Suya Yansıyan Tefekkürler

Hazret-i Mevlânâ’nın Gönül Deryâsında Sır ve Hikmet İncileri
YAZAR : Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi

mevlana-yuzaki-dergisi-sayi-140
SUYUN AKIŞINA BİR BAK
İnsanoğlu dâimâ su kenarını sever. Nehir ve deniz kenarlarına iştiyak duyar. Derin mavilikleri seyretmenin ona huzur verdiğini düşünür. Suyun insana düşündürdüğü bin bir hakikat vardır. Bilhassa Hak dostlarında bu tefekkür çok daha derindir.
Şeyh Sâdî Hazretleri der ki:
“Akıp giden bir derenin kıyısına otur da biraz düşün:
O suyun hızla akıp gittiği gibi senin ömrünün de her an akıp gittiğini gözlerinle gör.”
Hazret-i Mevlânâ da der ki:
“Kalemin rüzgârdan, kâğıdın sudan olursa, ne yazarsan derhâl yok olur.”
Su, her hâliyle bize ibrettir.
TEFEKKÜR AYNASI
Yaratılışımızın başlangıcında su vardır.
Âyet-i kerîmede buyurulur:
“… Her canlı şeyi sudan yarattık.” (el-Enbiyâ, 30)
Vücudumuzun dörtte üçü sudur. En hayâtî ihtiyaçlarımızdan biridir. Susuz yaşayamayacağımız gibi, beslendiğimiz bütün gıdalar da suya muhtaçtır. Kendisine ne kadar âşinâ olsak da suyu çözebilmiş değiliz. Su hâlâ sırlarla doludur.
İlkbaharda yağan yağmurlar, imbat yani nebâtat âleminde diriliş vesilesi olur. Aynı su; sonbaharda yağınca, ağaçların yapraklarını döker, âdetâ onları kışın ölüm uykusundan önce yıkayan bir gassâl olur.
Yeryüzünde kirlenip, gökyüzünde arınan su; maddenin girdiği her hâle girer. Havadaki nem/su buharı hâlindeki suyu gözlerimiz göremez. Sıvı hâlinde şeffaf olmakla beraber farklı renklere de bürünebilir. Kar hâli bembeyaz bir yorgan olur. Buz hâli ise o latif suyu, taşlar gibi kaskatı bir madde hâline getirir. Kudret-i ilâhî aynı maddeyi şekilden şekle sokmaktadır.
Suyun değişime müsait yapısı, insanın girdiği ortamdan mânen tesir almasına da benzer. Su girdiği kabın şeklini aldığı gibi insan da girdiği ortamda şekillenir.
Su esasen şeffaftır. Yani renksizdir. Tasavvufta su gibi renksiz olmak, renklerden yani fânî alâkalardan ve bağlardan temizlenmek ve arınmak olarak görülmüştür. Hazret-i Mevlânâ bunu şöyle anlatır:
“Mârifet; renklerin bolluğunda değil, renksizliğin zuhûrundadır. Nitekim göklerdeki bulutların, deryâlardaki suların kendi renkleri yoktur. Onları renkten renge koyan, semâdaki Güneş’tir.”
Renklerden arınan kişi, renksizliğe ve hiçliğe vâsıl olur. Yani benliğini aradan çıkararak, cemâlî sıfatların tecellî ettiği bir kalp sahibi olur. Renksizlik, en kıymetli renktir. «Sıbğatullâh»a / Allâh’ın boyasına boyanmaktır.
Su renksiz olduğu hâlde; denizler, mavinin tonları şeklinde görünür. Çünkü denizler, semâyı aksettirirler. İnsan kalbi de, nefsânî dünyadan uzaklaşıp bâkî olana yani Cenâb-ı Hakk’a yaklaşmakta mesafe aldıkça renksizleşir.
Yani; Sakarya, Karadeniz’e ulaştığı zaman, Sakarya’nın rengi Karadeniz’e dönmüştür. Kendi rengi kalmamıştır.
Kul da Cenâb-ı Hakk’ın cemâ­lî tecellîlerine yoğunlaştıkça Rabbine dost hâline gelir. Bunun için selîm bir kalp, yani arınmış bir gönül lâzımdır. Bu sebeple denilmiştir ki:
“Bir gönül al ki, hacc-ı ekber olsun, öyle bir gönül bul ve onun bendesi ol ki, nefsânî renklerden kurtulup, ilâhî renge bürünesin! Sen de o gönlün in‘ikâsıyla tecellîgâh-ı ilâhî olan berrak bir gönle sahip olasın!..”
Bu hâlin en güzel misali olarak;
Sahâbî, câhiliyye devrindeki bütün nefsânî renklerden ayrılmış, Allah Rasûlü’nün rengine bürünmüştü. O’nun en ufak bir arzusuna her şeyini fedâ etmeyi canına minnet bilmiş;
«Her ne ki var, hepsi Sana fedâ olsun!» demiştir. Sahâbî böylece; «Fenâ fi’r-Rasûl» mertebesine vâsıl olmuştur. Kalbî merhaleler kat etmeleri için, Allah Rasûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-, bu muhabbet kıvâmını ashâbından bizzat talep etmiştir.
Nitekim bir gün Hazret-i Ömer;
“–Canımdan sonra en çok Seni seviyorum, yâ Rasûlâllah!” diyerek muhabbetini ifade ettiğinde, Fahr-i Kâinat -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;
“–Hayır, ben sana canından da sevgili olmalıyım!” buyurmuş, Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- da hemen;
“–O hâlde Sen’i canımdan da çok seviyorum yâ Rasûlâllah!” demişti. (Buhârî, Eymân, 3)
Gerçek muhabbet, gerçek sevgi işte budur!
Suyun ekseriyetle mâî (sıvı) oluşu, temas kurduğu şeyleri bünyesine katmasına sebep olur. Bu husûsiyet; onun, yapısına kıymetli minerallerin katılıp bir menbâ suyu olmasına vesile olabilir, kirlenip çamurlaşmasına da sebebiyet verebilir.
İnsan da fâsıklarla düşüp kalkarsa onlardan kalbî ve mânevî tesirler alır. Sâdıklarla ve sâlihlerle beraber olursa, onlardan in‘ikâs ve insibağ alır.
Su, toprakla bulandıkça yapışkan bir çamur olur. Yapışmak ve kopmamak insanın sadâkat duygusunu ve bağlılığını gösterir. İnsanın inat, ısrar ve kararlılık gibi husûsiyetleri; yapısındaki bu mâî vasıfla alâkalıdır. İnsan, tab‘ındaki ünsiyet hasletini faydaya tevcih etmelidir.
Fâtiha’da duâ sûretinde bu tevcih tâlim buyurulur:
“Bizi kendilerine nimet verdiklerinin yoluna (Yani peygamberlerin, sıddîkların, şehidlerin ve sâlihlerin yoluna) ilet, gazaba uğramışların ve sapıtmışların yoluna değil!..”
Bazı sular, geçtiği yerlerden aldığı tuz ve minerallerle acı bir su hâline gelir. Diğerleri ise mâ-i zülâl denilen tatlı bir su olur. Zâhirinden ise bu anlaşılmaz.
Hazret-i Mevlânâ şöyle anlatır:
TATLI ve ACI SU
“Birbirine zıt olan her iki şeyin, şeklen birbirine benzemesi mümkündür. Acı suyun da, tatlı suyun da berraklığı, duruluğu vardır. Şunu iyi bil ki, tatlı suyu, acı sudan ayırt edecek kişi; ancak zevk sahibi olan, onları tadabilen kişidir.”
Kimi insanlar deryâ gözükür fakat zehir gibi acıdır. Kimi insanlar mahviyet içinde küçücük görünür fakat baldan tatlı bir güzelliğe mâliktir. Su, her şeye misaldir.
Cenâb-ı Hak da, insana; dış görünüşüne, fânî apoletlerine, kasasında depoladığı paraya veya zihninde depoladığı bilgiye göre değer vermez. Kalbî durumuna ve takvâsına göre kıymet verir…
Nitekim, ikisi de ilim sahibi olan iki zümreden kalbî farka göre şöyle bahsetmiştir:
• İlmiyle âmil olmayan ilim adamları hakkında;
“Kitap yüklü merkepler!..” (el-Cum‘a, 5);
• İlmiyle âmil, ihlâslı âlimler hakkında;
“Allah’tan, kulları içinde ancak ilim sahibi olanlar (lâyıkıyla) korkar.” (Fâtır, 28) buyurulmuştur. Aradaki fark ihlâs ve takvâ farkıdır.
Hazret-i Mevlânâ; zâhirinde birbirine benzeyen iki grubu, su misâliyle anlatmaya devam eder:
“İnanan kişi, işlerini Allah emretti diye yapar. İnanmayan kişi ise mücadele ve gösteriş olsun diye yapar. Böyle inatçı kişilerin başlarına toprak saç.
O münafık; gerçek mü’minle beraber namaza gelirse de, onun gelişi ibâdet için değil gösteriş içindir.
Dünyada acı ve tatlı denizler bulunmaktadır. Aralarında bir berzah vardır, onların karışmalarına engel olmaktadır.”
Hazret-i Mevlânâ, şu âyet-i kerîmelere atıfta bulunmaktadır:
“İki denizi birbirine kavuşmak üzere salıvermiştir.
(Fakat) aralarında bir engel vardır; birbirine geçip karışmazlar! (Kendi yapılarını muhafaza ederler.)” (er-Rahmân, 19-20)
Kıyâmette; «Ayrılın!» emri gelinceye kadar, dünyada hâlis ile sahte bir arada bir müddet benzermiş gibi görünebilir. Fakat ilm-i ilâhîde onlar hiç karışmaz. Mü’min de firâsetiyle, takvâ neticesinde Cenâb-ı Hakk’ın lutfedeceği «furkān» yani hak ve bâtılı tefrik edebilme melekesiyle sahteyi, hâlisten ayırabilir.
Bu hikmetli teşbihin, hakikati de bir Kur’ân mûcizesidir:
Araştırmalar; boğazlar gibi yerlerde birbirine temas eden farklı tuz yoğunluklarındaki suların birbirine doğrudan karışmadığını, kendi yoğunluğunu muhafaza ettiğini göstermiştir.
UMMÂNA DOĞRU
Su da diğer maddeler gibi arzın çekimine tâbîdir. Bu sebeple aşağıya doğru akar. Akışlar hep denizlere doğrudur.
Suyun bu hâli, bir vahdet dersi gibidir. Her katre, deryâda fânî olma iştiyakıyla hep yol almaya çalışır. Eğer bünyesi kirlenir, akışkanlığını kaybederse, bu yoldan kalır.
Katre ve umman; vahdet ve kesreti anlatmak için, Hak dostlarına da mükemmel bir teşbih ve istiâre malzemesi olmuştur. Katre ummâna dâhil olduktan sonra, kimse bizzat «o» damlayı tekrar tespit edip çıkaramaz. Artık katre, umman olmuştur. Ferdiyeti sona ermiş, ummanda fânî olmuştur. Bu hiçliğin idrâkidir. Sevenin sevilende fânî olmasıdır. Tevâzûdur.
Ârif zâtlar;
Sen çıkınca aradan,
Kalır seni Yaradan.
buyurmuşlardır. Yani bir kul, nefsinin hevâ, heves ve ihtiraslarını bertaraf edip rûhânî istîdatlarını inkişâf ettirdiği zaman; Hakk’a râm olur, ilâhî ahlâk ile ahlâklanır, Cenâb-ı Hakk’ın dostu olur. Bu hâl, âdetâ Sakarya’nın Karadeniz’e döküldükten sonra artık Sakaryalığının kalmaması gibidir. Zira o, artık Karadeniz’de kaybolmuştur.
Suyun yönü aşağıya doğru gibi görünse de, aslında onu ilâhî tanzim dâimâ göklere doğru çeker. Pınarlarda yer altı sularını muazzam bir kuvvetle yukarı fışkırırken görürüz. Yine bir ağacın damarlarındaki suyu hangi pompa metrelerce yukarı taşımaktadır? Tebahhur eden su da yukarı doğru süzülür gider. Böylece semâda Akdeniz hacminde su kütlesi gezer de, Cenâb-ı Hak; nereye yağdırılmasını emrederse oraya, zarif bir şekilde damla damla yağar.
Suyun tebahhur macerası bambaşka bir tefekkür vesilesidir. Su yeryüzünde nice yerler dolaşır. Kirlenir. İnsanın vücudundan geçer. İdrar olur, ter olur, gözyaşı olur… Mahlûkattan da geçer. Onu ceylânlar da içer, akrepler de içer… Şifâ olur, zehir olur… Çamur olur, kir olur… Sonra güneş onu buharlaştırır. Semâya çeker alır ve temizler. Geçtiği onca yerin ârızasından arınır, tekrar yeryüzüne yine rahmet olarak iner.
Hikmette derinleşmek için tefekkür edelim;
Bir bardak su; kim bilir kaç milyar sefer yukarı semâya çıkmış ve inmiştir, bilemiyoruz. Tâdâd etmek dahî mümkün değildir.
Yaratıldığından bu yana bir damla suyun arşivi tutulsaydı; nerelerden geçtiği, nelere vesile kılındığı, nelere şahitlik ettiği yazılmak istenseydi, kütüphânelerce evrak kâfî gelmezdi.
Fakat ne büyük kudrettir ki, bunların hepsi Cenâb-ı Hakk’ın takdir ve tanzîmidir.
Tebahhurdaki bir başka sır:
Denizler tuzludur. Güneşin tebahhur ettirdiği suların da büyük ekseriyeti deniz sularıdır. Fakat yağmur, tuzlarından arınmış tertemiz bir sudur. Yani Cenâb-ı Hak gökyüzüne bir rafineri kurmuştur ve bizler için sürekli tatlı ve temiz bir su göndermektedir.
Cenâb-ı Hak;
“Ya o içtiğiniz suyu gördünüz mü? (Bir de onu düşünün!)
Onu buluttan siz mi indirdiniz, yoksa indiren Biz miyiz?
Dileseydik onu tuzlu yapardık. Şükretmeniz gerekmez mi?” (el-Vâkıa, 68-70) buyurmaktadır.
Cenâb-ı Hakk’ın sayısız, nâmütenâhî nimetleri içinde, su en azizidir. Ayrıca sudan istifade etmeyen, ondan müstağnî kalabilen yoktur.
Eskiler darb-ı mesel olarak sevdiklerine ve kendisine küçük bir iyiliği dokunanlara teşekkür kabîlinden şöyle duâ ederlerdi:
“Su gibi aziz olasın!”
Şu âyet-i kerîme nâzil olmuştu:
“Sonra o gün (dünyada yararlandığınız) nimetlerden elbette ve elbette hesaba çekileceksiniz.” (et-Tekâsür, 8)
Hiçbir şeyi olmayan muhtaç bir sahâbî, bu âyet üzerine ayağa kalkarak;
“–Benim üzerimde (hesabı verilecek) nimetlerden bir şey var mı?” diye sordu.
Rasûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise;
“–(İstifade ettiğin) ağacın gölgesi, (ayağına giydiğin) iki nalin ve (içtiğin) soğuk su.” cevabını verdi. (Bkz. Süyûtî, VIII, 619)
Su aynı sudur. Fakat âdetâ bir kimya lâboratuvarı olan toprağın elinde su; çeşit çeşit renklere boyanır, türlü türlü şerbetlere dönüşür. En kıymetli ilâçlar da, en şiddetli zehirler de ekseriyetle su terkibiyledir.
İnsan da sudur. Şeyh Sâdî Şîrâzî;
“–İnsan nedir?” suâlini;
“–Bir kaç damla kan, bin bir endişe!..” diye cevaplandırmıştır.
Gül de suyun terkibindendir, kaktüs ve zehirli bitkiler de yine suyun terkibindendir.
Aynı suyla sulanan toprakta; acı zeytin de yetişmekte, tatlı incir de…
Hak için damlayan gözyaşı da sudandır, zehir olarak çıkan idrar da sudandır.
Her şey gibi, suyun da bir kaderi var… Günahkârların içkisine sermaye olan da su, ihlâsla alınan abdestte insana mânevî ferahlık veren de su…
Suyun kaderini bu güzel yahut çirkin manzaralardan birine sevk eden nedir? Sırr-ı ilâhî!..
Ya aslı «mâ-i mehîn: Değersiz bir su» olan insanın kaderi?
Su, bâtınî hikmetleri görmemize de vesile…
Cenâb-ı Hakk’ın tebligatları, tâlimatları bir yağmur gibidir… Bunlara gönlü açıp feyz ve rûhâniyetinden istifade edilirse, ahsen-i amel sûretinde tatbik edilirse, rûha büyük ferahlık kazandırır. Gönülde çiçekler açar, meyveler verir.
Fakat ilâhî vahyin bereketli yağmurundan uzak kalınırsa, gönül çoraklaşır. Tam zıddı istikamette, şer ve günah yolunda yürünürse, nefsânî rüzgârlarda ve şeytânî fırtınalarda kalınırsa, o zaman rûha kasvet çöker. Kalp çölleşir. Rûhânî istîdat tohumları çürür yahut şeytan kargalarına yem olur.
Yani insanın mânevî yolculuğunun kaderi, aldığı mânevî tesirlere göre şekillenir. Şifâ olabilecek bir su, zehir olur. Veya zehir olabilecek bir su, şifâ olur.
Hakikaten eşya ve hâdisâtın asıl hükmü, temelindeki niyet ve ilâhî rızâya muvâfakatiyle kıymet kazanır yahut kaybeder.
Bir kātille bir gazi, zâhiren aynı işi yapmış gibidirler yani adam öldürmüşlerdir. Fakat biri Allah için, din, vatan, kardeşlik ve namus için düşmanı bertarâf etmek yolunda, fedâkârâne gayret ile; ölürse şehâdet, kalırsa gazilik şerefine nâil olur. Diğeri ise, Allâh’ın yarattığı bir cana haksız yere kıymanın cezasını iki dünyada en ağır şekilde öder.
Zânî ile nikâhlı kişinin hâli de böyledir. Zinâ; «Ne çirkin yol!» denilen bir felâket iken, nikâh; «Göz nûru nesillerin yetişeceği bir muhabbet ve merhamet yuvası»nı teşkil eder.
Helâlinden bir ticaret hayatıyla, diğer taraftan haramdan gelen kazanç da böyledir. Helâl kazanç; yendiğinde helâl lokma olur, rûhâniyet verir, şifâ ve rahmet olur; infâk edildiğinde cennetin anahtarı olur. Haram ise Allâh’ın harp ilân ettiği bâtıl kazançtır. Kalbe zehirdir. Âhirette hüsran sebebidir.
Mîras taksimâtında ilâhî talimatlara riâyet edilmez de haksızlık yapılırsa bu da bir zulüm ve haksız kazanç olur ki vebâli büyüktür. Sûre-i Nisâ’da mîras ahkâmı bildirildikten sonra şöyle buyurulur:
“Kim Allâh’a ve Peygamberine karşı isyân eder ve (mîras ve benzeri hükümlerle koyduğu) hudûdunu aşarsa Allah onu, devamlı kalacağı bir ateşe sokar ve onun için alçaltıcı bir azap vardır.” (en-Nisâ, 14)
Ezcümle;
Suyun kaderi gibi her şeyin müsbet ve menfî kullanışa göre neticesi vardır. Müsbet kullanılan ömür, cennet yolcusu ederken menfî ömür de cehennem yolcusu eyler.
LATİF KUVVET
Su latif, yumuşak bir varlıktır. Fakat ısrar ile aynı noktaya vurduğunda mermeri deler, taşları oyar. Tekrar ve ısrarın, hayatta en büyük zorlukları dahî yenmeye çare olacağına misal olur.
Su bazen, sessiz bir kuvvettir. Demiri paslandırır, duvarları yıkar. Su, kolayca engellenebilirmiş gibi görünür, hâlbuki onun ince yapısını tam mânâsıyla durdurmak çok zordur. Buz olur asfaltı patlatır. Mânilerin etrafını dolaşır, fakat maksûduna ulaşır. Bu da, gayeye didişerek, sertlikle değil latif bir sûrette ulaşmanın dersini verir. Bu sebeple, Cenâb-ı Hak; firavun gibi bir tâğûta tebliğe giden Hazret-i Musa ve Harun’a şöyle buyurmuştur:
“Ona «kavl-i leyyin: Yumuşak söz» söyleyin, olur ki öğüt alır yahut korkar.” (Tâhâ, 44)
Zira evvelâ kalbi yumuşatmak lâzımdır. Maddî âlemde katı toprak, un ve benzeri şeyler, hep su ile yumuşatılır, yoğrulabilecek hâle getirilir. Fakat bu, tavizkâr bir yumuşaklık değildir. Nitekim âyette Firavun’un «öğüt alması ve korkması» hedef olarak belirtilmiştir ki, bunlar sözün mahiyetinin yine îkaz ve korkutucu olmakla birlikte, sadece üslûbunun yumuşak olacağını tavzih eder.
Latif bir madde olan suyun, müthiş bir kabiliyeti de ateşleri söndürmesidir. Yine bir sırdır ki, suyun yapısını meydana getiren oksijen yakıcı; hidrojen de kendisinden son derecede tehlikeli bombalar yapılan yanıcı bir maddedir. Oksijensiz bir ortamda ateş yanmadığı malûmdur. İlâhî kudret ve sanat, bu iki maddeden latif bir madde olan suyu yaratmış ve onu ateşin baş düşmanı eylemiştir.
Bu hakikatten de Hak dostları, insana dair zarif nükteler elde etmişlerdir:
İnsan acziyete düştüğünde gözyaşı döker. Eğer o hiçlik idrâki içinde Mutlak Kudret sahibi Allâh’a sığınırsa, o gözyaşlarını tevbe tohumunun dibine dökerse, nefsin ateşini söndürür.
Hazret-i Mevlânâ buyurur:
NÂRI NURLA SÖNDÜR!
“Eğer sen nârın / ateşin şerrini gidermek istiyorsan, o ateşin şiddetine Hakk’ın rahmet suyunu dök. O rahmet suyunun kaynağı mü’mindir. Âb-ı hayat ise; ihsan ve iyilik sahibinin tertemiz olan rûhudur.”
Birçok hadîs-i şerifte ilâhî kelâm yağmura benzetilmiştir. O bereketli yağmur, nefsânî-şeytânî ateşleri söndürür, çorak gönülleri yeşertir. Böyle rahmete dönmüş ümmet de, bereketli bir yağmura benzetilmiştir.
İç dünyalarındaki nefsânî-şeytânî ateşleri söndürebilmiş olanlar, tamamen rahmet olurlar ve gönüllerinden rahmet taşırırlar. İnsanlığın çorak gönüllerine bereketli bir yağmur olarak rahmet tevzî ederler.
Hazret-i Mevlânâ buyurur:
“Ateşi su söndürdüğü için, ateş sudan kaçıcıdır.
Senin ham duygu ve düşüncelerin hep ateştendir. Peygamberlerin ve Hak dostlarının latif his ve fikirleri, sohbet ve telkinleri ise nûrânî bir su gibidir.
Onların o su gibi latif sözleri; ateşe damla damla düştükçe, ateşten cız, cız ses çıkar. Yani nefsinden itirazlar yükselir. O cızırdadıkça sen ona;
«Acımam sana! Öl, geber!» de. Böylece şu cehennem gibi olan nefsin soğusun.
Soğusun da, nefsinin ateşi senin rûhunun gül bahçesini yakmasın. Adâletini, ihsanını yok etmesin. Nefsinin ateşi söndükten sonra, gönül bahçesine ne ekersen biter. Lâleler, ak güller, güzel kokulu reyhanlar yetişir.”
Hazret-i İbrahim’in atıldığı ateş, o büyük peygamberin teslîmiyetiyle gülzâra dönmüştü. Tevbe eden, nefsinden uzaklaşıp teslîmiyetle Hakk’ın emirlerine sarılan kişi de, ihlâsı ve takvâsı nisbetinde, nefs ve şeytan ateşlerinden emin olacaktır. Hazret-i Mevlânâ buyurur:
“Allah yolunda ateşe girmek vardır. Lâkin ateşe atılmadan önce, kendinde İbrahimlik olup olmadığını araştır! (Takvânı ve teslîmiyetini gözden geçir!) Çünkü ateş seni değil, İbrahimleri tanır ve yakmaz!..”
Gözyaşı da kalpteki tevbe tohumunun ihtiyaç duyduğu sudur. Hazret-i Mevlânâ buyurur:
“Bir meyvenin yetişmesi için hararet ve su gerekir. Tövbenin kabulü için de bulut ve şimşek yani gözyaşı, iç yanışı ister. Gönül şimşeği çakmaz, göz bulutu yağmur yağdırmazsa, öfke ateşi, günah ateşi nasıl söner? Kavuşma şimşeğinin yeşilliği, yani ilâhî tecellî nûrunun parlaklığı gönülde nasıl belirir? Mânâ kaynakları nasıl coşup akar? Yağmurlar yağmasa gül bahçesi, yeşilliğe nasıl sır söyleyecek? Menekşe yaseminle nasıl ahidleşecek?”
Su temizleyicidir. İç dünyanın temizliği de gözyaşıdır:
“İçteki kiri su değil, ancak gözyaşı temizler.”
Suyun mânevî sırları da saymakla bitmez.
MUAMMÂ ŞEKİLLER
Su, buz hâline gelirken kristalleşir ve bu esnada kar tanelerinde gördüğümüz tarzda şekiller meydana gelir. Parmak izleri gibi eşsiz olan bu şekillerin sırrı tam olarak çözülebilmiş değildir.
Ancak araştırmalar göstermiştir ki; gerek bu kristallerin, gerek her su damlasının kendine mahsus bir şekli vardır ve bu şekil, etrafından tesir alarak meydana gelmektedir.
Güzel, huzurlu, latif söz ve ahvalde güzel şekiller ortaya çıkar.
Sert, çirkin, kaba söz ve davranışların olduğu hâllerde ise çirkin, biçimsiz, sert köşeli hatlar meydana çıkmıştır.
Seleften beri, suya duâ okuyup bereket ve şifâ aranması meşhurdur:
Ahmed bin Hanbel’in oğlu Abdullah anlatıyor:
“Babam, Rasûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in saçlarından bir tel alır, onu dudaklarının üzerine koyarak öperdi. Babamı, Allah Rasûlü’nün saç telini gözünün üzerine koyarken de görmüşümdür.
O, Rasûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in saç telini suya batırır ve o suyu içerdi. Bu suyla (teberrüken) Allah’tan şifâ dilerdi.
Bir gün babam, Rasûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in su kâsesini aldı, sonra onu bir kovanın içinde yıkadı ve ondan içti.
Yine o, şifâ niyetiyle zemzem suyundan içer, onu ellerine ve yüzüne sürerdi.” (Zehebî, Siyeru A‘lâmi’n-Nübelâ, Beyrut 1986-1988, XI, 212)
Buradan hareketle denilebilir ki, suyun o sır ve hikmet dolu yapısıyla kendisine okunan duâları bir şekilde, kendisinden istifade edene, şifâ ve huzur olarak transfer etmesi, ilmî bir hakikat olarak tespit edilebilir.
Suya dair bütün bu hakikatlerin bir de bâtını vardır. Hazret-i Mevlânâ, zâhirden bâtına geçmeyi tâlim etmek için şu misâli verir:
“Bir sûfî, neşelenip tefekküre dalmak için müzeyyen bir bahçeye gider. Bahçenin rengârenk tezyînâtı karşısında mest olur. Gözlerini kapayarak Cenâb-ı Hakk’ın bu hikmet tecellilerini murâkabe ve tefekküre dalar.”
“Orada bulunan gafil bir kişi, sûfîyi uyur zanneder. Ona;
«–Ne uyuyorsun? Gözünü aç da Allâh’ın rahmet eserlerine nazar et!» der.
Sûfî de ona şöyle cevap verir:
«–Ey heveskâr insan! Şunu iyi bil ki, rahmet-i ilâhiyyenin en büyük eseri gönüldür. Onun dışındakiler bu büyük eserin gölgesi mesâbesindedir.» Ancak hikmet zihinde değil gönülde tecelli eder.
Ağaçlar arasında bir dere akıp gider. Onun berrak suyunda iki tarafın ağaçlarının akislerini görürsün.
Su içine aksedip görülenler, hayâlî bir bağ-bahçedir. Asıl bağ ve bahçeler, gönüldedir. Çünkü gönül, nazargâh-ı ilâhîdir. Onların zarif ve latif akisleri, su ve çamurdan olan dünya âlemindedir.”
Edebiyattan bir vesile olarak istifade eden Hak dostları; gönül dünyalarındaki o eşsiz manzaraları seyrederek, suyun bu mânevî ve bâtınî manzaralarını ne güzel ifade etmişlerdir:
AHMED-İ MUHTÂR’IN YOLUNDAKİ SU
Edebiyatımızın yanık gönüllü şairi Fuzûlî; Peygamber Efendimiz’e yazılmış na‘tların en muhteşemi olarak tanınan kasîdesinde «Su» redifini kullanmıştır.
Saçma ey göz eşkden gönlümdeki odlâre su…
Kim bu denlû dûtuşan odlâre kılmaz çâre su…
“Ey göz (Allâh’ın yüce Rasûlü’nün muhabbetiyle) gönlümde (tutuşup alevlenmiş) ateşlere gözyaşından su dökme! (Gözyaşlarının kıymetini bil, onu israf etme! Onu aşk ateşini söndürmek için kullanmak israftır.)
Çünkü bu (son) derece (aşk hararetiyle) tutuşmuş olan ateşlere su (dökmek) çare değildir. (Bu aşk ateşi sönmez!)”
Çünkü su, ateşe perde olup, onu oksijenden uzak tutabilirse onu söndürebilir. Az bir su, kuvvetli bir ateşe karşı bunu yapamayacağı gibi, kendisi ânında buharlaşır. Nitekim gözyaşı da, ilâhî aşkın ve nebevî muhabbetin gönüldeki hararetini azaltmaz, ziyadeleştirir.
Böyle bir yanışla, Fuzûlî her nereye baksa, Peygamber Efendimiz’e vuslat iştiyâkını seyr ü temâşâ eder ve şöyle der:
Hâk-i pâyine yetem dir ömrlerdir muttasıl,
Başını daşdan daşa urup gezer âvâre su…
“(O rahmet Peygamberi’nin) ayağının (değdiği, gezip dolaştığı, mübârek) toprağına ulaşayım diye, su(lar), hiç durmadan ömürler boyu baş(lar)ını taştan taşa vurarak âvâre (ve meclûb bir şekilde) akmaktadır.”
Fuzûlî; suyun temizleyici olma husûsiyetini de onun, Peygamber Efendimiz’in yoluna ittibâ etmesine bağlayarak şöyle der:
Tıynet-i pâkini rûşen kılmış ehl-i âleme,
İktidâ kılmış tarîk-ı Ahmed-i Muhtâre su…
“Su Hazret-i Muhammed -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in yolunda fedâ-yı cân eylemiş (ve bu hâli ile) dünya halkına temiz yaratılışını açıkça göstermiştir.”
Cenâb-ı Hak, bizleri; «İkra’!» emrine uyarak, her zerrede ilâhî kudret akışlarını okuyabilen ve tefekkürden îmân anahtarı olarak istifade edebilen kullarından eylesin.
Bizlere; Âlemlere Rahmet olan Peygamberimiz’in yolunda, insanlığa rahmet tevzî edebilen, rahmet ümmeti olabilmeyi nasip ve müyesser eylesin!..
Âmîn!..