür ve murâkabe hâlinde, ezelî ve ebedî gayesini düşüneceği ve ölüm ötesine hazırlanacağı uzlet ve inzivâ vakitleri vardır.

Hazret-i Âdem ve Havvâ; cennette zelle işleyip, dünyaya indirildikten sonra uzun bir müddet ayrı ayrı tevbe ettiler, ağladılar, Cenâb-ı Hakk’a ilticâ ettiler.

Hazret-i Yûsuf, kuyuda; Hazret-i Yûnus, balığın karnında Cenâb-ı Hak ile halvet ve tefekkür demleri yaşadılar.

Hazret-i Musa; Tevrat nâzil olmadan önce, Tur Dağı’nda 40 gün tek başına visal orucu tuttu.

Peygamber Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem- de vahye mazhar olmadan önce altı ay kadar, Hirâ Mağarası’nda inzivâya çekildi ve insanlardan uzaklaşarak tefekkür deryâsına daldı.

Allah Rasûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in zamana yayılmış zirveler hâlinde, kâmil vârisleri olan Hak dostları da; çilehânelerde erbaînler çıkararak bu ibâdet ve tefekkür yoğunlaşmasını hayata geçirdiler.

Sünnet bir ibâdet olan îtikâf da, mescidde bütün vaktini ibâdete hasretmek mânâsında bu dünya meşgalelerinden uzaklaşma ihtiyacını ifade eder.

Nakşî meşâyıhı ise; Allah Teâlâ ile beraberlik mânâsındaki halveti, mü’minin asla uzak kalmaması gereken içtimâî vazifeleriyle iç içe gerçekleştirmeyi gaye edinmişler, bunu «halvet der encümen» «topluluk içinde Allah ile beraberlik» olarak düstur hâline getirmişlerdir.

Nitekim Allah Rasûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-; risâlet hayatı başladıktan sonra, ümmetinden hiç uzaklaşmamış, dâimâ onların içinde olmuştur.

Çünkü, halvetten maksat; insanlardan uzaklaşmak, cemiyetten kaçarak dağları ve mağaraları vatan edinmek değildir. Bu şekilde hareket etmek, Hazret-i Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem- ve ashâbının tatbikatına da muhalefet olur.

Şu hâdise dînimizde; sadece ferdî ibâdete teksif olarak, ailevî ve içtimâî vazifelerden uzak kalmaya müsaade olmadığını ifade eder:

MÜ’MİN, İÇTİMÂÎ OLMALI

Ashâb-ı kiramdan bazıları bir gün muhterem vâlidelerimize sorarak Allah Rasûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in ibâdetlerini öğrenmek istemişlerdi. Onlar da gördüklerini anlattılar. Efendimiz’in îtidal üzere yapmış olduğu ibâdetlerini kendileri için az gören bu kimseler;

“–Allâh’ın Rasûlü nerede, biz neredeyiz? Onun geçmiş ve gelecek günahları bağışlanmıştır.” dediler.

İçlerinden biri;

“–Ben ömrümün sonuna kadar bütün gece uyumaksızın namaz kılacağım.” dedi.

Bir diğeri;

“–Ben de hayatım boyunca gündüzleri oruç tutacağım, oruçsuz gün geçirmeyeceğim.” dedi.

Üçüncü sahâbî de;

“–Ben de sağ olduğum müddetçe kadınlardan uzak kalacak asla evlenmeyeceğim.” diye söz verdi. Bir müddet sonra Peygamberimiz onların yanına geldi ve kendilerine şunları söyledi:

“–Şöyle şöyle diyen sizler misiniz? Sizleri îkāz ediyorum!

Allâh’a yemin ederim ki ben sizin Allah’tan en çok korkanınız ve O’na en takvâlı olanınızım.

Fakat ben bazen oruç tutuyor, bazen tutmuyorum. Gece hem namaz kılıyor hem de uyuyorum. Kadınlarla da evleniyorum.

(Bilesiniz ki) benim sünnetimden yüz çeviren kimse, benden değildir.” (Buhârî, Nikâh 1)

Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh-’ın naklettiği şu hâdise de, îman kardeşliği ve güzel ahlâkın, Allâh’ın rızâsını kazanmakta ne kadar mühim olduğunu beyân etmektedir:

Rasûl-i Ekrem -sallallâhu aleyhi ve sellem- ile beraber oturuyorduk. Buyurdular ki:

“–Şimdi yanınıza cennetlik bir adam gelecektir.”

Bir de baktık ki ensardan, abdest suyu sakalından damlayan ve ayakkabılarını sol eline almış bir adam çıkageldi. Ertesi gün olunca Rasûl-i Ekrem -sallallâhu aleyhi ve sellem- yine evvelki gibi söyledi. Bu adam yine önceki gibi çıkageldi. Üçüncü gün olunca Rasûl-i Ekrem -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz yine aynı sözü tekrar etti ve yine aynı adam ilk hâliyle geldi. Rasûl-i Ekrem -sallallâhu aleyhi ve sellem- kalkınca Abdullah bin Amr -radıyallâhu anh-, o adamı takip etti ve ona;

“–Ben babamla münakaşa ettim, üç gün onun yanına gitmeyeceğime yemin ettim. Bu zaman zarfında beni evinde misafir eder misin?” dedi. Adam da kabul etti.

Daha sonra olanları, Abdullah bin Amr -radıyallâhu anh- şöyle anlattı:

“–Üç geceyi onunla bir arada geçirdik. Fakat gece boyunca uzun uzun ibâdet ettiğini görmedim. Ancak fecre kadar, zaman zaman uyanıp zikretti ve tekbir getirdi. Onun hayırdan başka bir şey söylediğini de işitmedim. Üç gün geçince sanki onun amelini küçümser gibi oldum ve dedim ki:

«–Ey Allâh’ın kulu! Babamla aramda bir ihtilâf yoktur. Fakat Rasûl-i Ekrem’in senin için üç kere;

“Şimdi yanınıza cennetlik bir adam gelecektir.” buyurduğunu işittim. Üç defa da sen çıkageldin. Ne gibi ameller işlediğini öğrenmek için senin yanında kalmak ve seni örnek almak istedim. Fakat senin büyük bir amel işlediğini de görmedim. Seni Rasûlullâh’ın söylediği mertebeye ulaştıran amel nedir?»

O zât;

«–Şu gördüğünden başkası değildir.» dedi.

Fakat ben ayrılmak için döndüğümde ardımdan seslenerek dedi ki:

«–Evet, benim amelim, senin gördüğünden başkası değildir. Ancak ben müslümanlardan hiç kimseye karşı kalbimde en ufak bir kin tutmam ve Allâh’ın verdiği herhangi bir nimet ve hayırdan dolayı da kimseye asla haset etmem.»

Bunun üzerine;

«–İşte seni o dereceye ulaştıran bu hâlindir.» dedim.” (Ahmed, III, 166)

Demek ki;

Bir müslümanın hâl olarak en büyük tesiri, gönül huzuru içinde içtimâîleşmesidir. Bir müslümanın; diğer müslümanlarla arasında hiçbir problem olmaması gerekir. Bir mü’min kardeşlerine dâimâ yardımcı olmalıdır. Bir müslüman kendini diğer mü’minlerden mes’ul görmelidir, onların zaaflarını telâfi etmek gayretinde olmalıdır. Bir müslümanın şiârı, güzel ahlâk tevzî etmesidir. Güzel ahlâk da, her türlü hasetten arınmak ve hiçbir mü’mine karşı zerre kadar kin tutmamak ve affedici olabilmektir. Zira Cenâb-ı Hak;

“…Allâh’ın sizi affetmesini istemez misiniz?…” (en-Nûr, 22) buyuruyor.

Bir başka hadîs-i şerifte de Rasûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-;

“İnsanların arasına karışıp onların ezâlarına katlanan müslüman, onlardan uzak durup ezâlarına katlanmayandan daha hayırlıdır.” buyurmuştur. (Tirmizî, Kıyâmet, 55)

İnsanlarla beraber olmanın eziyetleri vardır. Allah Rasûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem- de bu eziyetlere tahammül ederek dâimâ tebliğin içinde olmuştur. Buyurmuştur ki:

“En çok çile çemberinden geçen peygamber benim.” (Bkz. Tirmizî, Kıyâmet, 34/2472)

Onca çileye rağmen, O -sallallâhu aleyhi ve sellem- tebliğden asla vazgeçmemiştir. Çünkü O’na Rabbinin tâlimâtı, dâimâ tebliğdir:

EY ÖRTÜSÜNE BÜRÜNEN!

Peygamber Efendimiz’in tebliğe başladığı zamanlardı. Kureyş’in sözde eşrafı Dâru’n-Nedve’de toplanıp;

“–Muhammed’e insanların kaçacağı bir isim takın.” dediler.

Bazıları;

“–Kâhin (diyelim!)” deyince, öbürleri;

“–O, kâhin değildir.” dediler.

Onlar bu sefer;

“–Delidir (diyelim!)” deyince, diğerleri;

“–O, deli de değildir.” dediler.

“–Sihirbazdır (diyelim!)” dediler. Yine başkaları;

“–O sihirbaz da değildir.” dediler.

Bu çirkin yakıştırmalar ve ağır iftiralar Fahr-i Kâinât Efendimiz’e giran geldi. Çok müteessir oldu, bir nevî içine kapanarak elbisesine bürünüp örtündü. Cibril de gelip ona Müzzemmil Sûresi’nin ilk âyetlerini okudu:

“Ey elbisesine bürünen! Kalk!” (Süyûtî, Esbâbü’n-Nüzûl Lübâbü’n-Nukûl, II, 185 [Bezzâr ve Taberânî’den])

Hazret-i Mevlânâ, bu ilâhî hitabı, edebî bir şekilde tefsir ederek şöyle der:

Rabbimiz buyurdu ki:

“Ey elbisesine bürünen, ey kötü kişilerden ürken, kaçan; yorgandan dışarı çık! Yüzünü örtme! Çünkü dünya, başı dönmüş, sapıklığa düşmüş bir bedendir! Sen ise akılsın; kalk görün de, sapıklık cihanı Sen’in nûrunla aydınlansın!

Ey Aziz Peygamber! Dâvâya kalkışanların münasebetsiz sözlerinden sıkılıp gizlenme! Çünkü Sen’in parıl parıl parlayan vahiy nûrun var!

Ey Mustafâ -sallallâhu aleyhi ve sellem-; bu safâ denizinin kaptanı ol! Çünkü Sen, o denizin ikinci bir Nûh’usun! Akıllı kişiler için her yolda, husûsiyle deniz yolunda bir kılavuz lâzımdır.

Kalk da, yolu vurulmuş kervanın hâline bak; her taraf kaptanlık iddiasında bulunan gulyabânîlerle dolu. Sen vaktin Hızır’ısın ve her geminin kurtuluşu Sen’dendir! Çünkü her geminin imdâdına koşansın; artık Hazret-i İsa gibi yalnız yürümeyi bırak!

Sen; bu topluluğun önünde, ruh âleminde, gökteki güneş idin ve oralara nur saçıyordun! Şimdi, halk arasından çekilmeyi, gizlenmeyi ve yalnızlığı bırak!

Yalnız kalmanın zamanı değildir; topluluk arasına gel! Doğru yolu göstermek Kaf Dağı’na benzer; Sen de, o dağın âbidesisin!

Dolunay, geceleri gökyüzünün başköşesinde yürür durur; köpeklerin havlamaları yüzünden yürüyüp gezmekten kalmaz!

Kınayanlar, Sen’in dolunayına karşı havlayan köpeklere benzerler; Sen’in yüce makamına karşı havlar dururlar! Bu köpekler; «Susun!» buyruğuna karşı sağırdır; akılsızlıklarından Sen’in dolunayına karşı havlarlar!

Ey hastalara şifâ olan Aziz Peygamberimiz Efendimiz; «Susun!» buyruğuna karşı sağır olanlara kızıp da âmâ değneğini bırakma!

«Âmânın elinden tutana Hak’tan yüzlerce sevap vardır, yüzlerce ecir vardır!» diye buyurmadın mı? «Âmânın elinden tutup onu kırk adım götüren kişi bağışlanmıştır; doğru yolu bulmuştur!» diye buyurmuşsun.

Öyle ise, şu fânî dünyadaki körler topluluğunun ellerinden tut da, onları kafile kafile hakikate doğru götür! Rehberlik edenlerin işi budur! Sen de doğru yolu gösterensin; Sırât-ı Müstakîm’in rehberisin! Âhirzamanın matemlerine saâdet kaynağısın!

Ey Müttakîlerin İmâmı; bu hayale kapılanları tam inanca doğru götür!..”

Diğer taraftan dînimiz, mü’min­de güzel ahlâkın kemâle ulaşmasını arzu etmektedir. Güzel ahlâkın birçok hasleti ise, ancak insanlarla muâmele hâlinde tecrübe olunabilir. Cömertlik, merhamet, af ve fedâkârlık gibi hasletler, ancak tatbikatta zuhûr eder. Sözde değil özde cömert olunabilir. İnsanlardan uzak yaşayan bir kimsenin ise bunu tatbik imkânı olmaz.

İnsanlardan kaçarak, sadece ferdî ibâdetlerle meşgul olan kişi; irşaddan, tebliğden, emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münkerden uzak kalmış olur.

İmâm-ı Rabbânî Hazretleri’ne göre;

“İstikametli bir şekilde tebliğ ile meşgul olan ilim talebeleri, tebliğ ve hizmeti önde tutmayıp, sadece kendini kurtarmayı düşünen tasavvuf erbabından üstündür.

Çünkü;

Tebliğ vazifesini yerine getirmek, yaratılmışların en fazîletlisi olan Peygamberlerin yoluna ittibâ etmektir.

Lâkin, kendisini irşâd edemeyen kişi, başkasını irşâd edemeyeceğinden, tasavvuf; önce kişiye kendisini inşâ yolunda yardım eder, ona kalbî merhaleler kazandırır.

Sâlik, mânevî kemâlâta ulaştıktan sonra ise, halkı Hakk’a davet için insanlar arasına karışır. Nübüvvet makamı ekseninde bir nasîbe ererek, tebliğ vazifesine dâhil olur.” (Bkz. İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât, 48. Mektup)

İçtimâîleşmek; bir araya gelmek, iyilik ve takvâ üzere yardımlaşmak, emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münker vazifelerini edâ etmek, toplum hâlinde Allâh’ın davetine icâbet etmek demektir.

Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten men edersiniz…” (Âl-i İmrân, 110)

Mü’min önce kendisini irşâd edecek, ardından muhitini ve toplumu irşâd edecek.

Îmânın en mühim meyvesi merhamettir. Sadece kendini düşünmek, merhametsizliktir.

Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:

“Âdemoğulları bir bedenin âzâsı gibidirler. Çünkü yaratılışları bir mayadandır, aynı özden yaratılmışlardır. Günün birinde vücuttaki âzâlardan biri ağrırsa, öteki âzâları da rahatsız olur. Başkalarının dert ve acılarıyla muzdarip olmazsan, sen «insan» diye adlanmaya lâyık değilsin!”

İÇTİMÂÎLEŞME ZARURETİ

Dînimiz, mü’minlere içtimâîleşmeyi emretmektedir. Rabbimiz; ferdî ibâdetlerin zirvesi olan namazda bile mü’minleri cemaat hâlinde bir araya toplamakta, oruçla açın, zekâtla fakirin hâlini sordurmakta, hacda içtimâî bir kongreyi tesis etmektedir. Mü’mini mü’mine zimmetleyerek, hizmeti içtimâî ibâdetlerin zirvesi olarak emretmektedir.

Mü’minler birbirlerine; hayrı, hakkı, sabrı ve merhameti tavsiye ederler. İşleri istişâre iledir. Birbirleri üzerinde hakları vardır.

Hazret-i Mevlânâ, halvetin yanlış anlaşılmaması için şu misallerle îkazda bulunur:

“Yasaklanmış meyveyi yiyen Âdem; yemeden önce meleklere danışsaydı, pişman olup da özür dilemezdi.

Çünkü bir akıl, başka bir akılla birleşirse; kötü iş işlemekten, kötü söz söylemekten kurtulur.

Fakat nefs, başka bir nefsle dost olursa; cüz’î akıl işsiz güçsüz kalır, bir iş göremez olur.”

Yani uzak kalınması gereken gafillerdir. İnsanlar birtakım müşterek noktalarda bir araya gelirler. Eğer gaflet, nefsâniyet ve benzeri şerli bir ortak noktada bir araya gelir ve yardımlaşırlarsa, bundan elbette kötülük doğar. Fâsıkların sürüklediği Sodom Gomore, Pompei gibi toplumlar; helâklere yuvarlanmış, insanlık enkazları hâlindedir. Cenâb-ı Hak bunları kıyâmete kadar birer ibret levhası hâlinde sergilemektedir.

Fakat hayırlı rehberlerin sevk ettiği toplumlar, huzur ve saâdete vâsıl olurlar.

Hazret-i Mevlânâ bu sebeple; yalnızlıktan sakındırıp, sâlihlerle beraber olmaya davet eder:

“Yalnız kaldığın ve danışacak bir akıl sahibi bulamadığın için ümitsizliğe düşersen; hakikat güneşine mensup bir dostun, bir mürşidin gölgesi altına girersin.

Yürü, çabucak kendine bir Hak dostu ara; böyle yaparsan Allah senin dostun olur, yardımcın olur. Yalnızca bir köşeye çekilip dünyaya gözünü kapamış, bu yüzden hakikati görmüş olan erler de; bu hâli yine bir dosttan öğrenmişlerdir.

Halvete girmek, yalnız kalmak yabancılara karşı olur, dosta karşı değil. Kürk kış içindir, bahar için değil.”

Feridüddîn-i Attâr Hazretleri de şöyle buyurmuştur:

“Ehlullah ile bir an sohbet etmek, uzun müddet inzivâda yaşamaktan daha iyidir.”

İnsanların mânevî rehberlere ihtiyacı vardır. Bunun için, Cenâb-ı Hak, dostlarının inzivâya çekilmesine râzı olmaz. Hazret-i Mevlânâ, dînimizde ruhbanlığın yasaklanmasını da bu hikmete bağlar:

“Meclislerde, Peygamber’de bulunan bir akıl gibi bir akıl ara! Çünkü Peygamber’den mîras kalan, ancak budur. Bu çeşit akıl; gizli şeyleri, önden de görür, arkadan da. Bu kısa sözlerle anlatılamayacak olan o gözü, gizli şeyleri önceden gören gözü de, sen yine gözlerde ara!

İşte o büyük Peygamber de; rahipliği, insanlardan uzak düşmeyi, dağlara çekilip yalnızca ibâdet etmeyi, bu yüzden men etti. İnsanlar; birbirleri ile buluşsunlar, görüşüp tanışsınlar diye rahipliği kaldırdı. Çünkü o görüş; bahttır, devlettir ve ölümsüzlük iksiridir.”

Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Yalnızlık kötü arkadaştan hayırlıdır, sâlih bir dost ise yalnızlıktan hayırlıdır!” (Feyzü’l-Kadîr, c. VI, s. 372)

Kötü arkadaşa karşı Hazret-i Mevlânâ da şöyle îkāz eder:

“Fâsıklar, insan yiyen canavarlar gibidir. Onların selâm vermelerine pek güvenme. Emin olma… Onların gönülleri şeytan yatağıdır. Kendileri de insan şeytanıdır. O gibi insan şeytanlarının lâflarına inanma!..”

“Dostunun postunu yüzmek için, kasap gibi, seni; «Canım, dostum!» diye aldatır. Derini yüzmek için seni kandırır, sana tatlı sözler söyler. Düşmanların sunduğu afyonu yutanın vay hâline!.. Kasap gibi ağlata inlete kanını dökmek için ayağına baş kor. Senin yüzüne güler, tatlı okşayıcı sözler söyler.”

“Ağyârın ve fâsık kişilerin sana gösterdiği hürmete değer verme!.. Yalnızlık ve kimsesizlik, adam olmayanların sevgi ve saygısından değerlidir!..”

Buna karşılık, iç âlemde derinleşme vazifesi de unutulmamalıdır. İslâmiyet’te ferdî ve içtimâî ibâdetler ayrı ayrı mevcuttur.

Halvet ve uzlet hâli; insanın niyetini tashih etmesi, kalbini kontrol etmesi, nefsini hesaba çekmesi demektir.

NİYET KONTROLÜ

Kalabalıklar içinde, insan fânî alkışlara aldanabilir. Allah muhafaza, ameline riyâ karışabilir. İmam Gazâlî, Aziz Mahmud Hüdâyî ve Hâlid-i Bağdâdî gibi Hak dostlarının; büyük içtimâî hizmetler içindeyken, bu muhasebe ile her şeyi terk edip bir müddet inzivâya çekilmelerinin hikmeti budur.

Hazret-i Mevlânâ bu nefis muhasebesini şu kıssa ile anlatır:

Ayyâzî adında bir Hak dostu dedi ki:

“Belki bir yara alırım ümidi ile tam doksan kere, zırha bürünmeden, çıplak göğüsle savaşa girdim. Beni öldürecek bir ok yerim ümidi ile çıplak göğsümü oklara tuttum. Tenimde ok yarası almayan bir yer kalmadı. Fakat oklar, beni öldürecek bir yerime gelmedi. Şehidlik nasip işidir; yiğitlik, akıl ve idrak işi değil.

Şehidlik nasip olmayınca, (küçük cihaddan büyük cihâda döndüm) halvete girdim. Çile çekmeye koyuldum. Bedenimi en büyük cihâda attım, kendimi riyâzata verdim. Az uyudum, az yedim, az içtim; zayıflamaya koyuldum.

O sırada kulağıma gazilerin davul sesleri geldi. Gaziler hızla savaşa doğru yürüyorlardı. Bir sabah vakti idi. Nefsim içimden bana seslendi, onun sesini can kulağı ile duydum. Nefsim bana;

«–Kalk!» diyordu. «Sabah vakti geldi. Yürü, kendini savaşa at!»

Ona;

«–Ey, habîs, ey vefâsız nefis!» dedim. «Sen kim, bu cihad iştiyâkı kim! Ey nefis! Doğru söyle; bu istek, bir hile olmasın? Yoksa kendini şehvete kaptırmış olan nefis; ibâdete, kulluğa yanaşmaz bile. Eğer doğru söylemez isen; senin üstüne atılırım, seni riyâzatla daha fazla sıkıştırırım, daha fazla hırpalarım!»

O anda nefsim, dilsiz-dudaksız, sessiz-sedâsız güzel bir ifade ile içimden seslendi:

«Sen beni her gün öldürüyorsun; canımı, îmansızların canı gibi işkencelerle sürükleyip duruyorsun. Hiç kimsenin benim çektiğimden haberi yok; sen beni uykusuz, yemeksiz bırakmakta, beni yavaş yavaş öldürmektesin. Savaşa girerim; can alıcı bir yara ile şu bedenden sıçrar, çıkar kurtulurum. Halk da benim yiğitliğimi, erkekçe can verişimi görür, beğenir!»

Nefsime dedim ki:

«Ey zavallı nefs! Hem münafık olarak yaşayacak hem de münafıkça öleceksin öyle mi? Sen nesin? Sen nasıl bir varlıksın? İki dünyada da mürâîsin, gösterişçisin, yüze gülücüsün; iki dünyada da hiçbir işe yaramazsın!»

Hazret-i Mevlânâ, Allah ile beraber olma mânâsında halvetin hikmetini şöyle îzâh eder:

“İnsan yalnız iken, yani halvette iken; bedeni ne yaparsa yapsın, onu ne erkek görsün diye yapar ne de kadın görsün diye yapar. Halvetteki hareketi de ancak Hak içindir. Oturup dinlenmesi de Hak içindir, insanın halvette Allah’tan başka niyeti olamaz.

Bu nefsle mücadele, büyük savaştır. Bildiğimiz harp, küçük savaştır. Fakat her ikisi de Hazret-i Ali gibi yiğitlerin mücadelesidir.”

Demek ki, halvet ile arzu edilen şey; niyet tashihidir. Riyâ ve ucubdan kurtulmak için, insanın iç dünyasında Cenâb-ı Hak ile baş başa olduğunu idrâk etmesidir. Amelini yalnızca O’nun rızâsı için, O’nun kabulü için îfâ ettiğinin şuurunda olmasıdır.

Bu kıvâmı yaşayan bir Allah dostu şöyle der:

«–Kalabalıklar içinde O’ndan ayrı kalıyor ve kendimi yalnız hissediyorum. Kalabalıktan sıyrılınca da O’nunla beraber olduğum için yalnızlıktan kurtuluyorum.»

Kalp seviye kazandıkça Cenâb-ı Hakk’a iştiyak artar. O Müteâl Zât’a yaklaşabilmek için de Hak dostlarına iştiyâk artar.

MUKADDES ARAYIŞ

Hazret-i Mevlânâ, Şems-i Tebrizî Hazretleriyle buluşunca nice mârifetullah sırlarına ermiş, ondan ayrılığın derdini şerh etmek için yazmaya başladığı şâheseri olan Mesnevî’yi de Hüsâmeddin Çelebi’yle sohbet bereketiyle tamamlamıştır.

Hazret-i Mevlânâ, kâmil insana olana iştiyâkını şöyle anlatır:

“Bir gece vaktiydi. Evimden dışarı çıktım. Kırlarda geziyordum. Bir adamcağızın elinde fenerle dolaştığını gördüm:

«–Bu gece karanlığında ne arıyorsun?» diye sordum.

Adam;

«–İnsan arıyorum.» diye cevap verdi.

Ona dedim ki:

«–Yazık! Boşuna yoruluyorsun… Ben yurdumu terk ettim de yine onu bulamadım. Git evine… Yat, rahatına bak. Nafile arıyorsun, onu hiçbir yerde bulamayacaksın!»

Adamcağız acı acı baktı ve şöyle dedi:

«–Bulamayacağımı ben de biliyorum. Lâkin hasretle aramak bile bana lezzet veriyor! Aradığımın o olması içimi ferahlatıyor…»”

Ferîdüddîn-i Attâr Haz­retleri de, tıpkı onun gibi kendisini anlayacak ve sırrını taşıyabilecek bir dost bulamamanın sıkıntısı içinde yaşamıştı. Şu sözleri ile âdetâ hem kendisinin hem de Hazret-i Mevlânâ’nın hâline tercüman olmaktadır:

“Ben bir kuş idim ki, sırlar âleminden uçup geldim. Tâ ki aşağıdan yukarı bir av alıp götüreyim (yani sırrımdan anlayan bir dost bulayım). Lâkin o sırlara mahrem olacak kimseyi bulamadım. Çaresiz, geldiğim kapıdan çıktım ve gittim.”

Ehlullah Hazerâtı, Cenâb-ı Hakk’ın gönüllerine verdiği bu iştiyakla, nice gönülleri tezkiye etmiş, nice hikmet dolu eserler vücuda getirerek, asırlara mânevî rehberlik etmişlerdir.

Cenâb-ı Hak, cihan semâsında bir hoş sedâ bırakabilmeyi cümlemize nasip ve müyesser eylesin.

Cenâb-ı Hak, kalplerimize ihlâs ve ihsan şuurunu nasip buyursun. Ömrümüzü ferdî ve içtimâî ibâdetlerle tezyîn edebilmemizi müyesser eylesin. Tebliğ ve hayırlı hizmetlerde ihlâsla gayret ederek, Fahr-i Kâinât Efendimiz’e hayırlı ümmet olabilmemizi nasîb eylesin!..

Âmîn!..