HEVÂ-HEVESTEN KURTULMA ÇARESİ: İLÂHÎ NEFES

YAZAR : Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi

KAÇIŞ NEREYE?

Mesnevî’de Hazret-i Mevlânâ; kader sırrının hayat ve ölüm arasındaki mücerred hakikatini, diğer taraftan ise hayata sımsıkı sığınıp da ölümden kaçmaya kalkışın boş bir telâşe olduğunu, müşahhas şekilde ne güzel îzah eder:

Süleyman -aleyhisselâm- devriydi. Saf bir adam, bir kuşluk vakti, kudretli peygamberin sarayına telâşla girdi. Nöbetçilere, hayatî bir mesele için Hazret-i Süleyman’la görüşeceğini söyledi ve hemen huzûra alındı. Süleyman -aleyhisselâm-; benzi sararmış, korkudan titreyen adama sordu:

“–Hayrola neyin var? Neden böyle korku içindesin? Derdin nedir? Söyle bana!”

Adam korku ve heyecan içinde başladı anlatmaya:

“–Bu sabah karşıma Azrâil -aleyhisselâm- çıktı. Bana hışımla baktı ve hemen uzaklaştı. Anladım ki, benim canımı almaya kararlı!..”

Hazret-i Süleyman sordu:

“–Peki, ne yapmamı istiyorsunuz?”

Adam yalvarıp yakardı:

“–Ey canların koruyucusu, mazlumların sığınağı Süleyman -aleyhisselâm-!

Sen nelere muktedirsin. Kurt, kuş, dağ ve taş senin emrinde!..

Rüzgârına emrediver de beni buradan alsın tâ Hindistan’a götürsün. O zaman Azrâil -aleyhisselâm- belki beni bulamaz. Böylece canımı kurtarmış olurum. Medet senden!”

Süleyman -aleyhisselâm-; adamın, kaderin bir sırrından bir başka sırrına intikal edeceğinin idrâki içinde rüzgârı çağırdı ve;

“‒Bu adamı hemen al, Hindistan’a bırak!” emrini verdi.

Rüzgâr bu; bir esti, kükredi ve adamı aldığı gibi bir anda Hindistan’da uzak bir adaya götürdü.

Adamın arzusu yerine gelmişti.

Öğleye doğru Hazret-i Süleyman, dîvânını toplayarak, gelenlerle görüşmeye başladı. Topluluğun içinde Azrâil -aleyhisselâm-’ı da gördü. Hemen yanına çağırıp;

“–Ey Azrâil! Bugün kuşluk vakti bir adama hışımla bakmışsın? Neden o zavallıyı korkuttun?..” diye sordu.

Azrâil -aleyhisselâm- cevap verdi:

“–Ey dünyanın ulu sultanı! Ben, o adama hışımla bakmadım. Hayretle baktım. O yanlış anladı. Vehme kapıldı.

Onu, burada görünce şaşırdım. Çünkü Allah Teâlâ bana o adamın canını Hindistan’da almamı emretmişti. Ben onu burada Kudüs’te görünce;

«Bu adamın yüz kanadı olsa, bu akşam Hindistan’da olamaz. Bu nasıl iştir?!.» diye hayretlere düştüm. İşte onun öfke sandığı farklı bakışımın sebebi bu idi.”

Hazret-i Mevlânâ bu kıssayı anlattıktan sonra sorar:

“Kimden kaçıyoruz? Kendimizden mi? Bu hayalî bir şey…

Kimden kapıp kurtarıyoruz?.. Allah Teâlâ’dan mı? Ne boş hayal!..

Dünya, Allah’tan gafil olmaktır. Dünya; para-pul, kadın, giyim-kuşam, ticaret değildir. Bunu bil!..”

ÖMÜR RÜZGÂRI

Bu kıssa, ecel hükmünün ve fânîlik hakikatinin de misâlidir. Bize sermaye olarak verilen ömürler, rüzgâr gibi hızla geçmekte, Hak ile mülâkî olunacak an gelivermektedir.

İnsan ne kadar yaşasa da ölümü istemez. Fânîliğe isyan hâlindedir. İlk insan Hazret-i Âdem’in zellesi de cennette bâkî kalmak arzusuyla işlenmiş idi. İnsan; fânîlikten kaçarken, hevâ ve hevesine tâbî olursa oradan oraya savrulmakta, fakat rûhunun gerçek ihtiyacını bulamamaktadır.

Ölüm meselesi, peygamberlerin irşadlarına rağmen öteden beri beşeriyyeti çok meşgul etmiştir. Zihinlerde zehirli bir yılan gibi çöreklenen, zaman zaman sancılı, ürpertili ve iğneleyici şekilde kımıldanan ve kımıldandıkça da rûhu taciz eden bu dehşetli sual, dünyaperestler tarafından türlü nefsânî ifadelerle susturulmak istenmiştir. Herkesi, hayat mevzûundan daha üstün ve ateşli girdap hâlinde saran ölüm, -istisnâsız- başlara çökecek en çetin bir istikbal musibetidir. Onu îzah edebilmek, insanlığın mühim bir problemi olmuştur. Fakat bu metafizik meseleyi, tatmin edici bir şekilde cevaplayabilecek tek mercî, insanın yaratıcısı Mâlik-i Yevmi’d-Dîn olan Allah’tır.

İnsan rûhundaki bekā arzusunun gerçek tatmini, esas hayat olan âhirettedir. Kalbin huzuru; uhrevî faaliyetler olan «zikrullah»tadır, huşû içinde ibâdetlerde ve hizmetlerdedir.

İnsanın fânîlik korkusunu Hazret-i Mevlânâ şöyle dile getirir:

“İlâhî! Ezelde bize bağışladığın bir damlacık bilgiyi, kendi deryâlarına ulaştır. Benim canımda bir damlacık ilâhî bilgi var. Sen; bu bilgiyi, nefsânî isteklerden, topraktan yaratılmış olan şu tenin süflî arzularından kurtar. Allâh’ım! Bu topraklar; o bilgi damlasını örtmeden, şu rüzgârlar kurutmadan onu koru!..”

İnsanın hilkat hamurunda, tevâzû ve hizmet gibi hakikatleri remzeden toprak; temizlik ve bağlılığı ifade eden su yer aldığı gibi; kibir ve isyanı ifade eden ateş de vardır. Şu âyet-i kerîme insanın tabiatındaki hava unsuruna da işaret eder:

“And olsun Biz insanı, (havada) kurumuş bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan yarattık.” (el-Hicr, 26)

Âyette zikredilen «salsâl: Havada kurumuş çamur» safhasında «hava» unsuru devreye girer. Hava; insanın çamuruna, topraktaki atâletin zıddına hareketlilik getirmiştir. Bunun yanında; tabiatındaki istikrarsızlık, döneklik, ahde vefâsızlık ve yıkıcılık vasıfları da bu safhanın bir neticesidir.

HEVÂ ve HEVESE ALDANMA!

İnsanın nefsânî arzu ve düşüncelerine de hevâ denilmiştir. İnsan dünya hayatı içinde hevâ ve hevesine meylettikçe, Hakk’a olan ahdine vefâsızlık eder. Şehvet rüzgârına kapıldıkça, iffete olan sadâkatinde kopmalar onu tehdit eder. Öfke kasırgalarına kapıldıkça, akıl başından uçar gider.

Peygamber Efendimiz, nefsin hevâ ve hevesine karşı dâimâ îkaz buyurur:

“Ümmetim adına en çok korktuğum şey; nefislerinin hevâlarına uymalarıdır.” (Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, I, 12)

“Akıllı kişi, nefsine hâkim olup onu hesaba çekerek ölüm ötesi için çalışandır. Ahmak da nefsini hevâsına tâbî kıldığı hâlde Allah’tan (hayır) umandır.” (Tirmizî, Kıyâmet, 25; İbn-i Mâce, Zühd, 31)

Nefsin hevâ ve hevesine uymak, âdetâ Allâh’a şirk koşmaktır. Çünkü Rabbi, Hâlık’ı ve İlâh’ı olan Allâh’ın emirlerini bırakıp; kendi nefsinin arzularını yerine getiren ve nefsinin bâtıl düşüncelerine tâbî olan kişi, kendi nefsini ilâh edinmiş demektir. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“(Ey Rasûlüm!) Nefsânî arzularını kendisine ilâh edinen kimseyi gördün mü? Artık ona Sen mi vekil olacaksın?” (el-Furkān, 43)

Bu hâle sürükleyen gaflettir. Gaflet ise;

İki gözünün önüne iki parmağını koyarak kişinin kendi kendisini âmâ kılması gibidir.

Gaflet, hakikatlere karşı kalbe bir perde çekilmesidir. Mayın tarlasında pervâsızca koşmak gibidir. Âdetâ uçurumların kenarında dikkatsizce dolaşmaktır.

Gaflet, kuzunun kurda sevdâlanmasıdır.

Gaflet, kulun ebedî hayatına zehir saçan mânevî bir hastalıktır. Onu, en öz tabiriyle;

“Kulun, kendisini yoktan var eden Rabbini unutması” şeklinde tarif edebiliriz. Cenâb-ı Hakk’ı unutan bir gönül, gaflet girdabına kapılır ve selâmet sahiline varamadan ziyân olup gider.

Âyet-i kerîmede bu kimseler için şöyle buyrulur:

“Allâh’ı unutan ve bu yüzden Allâh’ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkan kimselerdir.” (el-Haşr, 19)

Gaflet, anlık zevkler uğruna ebedî bir saâdeti felâkete uğratmak, fânî olan dünya hayatını bâkîye, yani sonsuz cennet hayatına tercih etmek hamâkatidir.

Gaflet, günün ortasında güneşi kaybetmeye benzer. Gaflete düşmüş bir kimse, okyanus ortasında dümeni kırılmış bir gemiye benzer ki, hangi girdapta boğulacağı belli değildir.

Gafil bir kimse, hayatı nefs gözlüğüyle seyrettiğinden, bir gün mutlaka karşılaşacağı ölüm, diriliş, hesap ve sırat gibi zor menzilleri unutur. İlâhî nimetler karşısında nankörlük ederek pervasızca günahlara dalar. Cehâlet, şehvet, ihtiras, kibir, gurur, cimrilik ve öfke gibi hamâkat manzaraları sergiler. Bu sebeple;

Dînimizde nefsânî arzulara asla uymamak, yani gaflete dûçâr olmamak; diğer taraftan ise dâimâ vahyin ışığında Hakk’ın emir ve yasaklarına, Allah Rasûlü’nün sünnet-i seniyyesine tâbî olmak, esastır.

Havanın istikrarsızlığı gibi, hevâ da gelgeçtir. Hevesler saman alevi gibidir. Mü’min bu geçicilik ve dağınıklıktan kurtulmalı, istikamet ve istikrara kavuşmalıdır.

Hazret-i Mevlânâ der ki:

“–Ey insan! Senin gönül dünyan bir misafirhânedir.

Sana gelen gamlar ve sürurlar sende bir misafirdir. Sakın onların dâimî olduğunu zannetme!

Gelen fânî gamlara üzülme, çünkü onlar gidicidir (hepsi de senden ayrılacak birer yolcudur).

Fânî sürurlara da sevinme; zira onların da bekāsı yoktur.”

Demek ki;

Gönül dünyasında fânî endişe ve sevinçler izâle edilmeli, fakat orada îman ve takvâ kökleşmelidir.

Kabir taşlarında dâimâ bir irşad ve îkaz olmak üzere;

«Hüve’l-bâkî» yazar.

Mânâsı:

“Bâkî olan, fânilikten münezzeh olan yalnızca O Allah’tır!”

HÜVE’L-BÂKÎ

İnsan fâniliğini hatırlayacak, nefsânî hayata meylini bertaraf etmeye gayret edecek. Cenâb-ı Hakk’ın iki esmâsının kullarda tecellîsi yoktur:

Biri bekā / sonsuzluk, diğeri halk / yaratma.

Dünyada «bekā» tecellîsi yoktur. Cenâb-ı Hak’tan başka her şey fânîdir. Buna mukabil, nefsin mayasında da fânîliğe isyan yani râzı olmama vardır. Binbir ıstırap içinde muzdarip de olsa, yine ölümü istemez. Kabristanları bir ürperti hâlinde seyreder.

Bu âlemde kullarda «halk» tecellîsi de yoktur. İnsan eliyle yapılmış hiçbir makine, kendisi gibi bir başka makine doğuramaz. Hiçbir uçak, bir başka uçağı dünyaya getiremez.

Gerçek ve ebedî huzurun tek çaresi, dünyaya aldanmamaktır.

Gafilâne bir hayat; çocuklukta oyun, gençlikte şehvet, erginlikte gaflet, ihtiyarlıkta elden gidenlere hasret ve nedâmetten ibarettir.

Lokman Hakîm de, gafletten kurtulmak için şu hatırlatmalarda bulunur:

“İki şeyi unutma:

1. Allah Teâlâ’yı unutma.

2. Ölümü unutma.

İki şeyi de unut:

1. Sana yapılan cefâları, yani menfî davranışları unut.

2. Yaptığın hayır ve iyilikleri unut. (Sana enâniyet vermesin.)”

Mü’min; kalbindeki îmânı kuvvetlendikçe, bir dağ gibi istikrar ve sebat sahibi olur. Gerek nefsinden gelen hevâ ve heves rüzgârlarına, gerek şeytanından esen vesvese ve iğvâ fırtınalarına, gerekse de imtihan gereği hayatın değişen şartlarına karşı, sırât-ı müstakîmden savrulmaz, hak ve hakikatten ayrılmaz.

Hazret-i Mevlânâ şöyle demiştir:

“Namaz ehli olmayanı, huşu ve gönül ile kılmayıp makbul bir namazdan uzak kalanı; öfke rüzgârı, şehvet rüzgârı yahut tamah rüzgârı kapıp götürür.”

Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede şöyle buyurur:

“Allah Teâlâ îmân edenleri hem dünya hayatında hem de âhirette sağlam sözle (kelime-i tevhid üzere yaşayışta) sapasağlam tutar (sebatkâr kılar.)…” (İbrâhim, 27)

Değişen şartlar karşısında sebâtı kaybetmemek ve istikameti şaşırmamak için; Allâh’ın dînini yaşama ve yaşatma faaliyetlerine devam etmek şarttır. Âyet-i kerîmede buyurulur:

SEBÂTIN ÇARESİ

“Ey îmân edenler!

Eğer siz Allâh’a (yani O’nun dînine) yardım ederseniz (yani yaşar ve yaşatırsanız), O da size yardım eder ve ayaklarınızı (sırât-ı müstakîm üzere) sâbit kılar.” (Muhammed, 7)

Tasavvuf; bu istikameti kazanma yolunda, kalbin sanatıdır. Gerçek tasavvuf; Kitap ve Sünnet’in duygu derinliği içinde sır ve hikmetlerden nasip alarak yaşamaktır. Kitap ve Sünnet’in muhtevâsının dışına taşan; her hâl, kāl ve davranış bâtıldır. Bu hakikati ifade etmek için de;

“Pergelin sâbit ayağı şerîattır.” denmiştir. Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“Biz pergel gibiyiz. Sâbit ayağımız şerîatta, öteki ayağımızla yetmiş iki milleti dolaşmaktayız.”

İnsanın ölüm korkusunun çaresi; güzel ahlâklı, sâlih amellerle müzeyyen bir ömür yaşamaktır.

Çünkü;

Mesut bir ölüm; îmân ve Kur’ân nurları, gönül feyzleri altında geçen bir hayatın mükâfâtıdır.

Ecel rüzgârı; küfür ve fısk ehline kasırgalar şeklinde gelecek iken, mü’minlere latîf bir meltem gibi esecektir. Çünkü «nasıl yaşanırsa öyle bir ölüm» tecellî edecektir.

Hazret-i Mevlânâ; hava üzerinden bu farkı bildirir:

“Ecel rüzgârı, âriflere, Yûsuf -aleyhisselâm-’ın gömleğinin kokusu yahut gül bahçesinden gelen rüzgâr gibi yumuşak, güzel eser.”

Ecel rüzgârı; hevâsının peşinde bir ömür yaşayanlara ise, sert bir kasırga şeklinde eser.

Bir kul, nefis sultasında sırf dünyaya îmân etmiş gibi yaşarsa, kabir ona karanlık bir dehliz olarak görülür. Ölümün dehşeti hiçbir şeyle mukayese edilemeyecek derecede onu muzdarip kılar.

Fakat benliğini aşar ve rûhunda meknûz olan meleklik sıfatının istikametinde merhaleler kat ederse ölüm, hayal ötesi muazzam ve müteâl olan Rabbe vuslatın mecbûrî bir şartı olarak görülür. Böylece ekserî insanlarda soğuk ürpertilere sebep olan ölüm gönüllerde «refîk-ı âlâ»ya, yani «en yüce dost»a kavuşma heyecanına dönüşür.

Âyet-i kerîmede buyurulur:

وَاَنْفِقُوا مِمَّا رَزَقْنَاكُمْ مِنْ قَبْلِ اَنْ يَاْتِيَ اَحَدَكُمُ الْمَوْتُ فَيَقُولَ رَبِّ لَوْلَٓا اَخَّرْتَن۪ٓي اِلٰٓى اَجَلٍ قَر۪يبٍۙ فَاَصَّدَّقَ وَاَكُنْ مِنَ الصَّالِح۪ينَ

“Herhangi birinize ölüm ânı gelip de; «Yâ Rabbi! Biraz tehir etsen (az bir şey geciktirsen) de sadaka versem ve sâlihlerden olsam demeden evvel size verdiğimiz rızıktan harcayın. (el-Münâfikûn, 10)

Vehb bin Münebbih -rahmetullâhi aleyh- anlatır:

HAZIR MISIN?

Hükümdarın biri, bir yere gitmeye hazırlanırken üzerine giymek için sayısız elbiseler içinden en güzelini ve binmek için de birçok at içinden en rahvan ve gösterişli olanı seçti. Adamlarıyla birlikte muhteşem bir tavırla, böbürlenerek ve etrafına caka satarak yola çıktı. Yolda, üstü-başı perişan biri, atının yularına yapıştı. Hükümdar hışımla bağırdı:

“–Sen de kimsin, benim karşımda kim oluyorsun, çekil önümden!”

Adamcağız ise sakince cevapladı:

“–Sana söyleyeceklerim var! Senin için çok hayâtî bir mesele…”

Hükümdar merakla karışık bir hiddetle;

“–Söyle bakalım!” deyince, adam;

“–Gizlidir, eğil de kulağına söyleyeyim!” dedi.

Hükümdar eğildi, adam;

“–Ben Azrâil’im, canını almaya geldim!” dedi.

Hükümdar bir anda neye uğradığını şaşırdı, telâşa kapıldı, aman dilemeye başladı;

“–Ne olur biraz müsâade et!..” dedi.

Azrâil -aleyhisselâm- ise;

“–Hayır, sana müsaade yok. Ailene de ulaşamayacaksın!” dedi ve oracıkta hükümdarın canını alıverdi.

Daha sonra yoluna devam eden Azrâil -aleyhisselâm- sâlih bir mü’min kul ile karşılaştı. Ona selâm verdikten sonra;

“–Seninle bir işim var, bunu sana gizli söyleyeceğim.” dedi ve kulağına eğilerek kendisinin Azrâil olduğunu söyledi. Mü’min kul buna sevindi ve şöyle dedi:

“–Hoş geldin, kaç zamandır seni bekliyordum. Bütün gayretim, noksanlarımı ve kusurlarımı bertarâf edip ölüm ânımı güzelleştirebilmek içindi. Dâimâ son nefesimin endişesi ve hazırlığı içinde idim.”

Azrâil -aleyhisselâm- dedi ki:

“–Öyle ise yapmakta olduğun işi tamamla.”

Sâlih zât şöyle mukabelede bulundu:

“–Benim en mühim işim, Allah Teâlâ’ya vuslattır.”

Bunun üzerine ölüm meleği şöyle dedi:

“–Hangi hâl üzere istersen, o hâl üzerinde canını alayım.”

Adam sevinerek;

“–Buna imkân var mı?” diye sordu.

Melek;

“–Evet, senin için bununla emrolundum.” deyince;

Adam tebessüm içinde;

“–Öyleyse abdestimi tazeleyeyim, namaza başlayayım ve başım secdede iken canımı al.” dedi ve rûhunu bu şekilde huzurla teslim etti. (Gazâlî, İhyâ, c. 4, s. 834-5)

Demek ki, ölümü hatırdan çıkarmayanlara ve ona dâimâ hazır olanlara ölüm, mütebessim bir çehreyle gelmektedir.

Ecdâdımız, ölüm tefekkürünü devamlı kılmak için mezarları dâimâ şehir ortalarında ve cami önlerinde yapmıştır.

Gaye şudur:

Namaz için camiye girip çıkan insanlar ve yolu bir kabristanın önünden geçen kimseler; üzerinde;

هُوَ الْبَاق۪ي

“Bâkî olan ancak Allah’tır.”

كُلُّ نَفْسٍ ذَٓائِقَةُ الْمَوْتِۜ

“Her nefis, ölümü tadacaktır.” (Âl-i İmrân, 185) ve benzeri hakikatlerin yazılı olduğu mezar taşlarını seyretsin ve ölümü unutmasın, her zaman ölüme hazırlıklı olsun.

Zira;

Rasûlullah Efendimiz’in de ashâbına ve biz ümmetine en çok hatırlattığı hakikat:

اَللّٰهُمَّ لَا عَيْشَ إِلَّا عَيْشُ الْاٰخِرَةِ

“Allâh’ım! Esas hayat, ancak âhiret hayatıdır.” (Buhârî, Rikāk, 1)

ABD-İ ÂCİZ ŞUURUYLA

İlâhî takdir karşısında; mü’min hiçliğini müdrik, abd-i âciz olduğunu bilen bir hâl içinde olmalıdır.

Hazret-i Mevlânâ; azamet-i ilâhiyye karşısında boyun bükmenin huzurunu, ne güzel ifade etmiştir:

“Kasırga; pek çok ağaçları kökünden söker, yıkar. Fakat yeşermiş bir ota ihsanlarda bulunur. O sert rüzgâr, körpecik otun zayıflığına acır.”

Hâsılı;

Varlığına, «nefha-i ilâhiyye»nin üflendiği insanoğlu; bir ömür, kendisini mükerrem kılan îman, takvâ ve ihsan istikametinden ayrılmamalı, son nefesini huzur ile verme gayreti içinde yaşamalıdır.

Bu yolda; nefsin hevâsı ve şeytan iğvâsından sakınmak, îman nûrunu sert rüzgârlara karşı korumak da onun yegâne çaresidir.

Yâ Rabbî!.. Üzerimize sabır, sebat ve metâneti yağdır!.. Ayaklarımızı sırât-ı müstakîmin üzere sâbit eyle!.. Bizleri hevâ ve hevesin esiri, nefsin zebûnu olmaktan muhafaza buyur. Bizleri ve nesillerimizi Habîb-i Edîbi’nin sünnetine sımsıkı sarılanlardan eyle!..

Âmîn!..