O’NUN
MUHTEŞEM AHLÂKI -19-

YAZAR : Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi

(İnşâ Ettiği Huzurlu Aile ve Takvâ Toplumu)

SOSYAL VERÂSET

Dünya hayatı; âhireti kazanmak için insana hazırlanmış bir imtihan dershânesidir. İnsan bu imtihana tek başına değil, diğer insanlarla beraber tâbî olur.

Çünkü;

Cenâb-ı Hak; vahdâniyeti, tekliği kendisine mahsus kılmış, bütün varlığı çiftler hâlinde yaratmış, insanları da bilhassa birbirine muhtaç hâlde halk etmiştir.

İnsan; aile, akrabalar, arkadaşlar, komşular, iş hayatında münasebet kurduğu insanlarla beraber bir toplum içinde yaşar. Bu sebeple;

“İnsan tabiatı itibarıyla medenîdir, bir aile ve toplum içinde yaşamak onun tabiatıdır.” denilmiştir.

İnsan, beraberinde bulunduğu insanlarla kuvvetli bir tesir alışverişi içindedir. İrsiyet sebebiyle anne-babasından aldığı verâset gibi, çevresinden de sosyal verâset alır. Eğer bu beraberlik; muhabbet, ülfet ve ünsiyete terakkî etmişse, bu tesir daha da artar. İster müsbet, ister menfî yönde. Halk irfânı bunu;

“Üzüm üzüme baka baka kararır.”, “Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim!”, “Ev almadan evvel komşuna dikkat et!” gibi nice atasözüyle tespit ve ifade etmiştir.

Bir mü’min için âhireti kazanma ve ukbâ imtihanını kaybetmeme yeri olan dünyada, bu sebeple kiminle beraber olunduğu çok mühim bir meseledir.

Allah Rasûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-;

“–Yâ Rasûlâllah! Âhirette, cennette Sen’i görebilecek miyiz? Kiminle beraber olacağız?” diye ızdırap yaşayan sahâbîlerine;

“–Kişi, sevdiğiyle beraberdir!” (Buhârî, Edeb, 96) şeklinde veciz ve çok mânâlı bir düsturu cevap olarak beyan buyurmuştur.

Zira her insan; sevip takip ettiği kişinin ahlâkıyla ahlâklanır, onun yaptığını yapar, onunla kalbî, fiilî ve zihnî beraberlikler içinde ömür sürer. Hayran olduğu şahsiyete göre şahsiyetini ve hayatını tanzim eder. Öbür âlemde de, sevdiğiyle aynı muâmeleye tâbî olacaktır.

Sâlih bir arkadaş; insanı, rûhânî duyuşlara, sâlih amellere ve güzel davranışlara sevk ettiği gibi; kötü bir arkadaş ve fâsık bir çevre de insanı nefsâniyete, fısk u fücûra dûçâr eder. Âyet-i kerîmede Rabbimiz bize bir sahne temâşâ ettirmektedir:

NEREDEYSE!

“(Cennet ehli, cennette) birbirlerine dönerek (dünyadaki hâllerini) sorarlar. İçlerinden biri der ki:

«–Benim, bir arkadaşım vardı. (Bana) derdi ki:

‘–Sen de mi (dirilmeye) inananlardansın? Biz ölüp kemik, sonra da toprak hâline geldikten sonra (diriltilip) hesaba mı çekileceğiz?’

(Acaba bu inkârcı sözleri söyleyen arkadaşımın hâli ne oldu?) Bakar mısınız?»

İşte o zaman (konuşan) bakar ve arkadaşını cehennemin ortasında görür ve şöyle der:

«–Yemin ederim ki, sen az daha beni de helâk edecektin! Rabbimin nimeti olmasaydı, şimdi ben de (cehenneme) götürülenlerden olurdum!»” (es-Sâffât, 50-57)

Tefsirde, «Rabbimin nimeti» ifadesi; Cenâb-ı Hakk’ın hidâyet, îman ve istikamet lutfetmesi ve kötü arkadaştan uzaklaştırması olarak îzâh edilmiştir. (Ebû Hayyân, el-Bahru’l-Muhît, es-Sâffât, 57)

Cennetlikler mahşerde cehennemliklere sorarlar:

“–Sizi sekar cehennemine (yakıp kavurucu ateşe) sürükleyen nedir?” (el-Müddessir, 42)

Onlar da şöyle cevap verirler:

“–Biz namaz kılanlardan değildik.

• Yoksulu da doyurmazdık. (Yani merhametsizdik, yalnız kendimizi düşünürdük.)

• (Bâtıla/azgınlığa) dalanlarla birlikte biz de dalardık.

• Hesap gününü (âhireti) de yalan sayardık. (Fakat) sonunda ölüm gelip çattı!..” (el-Müddessir, 43-47)

Demek ki;

Cehenneme sürükleyici ve helâk edici maddelerden biri, fâsıklarla beraberliktir.

Bugün de televizyonun bazı programları, internetin birtakım görüntüleri, modaların ve reklâmların aşıladığı birtakım duygular; insanlara âhireti unutturuyor. İnsanı dünyanın kölesi ve zebûnu hâline getiriyor. Kulun şahsiyetini ve karakterini zaafa uğratıyor.

Bu sebeple;

Fâtiha-i şerîfede de her gün en az kırk sefer;

“Yâ Rabbî! Bizi nimet verdiğin kimselerin yoluna; dosdoğru, müstakîm yola eriştir.

Bizi gazaba uğramış ve hak yoldan sapmış kişilerin yolundan uzak eyle!” diye duâ etmekteyiz.

Demek ki;

Sığınak ve barınak Allah Teâlâ’dır. Şerirlerin şerlerinden, insî ve cinnî şeytanların iğvâlarından ve fâsıkların sebep olduğu helâk ve gazaptan sığınağımız Rabbimiz’dir.

Zira Cenâb-ı Hak;

«فَفِرُّوا اِلَى اللّٰهِ / Allâh’a koşun!..» buyuruyor. (ez-Zâriyât, 50)

Bütün hatalardan, günahlardan, fısk u fücurdan kaçın; Allâh’a koşun.

Rabbimiz bu kurtuluşun yolunu göstermek mâhiyetinde; bize nimet verdikleriyle beraberliği, sâlihler ve sâdıklarla olmayı tavsiye buyurmaktadır.

İşte Cenâb-ı Hakk’ın tâlimatları:

يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ وَكُونُوا مَعَ الصَّادِق۪ينَ

“Ey îmân edenler! Allah’tan ittikā edin ve sâdıklarla beraber olun!” (et-Tevbe, 119)

Bu âyetin ifade tarzında bir başka ders vardır: «Sâdık olun!» buyurulmamıştır. Takvânın muhafazası için; «sâdıklarla beraber olmak» emredilmiştir. Çünkü sâdıklara muhabbetle yönelip onlarla beraber olmak, sâdık olma yolunda ilk adımdır. Kalp, kazandığı kıvâmı girdiği ortama göre kaybedebilen bir mânevî uzuv olduğundan dolayı; bir kişi, vâsıl olduğu hidâyet, takvâ ve sıdk seviyesini muhafaza edebilmek için, yine sâdıklarla beraber olmalı ve fâsıklardan uzak durmalıdır.

Nitekim âyet-i kerîmede buyurulur:

BERABER OTURMAYIN!

“Âyetlerimiz hakkında ileri geri konuşmaya dalanları gördüğünde, onlar başka bir söze geçinceye kadar onlardan uzak dur.

Eğer şeytan sana unutturursa;

فَلَا تَقْعُدْ بَعْدَ الذِّكْرٰى مَعَ الْقَوْمِ الظَّالِم۪ينَ

Hatırladıktan sonra artık o zâlimler topluluğu ile oturma!” (el-En‘âm, 68)

Aynı mevzudaki bir başka âyet-i kerîmede, kâfir ve münafıklarla oturup kalkmak yasaklandıktan sonra şu ihtarda bulunulur:

“Yoksa siz de onlar gibi olursunuz.” (en-Nisâ, 140)

Allah Rasûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-; ashâbını, kalbiyle ve sohbetiyle terbiye etti. Öyle ki sahâbî ve sohbet kelimeleri aynı köktendir.

Müşriklerin kalabalık olduğu Mekke’de Dâru’l-Erkām’da mü’minleri bir araya toplar ve onları irşad buyururdu. Hicretten sonra da, Mescid-i Nebevî ve suffe; mü’minlerin bir araya geldiği, Fahr-i Kâinât Efendimiz’in feyiz ve rûhâniyetinden istifâde ettikleri mekânlar oldu. Ashab, beş vakit namaz ve sâir vesilelerle Peygamberimiz’in sohbetinde kalp kıvâmı kazandılar.

Çarşıya, tarlaya gitmek zorunda olanlar; arkadaşlarıyla nöbetleşe sohbetlere devam ettiler.

Anneler evlâtlarına, O’nun sohbetine devam husûsunda ısrarcı oldular. Bunun bir misâlini Huzeyfe -radıyallâhu anh- anlatıyor:

“Bir gün annem bana;

«–Peygamber Efendimiz’le en son ne zaman görüştün?» diye sordu.

Ben;

«–Birkaç günden beri O’nunla görüşemedim.» dedim. Çok kızdı ve beni ağır bir şekilde azarladı.

«–Anneciğim! Dur kızma! Hemen Rasûlullah Efendimiz’in yanına gideyim, O’nunla beraber akşam namazını kılayım ve O’ndan benimle senin için istiğfâr etmesini talep edeyim.» dedim…” (Tirmizî, Menâkıb, 378; Ahmed, V, 391-2)

Böyle sâliha anneler ömür boyu teşekküre lâyıktır. Hadîs-i şerifte buyurulduğu üzere; cennet, böyle sâliha annelerin ayakları altındadır. Eğer sâlih veya sâliha evlâtlar istiyorsak, sâlih ve sâliha ebeveynler olmak zaruretindeyiz.

Sahâbî hanımlar, beylerine de;

“Bugün sohbet-i Rasûlullah’ta ne öğrendiniz, bize de öğretin!” diye iştiyakla sordular.

Böylece; câhiliyye döneminde fıtrata ters, yarı vahşî bir hayat yaşayan o insanlar; İslâm’la şereflendikten sonra, Fahr-i Kâinat -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ile engin bir muhabbet ikliminde yaşadıkları sohbet ve beraberlik neticesinde, nebevî ahlâkın kendilerine aksetmesiyle, dünyanın en fazîletli insanları hâline geldiler. Asırların en fazîletlisi Peygamber Efendimiz ve ashâb-ı kirâmın yaşadığı asr-ı saâdet oldu. O insanları, âdetâ Hint Okyanusu’nun dibinden, Himalayaların zirvesine çıkaran, yani câhiliyyenin zifirî karanlıklarından çıkarıp fazîletler medeniyetinin nurlu zirvesine yükselten hakikat; o bahtiyar zâtların, Peygamber Efendimiz ile sohbet ve beraberlikleri oldu.

O’nu başlarında bir kuş varmış da uçuverecekmiş gibi, can kulağıyla dinlediler. O’nun her arzusunu yerine getirmek iştiyâkıyla kemâle erdiler, olgunlaştılar. Gazvelerde etrafında pervâne oldular. Canları pahasına onu müdafaa ettiler.

Onların bu beraberlikte sergiledikleri; muhabbet, samimiyet, gayret ve fedâkârlık da dillere destandır. Çünkü onlar, Fahr-i Kâinât Efendimiz’le beraber olabilmek uğruna hazarda ve seferde hiçbir bedeli ödemekten çekinmediler.

Bir misal olarak;

Uhud Harbi’nde muhâcir ve ensardan bazı sahâbîler canlarından çok sevdikleri Allah Rasûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in etrafını sardılar; O’nun önünde şehîd olmak üzere Allâh’a biat ettiler ve;

“–Yüzüm yüzünün önünde siper, vücudum Sen’in vücuduna fedâdır! Allâh’ın selâmı her dâim Sen’in üzerine olsun! Hiçbir zaman yanından ayrılmayız yâ Rasûlâllah!” diyerek sonuna kadar sözlerine sâdık kaldılar. (İbn-i Sa‘d, II, 46; Vâkıdî, I, 240)

Rasûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-; ashâbını, fâsıklarla beraberlikten de son derece muhafaza etti.

ASIRLAR SONRA DAHÎ!

Öyle ki;

Tebük Seferi’nde şiddetli sıcak ve susuzluk hâli varken, Allah Rasûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem- ashâbıyla birlikte Semûd Kavmi’nin mekânı olan Hicr mıntıkasında konaklamışlardı.

Ashab, oradaki kuyulardan ihtiyaçları için su almış ve bu sudan hamur yoğurmuşlardı. Allah Rasûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-; onlara aldıkları suları dökmelerini, yaptıkları hamurları da develere yedirmelerini ve Sâlih -aleyhisselâm-’ın devesinin gelip su içtiği diğer kuyudan su almalarını emretti. (Buhârî, Enbiyâ, 17; Müslim, Zühd, 40)

Çünkü ashâbının, asırlar önce ilâhî kahrın tecellî ettiği bir yerin tesiri altında kalmalarını istemedi.

Yine Peygamber Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem- Vedâ Haccı’nda Minâ ile Müzdelife arasındaki Muhassir Vâdisi’nden hızlı olarak geçmişlerdi. Sahâbîler hayretle;

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Ne hâl oldu ki süratlendiniz?” diye sorunca Hazret-i Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem-;

“–Cenâb-ı Hak, bu mevkide Ebâbil kuşlarını göndererek Ebrehe’nin fil ordusunu helâk etmişti. O kahırdan bir hisse gelmesin diye hızlandım…” buyurdular. (Nevevî, Şerhu Müslim, XVIII, 111; İbn-i Kayyım, II, 255-256)

Bu tesiri bir teşbihle açıklamak istersek;

Atom parçalandığı zaman ortaya radyasyon yayılır. Duruma göre faydalı ve zararlı radyasyon vardır. Gözle görülmez, fakat tesiri mutlaktır.

Mekânlarda da, orada gerçekleşen ilâhî rahmet ve kahır tecellîlerinin, radyasyona benzer bir in‘ikâsı kalmaktadır.

Kâbe, Ravza, Arafat ve Uhud gibi mübârek mekânlarda, oraya gelip kalbini açanlar için feyiz ve rûhâniyet tesiri meydana gelmektedir.

Buna mukabil;

Lût Gölü, Sodom Gomore, Pompei gibi helâke dûçâr olmuş yerler ise; ilâhî kahrın in‘ikâsı olarak, kalplere kasvet ve ağırlık verir.

İn‘ikâs; kötülüğün işlendiği mekândan dahî tesir ediyorsa, kâfir veya fâsık insanın bizzat kendisinden ne kadar kuvvetli tesir edeceği hesap edilmelidir!

Bu tesiri Kur’ân kursu talebeleri, farklı bir tecrübe ile de gösterdiler:

İçine aynı tarihte, aynı cins birer çiçek dikilmiş iki saksıyı aldılar.

• Birine, güzel kelimeleri etiket hâlinde astılar. Kur’ân-ı Kerim tilâveti, rûhâniyet ve mâneviyat bahşedecek hoş sedâlar dinlettiler.

• Diğerine ise kötü sözleri yazıp astılar. Ona kötü sözler ve pop müziği dinlettiler.

Neticede; hoş sedâlar ve sözlerle çevrilen saksıdaki çiçek, inkişâf etti. Yeni çiçekler açtı. Fakat kötü sözler ve çirkin sesler dinletilen saksıdaki çiçek soldu ve kurudu.

İşte in‘ikâsın, insanda olduğu gibi bitkilerde dahî müessir olduğunun resmi!..

Maalesef bugün toplum, İslâm’dan önceki câhiliyye devri gibi. Âhirzaman fitneleriyle dolu… Dünya gitgide daha fazla pragmatist ve egoist olmakta. Merhamet kayıp, vicdanlar kuruyup gidiyor. İffet ve hayâ ayaklar altında. Kimi yerlerde Lût kavmi hortlatılmakta. Ekranlar, internet, moda ve reklâmlar; fısk u fücûru, kötülüğü ve nefsâniyeti geçmişe göre katbekat hızlı bir şekilde, her yere ulaştırıyor, yayıyor ve bulaştırıyor. Gafil müslüman toplumlar dahî, süflî batı medeniyetinin tesiri altında.

Âd ve Semûd kavimlerinin kibir ve azgınlıkları, Nemrut ve Firavunların zulümleri, Lût kavminin ahlâksızlıkları, Medyen ve Eyke’nin ticârî sahtekârlıkları ve benzeri, geçmiş kavimleri helâke sürükleyen bütün günah ve isyanlar günümüzde fazlasıyla yaşandığı hâlde; Rabbimiz, insanlığı toplu bir şekilde helâk etmemektedir.

Çünkü;

Peygamberimiz’in, ümmeti için ettiği üç duâdan biri; ümmetinin kahra uğramaması, toplu bir şekilde helâk edilmemesidir. (Bkz. Müslim, Fiten, 20) Bu duâ, Hak katında kabul edildiği için; Efendimiz’in niyâzı hürmetine, toplu helâk gerçekleşmemektedir.

Böyle bir devirde de tek çare;

SÂDIKLARLA BERABERLİK

Bugün bir mü’min kendine her an sormalı:

Kimle berabersin?

Gönül dünyan, hissiyat ve fikriyâtın, ahlâkın, davranışların ve her türlü ahvâlin kiminle beraber? Kiminle benzerlik hâlinde?

Hayatımızın kaçta kaçı kiminle?

Sadece camide, seccadede değil, tezgâh ve kasa başında kimle beraberiz? İnternet veya televizyonun karşısında kiminle beraberiz?

Bu muhasebe ve murâkebeyi yapmadığımız müddetçe, gaflet ve dalâletin her taraftan hücum eden radyasyon misâli tesirinden muhafaza olunamaz.

Bu tesir, gafil kalplere öyle işliyor ki; moda cereyanlarına kapılan bir kişi, en tabiî zevk ve estetik duygularını dahî kaybedip, uzaktan kumandalı bir robota dönüşüyor. Pasaklılığa, hırpânîliğe ve hayâsızlığa modaymış diye meylediyor. Şahsiyetini ayaklar altına alıyor, kendisini kumanda edenlerin gafil bir kölesi hâline geliyor.

Bilhassa yurtdışındaki gurbetçi kardeşlerimizin evlâtları; hıristiyan ve ateist, hayâsız mücrimlerin kalabalık ve hâkim olduğu o toplumlarda yaşayan her milletten müslüman gençler perişan vaziyette. Onlara bilhassa sahip çıkmak lâzım. Lâkin onlar, ifsâd olup da tamamen kaybedilmeden evvel, yani iş işten geçmeye başlamadan önce müdahale etmek elzem.

Unutmamalıdır ki;

Bir müslümanın, evlâtlarına sâlih bir muhit meydana getiremediği bir yerden hicret etmesi lâzım. Aile, eğitim ve iş hayatını da «sâlihlerle beraberlik» düsturuna riâyet edecek şekilde tanzim etmesi lâzım.

Çünkü;

Mütemâdiyen devir ve toplumun fesâdından şikâyet edip, acziyet izhâr etmek; «Yapacak bir şey yok!» demek bir mü’mine yakışmaz.

Cenâb-ı Hak, hâdisâtın akışından kendimizi mes’ul hissetmemizi istiyor. Önce kendimizi, sonra emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münker gayretiyle; ailemizi, çevremizi ve toplumu ıslah etmemizi bize emrediyor. Cenâb-ı Hak takvâda önder olmamızı arzu ediyor. Rahmân’ın sâdık kullarının duâsıdır şeklinde teşvik ederek, bize şu duâyı tâlim buyuruyor:

رَبَّنَا هَبْ لَنَا مِنْ اَزْوَاجِنَا وَذُرِّيَّاتِنَا قُرَّةَ اَعْيُنٍ وَاجْعَلْنَا لِلْمُتَّق۪ينَ اِمَامًا…

“…Rabbimiz! Bize gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla ve bizi takvâ sahiplerine önder kıl!..” (el-Furkān, 74)

Cemiyet, ailelerden müteşekkildir. Aile de fertlerden. Eğer fertler sâlih ve sâliha olursa, toplum da sâlih ve takvâlı bir toplum olur. Güzel bir neslin yetişmesi için sâliha annelere ihtiyaç var.

Anne-babalar, fıtrî şefkatleri sebebiyle evlâtlarının iki cihanını îmâr etmek isterler. Lâkin sâlih bir anne-baba, evlâdının evvelâ âhiretini düşünür. Çünkü dünya fânîdir, esas hayat âhirettir. Eğer âhiretini ihyâ ederse, dünyasını da ihyâ etmiş olur. Huzurlu bir ömür sürer.

Ömer bin Abdülaziz -rahmetullâhi aleyh-’e veziri;

“–Efendim, beytülmalden aldığınız tahsisâtın kâfî gelmediği görülüyor. Biraz daha fazlasını emir buyursanız da, bir kısmını ihtiyaten biriktirip vefâtınızdan sonra evlât ve torunlarınızın zarûrî ihtiyaçları için bıraksanız?!.” dedi.

Ömer bin Abdülaziz -rahmetullâhi aleyh-, bu teklife şu mânidar cevabı verdi:

“–Eğer geride kalan evlâtlarım sâlih kimselerden olurlarsa, onların sıkıntıya düşmelerinden korkmam. Zira Cenâb-ı Hak;

«…Allah sâlih kullarının velâyet ve vesâyetini bizzat deruhte eder.» (el-A‘râf, 196) buyurmuştur. Cenâb-ı Hak, onların velîsi ve vasîsi olduktan sonra, onların ileride karşılaşacakları hâllerden hiç endişe etmem.

Yok, sâlih değil de sefih olacaklarsa, böyleleri hakkında da yine Kur’ân-ı Kerim’de;

«Mallarınızı sefihlere vermeyiniz…» (en-Nisâ, 5) buyurulmuştur. Bu ilâhî nehye rağmen, sefih olacak çocuklarıma mal mı toplayacağım?!.” (Ebu’l-Ûlâ Mardin, Huzur Dersleri, İstanbul 1966, II-III, 769-770)

Sâlih babaların helâl rızık ve güzel terbiyeyle yetiştirdiği, sâliha annelerin, duâlarla ve hayırlı telkinlerle büyüttüğü evlâtlar; toplumda fesâda ve anarşiye sebebiyet vermezler. Bu zeminde gayretlerle, toplumda; sâdıklar, sâdıkalar, sâlihler ve sâlihalar arttıkça toplum huzur ve saâdete erer.

Tarihe baktığımızda görünen budur:

TOPLUMUN ISLAHI, SÂLİH FERTLERLE…

“–Halîfe nereden görecek, süte su kat!” diyen annesine;

“–Hazret-i Ömer görmüyorsa da, Allah görmüyor mu?” diyen sâliha annelerin ve bu hassâsiyete tâlip olan ve sahip çıkan Hazret-i Ömerlerin neslinden Ömer bin Abdülazizler dünyaya geldi. Toplum öyle bir kıvam kazandı, infak öyle bir lezzet hâline geldi ki, valiler;

“‒Şehrimizde zekât verilebilecek fakir kalmamıştır. Elimizdeki meblâğları ne yapalım?” diye merkeze yazdılar. O paralar, köle âzâdına sarf edildi.

Yine müşterisinin ilk talebini verdikten sonra, ikinci bir isteğine karşılık;

“Ben siftah ettim, bunu da komşumdan alsanız da o da siftah etse!..” diyen esnafların;

Alevler püsküren surlara doğru koşarken;

“Ne mutlu! Şehâdet sırası bizde!” diyen neferlerin olduğu bir toplum, İstanbul’un fethine ve Allah Rasûlü’nün takdirine mazhar oldu.

Evlâdını cepheye kınalayıp da gönderen ve sebebi sorulduğunda;

“‒Bizde kurbanlara kına yakılır!” diyen sâliha anneler var oldukça, Çanakkale geçilmedi.

Geçmişle bugün mukayese edilirse, gerek ferdî hayatta psikolojik rahatsızlıkların gerekse aile geçimsizliklerinin çok arttığı görülmekte. Bunların sebebini de sâlihlerle beraberlik ve fâsıklardan uzak kalma prensiplerinde aramak doğru bir tespittir.

Âlimlerden Câfer bin Süleyman -rahmetullâhi aleyh-, sâlih insanlarla beraberliğin kendisine kazandırdığı gönül feyzini şöyle anlatır:

“‒Kalbimde bir katılık hissettiğim zaman kalkar, hemen (tâbiînin büyük âlim ve âriflerinden olan) Muhammed bin Vâsî -rahmetullâhi aleyh-’in yanına gider, meclisine katılır, yüzüne bakardım. Böylece kalbimdeki katılık gider, içime ibâdet neşesi gelir, tembellik üzerimden kalkar ve bir hafta boyunca bu neşe ile ibâdet ederdim.”

Muhteşem mâzîmizde de;

Ailesinde sıkıntı yaşayan beyler ve hanımlar dergâhlara koştu. Orada kâmil mürşidlerden ve vâlidelerden; sabır ve hilm, muhabbet ve merhamet, tevekkül ve tahammül telkinleri aldılar, sohbet ve zikirlerle yumuşadılar, evlerine huzur ile döndüler.

Padişahlar dahî; sâlihlerle beraberliğin lüzumunu derinden hissederek, Edebâlî silsilesinin sohbet ve irşâdına büyük ehemmiyet verdiler. Orhan Gazî-Geyikli Baba, Yıldırım Bâyezid-Emir Buhârî, II. Murad-Hacı Bayrâm-ı Velî, Fatih-Akşemseddin, Kanunî-Yahya Efendi, Yavuz-Hasan Can, I. Ahmed-Aziz Mahmud Hüdâyî, Abdülhamid Han-Şeyh Zâfir Efendi misallerinde görüleceği üzere, hemen hemen her padişah, kâmil mürşidler ve sâlih-sâdık musâhipler ile makam ve servetin kolaylaştırabileceği dünyevîleşmeden kendilerini muhafaza ettiler. İmkânlarını Allah yoluna sarf etmenin mânevî heyecan ve tazeliğini korudular.

Meselâ;

Pâdişâh-ı âlem olmak, bir kuru kavgā imiş,
Bir velîye bende olmak cümleden âlâ imiş!

diyen cihangir padişah Yavuz Sultan Selim Han; maddî ve mânevî muazzam fetihlerle dolu olan Mısır Seferi’nden dönerken, makamın ve fânî alkışların menfî tesirinden korkarak, ordusunu Çamlıca sırtlarında bekletti ve şehre gündüz yerine, herkes evine girdikten sonra, âlâyişsiz bir şekilde girdi.

Toplumlar; dâimâ fâsık ve fâcir kişilerin tesiriyle tefessüh ettiği gibi, sâlih ve sâdık insanlar etrafında da ıslah olur ve hidâyet bulur.

Bugünün insanındaki din ve vatana sahip çıkış ve şehâdet şuuruna şahit olduğumuz Anadolu; asırlar önce Ahmed Yesevî Hazretleri’nin dervişleri olan Saltuklar, Taptuklar ve Yûnuslar gibi nicesinin irşâdıyla îman ve İslâm şuuruyla mayalanmıştır. Hazret-i Mevlânâlar, Abdülkādir-i Geylânîler ve Şâh-ı Nakşibendlerin irşâdıyla sâlih ve sâliha fertlerin tesis ettiği huzurlu aile yuvalarında Anadolu insanı yetişmiştir.

Tanzimat sonrası; yabancılaşma cereyanının kasvet ve karanlıklarından, ye’se düşürücü girdaplarından da, insanımızı yeniden îmânın nûruna çıkaran yine Hak dostları oldu.

O mübârek zâtlardan biri de, Mahmud Sâmi RAMAZANOĞLU Hazretleri’ydi. Anadolu’yu şehir şehir, köy köy dolaşıp irşadda bulunarak, etrafında hâlelenen nice insana, ihlâs ve takvâ yolunda rehberlik etti. İslâmî meseleleri anlatmanın siyasî olarak neredeyse yasak olduğu bir devirde, hâl ve sükûtun lisânıyla «beraberinde olanları» irşâd etti.

Helâl lokmaya ihtimam gösterdi. Dârulfünun Hukuk Fakültesini dereceyle bitirdiği hâlde, vebâlinden endişe ederek maîşetini teminde bu sahadan uzak durdu. Varlıklı bir aileden geldiği hâlde, o servete de istinad etmedi. Muhasebe defteri tutarak maîşetini temin etti. Alın terinin fazîletini ve müstağnîliği hâliyle tâlim etti.

Merhamet, şefkat, zarâfet, vefâ, cömertlik, hassâsiyet, sadelik, tefekkür, sabır, gayret-i dîniyye, azîmet, istikamet ve vukuâtı olduğu gibi kabul etme yani rızâ hususlarında, mükemmel bir şahsiyet timsâliydi.

Bilhassa tevâzû ve mahviyet… Mübârek hânelerine muhterem babam Musa Efendi’yle ziyarete gittiğimizde, Sâmi Efendi Hazretleri; büyük bir tevâzû içinde sofrada bizzat hizmet etmenin ve abdestten sonra bizzat havlu tutmanın iştiyâkı içinde olurdu.

Allâh’ın yasakladığı şeylerden ve onların mânevî zararlarından uzak durma husûsunda çok titiz idi. Fâiz ve müskirâtın bulunduğu caddelerden bile mümkünse geçilmemesini, mecbursa süratle geçilmesini tavsiye buyururdu.

Sâmi Efendi Hazretleri, sohbetlerinde; asıl ilmin, mârifetullah tahsili olduğunu ifade ederler ve bu ilme sahip olmanın şerefini her vesileyle hatırlatırlardı.

ESAS TAHSİL

Bir gün ziyaretine gelenlerden biri, hem Sâmi Efendi Hazretleri’nin duâsını almak hem de yeğenlerini tanıştırmak istemişti. Huzûruna girip el öperken;

“–Efendim! Bu delikanlılar Amerika’da okuyup mühendis oldular. Duâlarınızı istirhâm ederiz!” diye takdim etti.

Sâmi Efendi Hazretleri ise mânidar bir tebessümle onlara;

“–Fakir de Dâru’l-Fünûn mezunuyum. Fakat asıl tahsil, «mârifetullâh»ın tahsilidir! (Yani bu mânevî tahsil olmadan diğer tahsillerin pek kıymeti yoktur.)” buyurdu. (Mustafa ERİŞ, Mahmud Sâmi Efendi’den Hâtıralar, I, 20-21)

Diğer tahsiller de hadd-i zâtında, gerçek tahsile basamak olabildikleri ölçüde değerlidirler. Yani eserden müessire, sebepten müsebbibe, sanattan sanatkâra ulaştırma vazifesi yapabiliyorsa, işte ancak o ilim, ilm-i nâfidir (faydalı ilimdir). Aksi hâlde faydasızdır, yüktür, vebaldir ve ancak hüsranı artırır.

Toplumları azîz yahut rezil eyleyen en mühim unsur, o toplumun fertlerinin Kur’ân-ı Kerîm’e gösterdiği alâka yahut alâkasızlıktır.

Sâmi Efendi Hazretleri de; ilmiyle âmil, fazlıyla kâmil olan ehl-i Kur’ân’a büyük hürmet gösterirdi. Aşr-ı şerif okuyacak hâfız efendilerin, mutlaka yüksek bir seviyede oturmasını arzu ederdi. Hâfız ve âlimleri, mûtat bir şekilde ziyaret ederdi.

Bugün sokakların ve ekranların şerrinden kurtuluşun çaresi de, Kur’ân’a gösterilecek ihtimamdır.

Takvâlı bir toplumun tesisi için; evlâtların sâlih ve sâliha bir şekilde, Kur’ân ve Sünnet ekseninde terbiye edilmesi zarûrîdir. Sâmi Efendi Hazretleri; bu istikametteki gayretlerin suç addedildiği bir devirde, at arabalarıyla köy köy dolaşarak, Allâh’ın dînini yaşama ve yaşatma azmini gösterdi.

Bugün nice imkânlar varken, bizim alâkamız acaba hangi seviyededir?

Yine soralım:

EVLÂTLARIMIZ KİMİNLE BERABER?

Evlâtlarımız eğer; Kur’ân-ı Kerim ile beraber ise, Sünnet-i Seniyye ile beraberse ne mutlu!

Erkek evlâtlarımız sâlih ve sâdık hocalar, ağabeyler ve arkadaşlar; kız evlâtlarımız sâdıka ve sâliha hoca hanımlar, ablalar ve arkadaşlar ile beraber ise; işte onlar anne-babaları için hem dünyada rahmet, hem âhirette rahmet. Böyle sâlih evlâtlar anne-babalar için sadaka-i câriye. Vefatlarından sonra dahî ecir ve hasenat vesilesi…

Lâkin, evlâtlar sâlih ve sâliha kıvâmında yetiştirilmezse, bu hususta ihmal ve kusurlar gösterilirse; böyle evlâtlar dünyada da musîbet, âhirette de musîbet!.. Küfür, nifak, fısk u fücûr ile beraber olan evlâtlar, anne-babaları için seyyie-i câriye!.. Yani anne-baba vefat ettikten sonra dahî, amel defterine günah ve seyyiat yazılmasına sebep!..

Bu sebeple; evlâtlarımıza ve onların çevrelerine ihtimam göstermek, zarûrî. Onların kimle ve neyle beraber olduğuna îtinâ ve dikkat çok mühim. Onlarla beraber kendi hayatlarımıza ve beraberliklerimize de intizam vermek şart.

İmam Gazâlî Hazretleri, nasihatlerinden birinde der ki:

“‒Evlâdım! Son derece dikkat edeceğin bir husus varsa, o da kimlerle düşüp kalktığındır. Şunu iyi bil ki;

Bir sepet sağlam elma, içindeki bir çürük elmayı sağlama çıkartamaz.

Fakat bir çürük elma, hepsini çürütebilir. Bunun için dâimâ sâlihlerle düşüp kalk!”

Gerek sâlihlerle beraberliğin verdiği feyz, gerekse fâsıklarla beraberliğin getirdiği gaflet; gözle görülür, müşahhas bir şey değildir. Böyle olduğu için de, hakikatinin anlaşılmasında çok kusur edilir. Hâlbuki her hususta olduğu gibi sâlihlerle beraber olup fâsıklardan sakınmak husûsunda da kalpteki hassâsiyet arttıkça, ölçüler de incelir, herkesin fark edemediği nice tecellîler hissedilir. Bunun bir misâli olan şu hâdise pek ibretlidir:

KASVETİN TESİRİ

Sâmi Efendi Hazretleri’nin sevenlerinden Seyfi Baba; keşfi açık, hâl ehli bir zâttı. Topkapı’da oturuyordu. Bir gün Erenköy’e, Sâmi Efendi Hazretleri’ni ziyarete gelmişti. Ancak devlethâneye girer girmez düşüp bayıldı. Onu karşılayıp üstâdın huzûruna iletecek olan kişi, telâşla üzerine su döküp ayılmasını temin ettikten sonra;

“‒Hemen bir doktor çağıralım!” dediğinde Seyfi Baba bitkin bir hâlde müdahale etti:

“–Hayır evlâdım! Doktor filân çağırmayın; hâlimin maddî bir hastalıkla alâkası yok! Topkapı’dan Erenköy’e gelene kadar yollarda rastladığım isyan ehli ve isyan yerlerindeki kasvet tesir etti ve bu tertemiz kapıdan girip birden içerideki rûhâniyete nâil olunca gönlüm dayanamadı. Buradaki mânevî iklimin bereketi ve ârifler sultanı Sâmi Efendi’nin himmetiyle birazdan hiçbir şeyim kalmaz.” dedi.

Bu vaziyet 60-70 sene evvelki İstanbul’un durumu. Bir de bugünü kıyas etmeli!

Rasûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; sâlihlerle beraber olup, fâsıklarla ihtilâttan sakınmanın ehemmiyetini ne güzel ifade buyurmuştur:

“İyi arkadaşla kötü arkadaşın misâli; misk taşıyanla körük çeken insanlar gibidir. Misk sahibi ya sana kokusundan ikram eder veya sen ondan satın alırsın.

Körük çekene gelince; o, ya senin elbiseni yakar yahut da onun pis kokusu sana sirâyet eder.” (Buhârî, Büyû, 38)

Şeyh Sâdî, «Gülistan» adlı eserinde şöyle bir hikâye anlatır:

“Bir kişi hamama gider. Hamamda dostlarından biri kendisine temizlenmesi için güzel kokulu bir kil verir. Kilden, rûhu okşayan enfes bir râyihâ yayılır. Adam kile sorar:

«–A mübârek! Senin güzel kokunla mest oldum. Haydi söyle, sen misk misin, anber misin?»

Kil ona cevaben şöyle der:

«–Ben misk de anber de değilim. Bildiğiniz, alelâde bir toprağım. Lâkin bir gül fidanının altında bulunuyor ve gül goncalarından süzülen şebnemlerle her gün ıslanıyordum. İşte hissettiğiniz gönüllere ferahlık veren bu râyiha, o güllere aittir.»”

Gül, Fahr-i Kâinat -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in sembolüdür. Yani güllerin şâhı Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-’dir. Biz kalbimizle, hâlimizle, ahlâkımızla ve davranışlarımızla O Gül ile beraber olabilirsek; bize de O’nun mübârek râyihasından sirâyet eder.

O gülün bir şebnemi olabilirsek ne mutlu!

Diğer taraftan;

Sâlihlerle beraberlik husûsunda, dikkat edilmesi gereken mühim bir nokta da, bu beraberlikte kastedilenin kalbî beraberlik olmasıdır.

KALBÎ BERABERLİK ŞART

Kalp ve beden beraberliğini mukayese eden Sâdî Şîrâzî, Kehf Sûresi’ndeki Ashâb-ı Kehf kıssasını misal göstererek şöyle buyurur:

“Ashâb-ı Kehf’in köpeği, sâdıklarla beraber olduğu için büyük bir şeref kazandı; nâmı Kur’ân-ı Kerîm’e ve tarihe geçti. Nûh ve Lût Peygamber’in karısı ise fâsıklarla beraber olduğu için küfre dûçâr oldu.” (Bkz. Tahrim, 10)

Lût ve Nûh peygamberlerin bahsedilen hanımları, sâlih birer zât olan bu peygamberlerin zâhiren beraberindeydiler. Fakat kalpleri küfür ve isyan ehliyle beraberdi. Bu sebeple, kalbî beraberliğe göre hüküm verildi ve onlara; “Cehenneme girin!” denildi.

Âsiye Vâlidemiz ise, Firavun’un karısıydı. Fakat çok yüksek takvâsı, onu Firavun’un kasvetinden korudu. Onun kalbi Hazret-i Musa ve mü’minler ile beraber idi.

Buradan bize bir mesaj vardır:

Fert, aile ve toplum hâlinde sâlihlerle beraberliğin; kalbî olmasına gayret etmemiz îcâb eder. Evlâtlarımızın kalbinde; «muhabbetullâh»ın ve «muhabbet-i Rasûlullâh»ın yerleşmesi için, sevdirici, sevindirici ve müjdeleyici faaliyetleri tatbik etmeliyiz.

İmam Mâlik Hazretleri der ki:

“‒Çocukluk yıllarımda ben her hadis ezberlediğimde, babam bana bir hediye verirdi. Öyle bir zaman geldi ki, babam hediye vermese bile hadis ezberlemek bende tarifsiz bir lezzet hâline geldi. (Böylece Allah Rasûlü’nün husûsiyeti bana öyle tesir etti ki, büyük bir mânevî heyecan ile ilme devam ettim.)”

Böyle bir terbiye ve babasının aşıladığı bu muhabbetle yetişen İmam Mâlik -rahmetullâhi aleyh-; hem bir mezhep imamı oldu hem de ardında Muvatta‘ isimli, sahih rivâyetlerden oluşan mûteber bir hadis kitabını ümmete mîras bırakarak kıyâmete kadar bir sadaka-i câriye elde etti.

Abdullah İbn-i Mübârek -rahmetullâhi aleyh-, çok takvâ sahibi ve Allah Rasûlü âşığı bir âlimdi. İkindi namazından sonra, cemaate;

“‒Ben Rasûlullah Efendimiz’le sohbet etmeye gidiyorum.” derdi. Fahr-i Kâinat -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hadîs-i şeriflerini okumaya yahut talebelerine hadis dersi vermeye gidişini, Efendimiz’le sohbet olarak ifade ederdi.

Demek ki;

Siyer-i Nebî ve hadîs-i şerifleri titiz ve derûnî bir kalp rikkatiyle okumak lâzımdır. Allah Rasûlü’nün mübârek sözlerini öyle bir kalp kıvâmıyla okumalıyız ki, Cenâb-ı Hak bizlere de O’nunla beraberlik ve sohbet feyzinden bir nebze ihsan ve ikrâm eylesin.

Yâ Rabbî! Bizleri nimet verdiklerinin yoluna eriştir. Peygamberler, sıddîklar, şehidler ve sâlihlerle bizleri ve nesillerimizi kalben, ahlâken ve amelen beraber eyle!..

Bizleri mahşer yerinde Livâ-i Hamd altında ve cennet-i âlâda Allah Rasûlü Efendimiz ile beraber olabilen bahtiyarlar zümresine ilhâk eyle!..

Âmîn!..