RÛHUN KANSERİ: BENLİK ve KİBİR

YAZAR : Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi

mevlana-sayı-118
Hazret-i Mevlânâ’nın Gönül Deryâsında Sır ve Hikmet İncileri

KİBİRLİ FARE

Hazret-i Mevlânâ; insanın acziyetine bakmadan, hiçliğini idrâk edemeden, enaniyet dâvâsına kapılmasını şu hikâye ile tasvir eder:

Küçük bir fare kocaman bir devenin yularını kapmış, eline almış, kibir ve gururla kurula kurula gidiyordu. Deve; uysal tabiatı sebebiyle, onunla yol alıp giderken fare, kendi küçüklüğünü göremeden;

“–Meğer ben ne müthiş bir pehlivanmışım, develeri sürükleyebilecek bir yiğitmişim!” diye böbürleniyordu.

Gide gide bir nehrin kenarına geldiler. Nehri gören fare, kibrinin şaşkınlığı içinde donup kaldı. Onun kibrinin farkında olan deve ise, mânidâr bir şekilde;

“–Ey dağda, ovada bana arkadaşlık eden! Neden durakladın? Haydi, yiğitçe nehrin içine gir. Sen benim kılavuzum değil misin? Yol ortasında böyle şaşırıp kalmak, sana yaraşır mı?” dedi.

Mahcup düşen fare, kekeleyerek şöyle cevap verdi:

“–Arkadaş! Bu su pek büyük, pek derin bir su; boğulurum diye korkuyorum.”

Deve suyun içine girip;

“–Ey kör fare! Su diz boyu imiş, korkmana gerek yok!” dedi.

Fare çaresiz ve mahcup itirafına devam etti:

“–Ey hünerli deve! Nehir sana göre karınca, bize göre de ejderhâ gibidir. Çünkü dizden dize fark vardır. Benimki gibi yüz tane dizi üst üste koysak, ancak senin bir dizin eder.”

Bunun üzerine akıllı deve, fareye şu nasihatte bulundu:

“–Öyleyse, gurur ve kibre kapılıp bir daha terbiyesizlik etmeye kalkma; haddini bil! Bu yaptığını hoş görmeme aldanıp şımarma; çünkü Allah, şımaranları sevmez!..

Var git; sen, kendin gibi farelerle boy ölçüş!”

Artık, iyiden iyiye gerçeği anlayıp utanmış bulunan fare;

“–Tevbe ettim, pişman oldum. Allah için olsun şu öldürücü, şu boğucu sudan beni geçir!” diye yalvardı.

Böylece deve, yine merhamet edip ona acıdı da:

“–Haydi! Sıçra da hörgücümün üstüne çık, otur! Bu sudan geçmek veya başkalarını geçirmek benim işimdir. Zira vazifem, senin gibi yüz binlerce âcize hizmetten ibarettir.” dedi ve fareyi nehrin öbür tarafına geçirdi.

Hazret-i Mevlânâ’nın Mesnevî’de anlattığı bu hikâyede fare; başından büyük işler görmeye kalkışan, kendini başkalarından üstün gören, böbürlenen bir kişinin sembolüdür. Deve ise; sabırlı, tecrübeli, hünerli ve kâmil bir insanın remzidir.

Hazret-i Mevlânâ bu kıssadan çıkarılması gereken nükteleri de yine kendisi şöyle ifade buyurur:

İBLİSİN HASTALIĞI

“İblis, önceleri melekler arasında büyük tanınmış, kendini üstün görmeye alışmıştı. Bu alışkanlığı yüzünden şımardı ve Allâh’ın emrinin azamet ve haşmetinin farkına varmadı; Âdem -aleyhisselâm-’ı hakîr, aşağı gördü. Böylece aşağıların aşağısı bir âkıbete dûçâr oldu…”

Cenâb-ı Hak, iblise; “Âdem’e secde et!” dedi. O ise, kibrinden ötürü, Allâh’ın verdiği akılla, Allâh’a karşı cidâle girişti. “Ben ondan üstünüm, ben ateşten yaratıldım, o ise topraktan yaratıldı.” gibi anlamsız itirazlarda bulundu.

Hâlbuki; Allah Teâlâ ona; “Secde et!” demişti;

“Sen mi üstünsün, insan mı üstün?” diye sormamıştı.

“Ateş mi üstün toprak mı üstün?” diye de sormamıştı.

İblis; itaatsizliğinden sonra tevbe etmek, pişman olmak yerine, ahmakça gururu sebebiyle inatla suçunu müdafaa etme yolunu tuttu. Gazab-ı ilâhîye ve sonsuz cehenneme bu kibir sebebiyle dûçâr oldu.

Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“Bil ki, bakır, altın olmadıkça bakırlığını bilmez. Gönül de mânevî kıvâma ulaşmadıkça hatalarını görmez, süflîliğini anlamaz.

Ey gönül! Nefsin kibir ve gurur çukurundan kurtul da sen de bakır gibi kendisini cevhere dönüştürecek bir iksîre hizmet edip bir altın hâline gel! Gönülleri kuşatan sevgiliye hizmet et!..”

“Bu sevgililer, gönül sahibi olanlardır. (Kalb-i selîm sahibi Hak dostlarıdır.)”

İnsan; güç-kuvvet, zenginlik, ilim ve makam-mevkî gibi fânî üstünlüklere sahip olunca kendini büyük görme hastalığına düşebilir. Bundan kurtulmanın yolu, nefis tezkiyesidir. Çare; insanın hiçliğini tefekkür etmesi, tevâzu hasletini kazanması, sahip olduklarını da Hak’tan emânet bilerek şükrünü edâ etmeye çalışmasıdır.

Tevhid akîdesinin ortaklığa tahammülü yoktur. Zira Cenâb-ı Hak kibriyâ sıfatını Zâtına mahsus kılmıştır. Bu celâl sıfatına hiçbir varlığı ortak etmez. Kibir, kökü cehennemde olan bir rezilliktir. Kibir ehli, dünyada rezil olur. Âhirette de kalpteki zerre miktarı kibir dahî insanı cehenneme yuvarlar.

Tarih, bu hakikatin misalleriyle doludur:

EBREHE’Yİ GÖRMEDİN Mİ?

Efendimiz’in dünyayı teşrifinden az önce idi. Ebrehe Yemen’den kibir ve azametle çıktı. Maksadı Kâbe-i Muazzama’yı yıkmak idi. O zamanın tankları yerinde olan fillerle tahkim ettiği ordusunun karşısında durabilecek bir ordu da yoktu. Hedefine mağrur bir şekilde ilerlerken Cenâb-ı Hak onu ve ordusunu yenmiş ekin yapraklarına çevirdi. Fakat; aslanlarla, kaplanlarla, yılanlarla, akreplerle değil, yok kadar minik serçe kuşlarının attığı taşlarla perişan etti. Ebrehe’yi Mekke’de, Kâbe’nin civarında da helâk etmedi. Böylece Ebrehe kibirle çıktığı memleketine yaralı ve kahrolmuş bir şekilde döndü ve kendi insanına rezil-rüsvâ olduktan sonra ölüp gitti. Bu hâdiseyi bize Kur’ân-ı Kerim;

“Görmedin mi?” “İbret nazarıyla tefekkür etmedin mi?” buyurarak nakletmiştir.

Firavun ve Nemrut’un âkıbetleri de farklı olmamıştır. İlâhlık taslayan Firavun, küçük gördüğü Hazret-i Musa ve köle olarak gördüğü İsrâîloğullarını kahretmek için takip ederken Kızıldeniz’de boğuldu.

Hazret-i İbrahim’in peygamberliğini inkâr eden; “Ben de öldürür ve diriltirim!” deme küstahlığında bulunan kibirli Nemrut ise, bir topal sineğe mağlûp oldu.

Mevlânâ Hazretleri buyurur:

“Ey ekmek uğruna îman cevherini zaafa uğratan, ey bir arpaya bir hazineyi satan zavallı! Nemrut, gönlünü İbrahim’e râm etmedi ama, canını bir sivrisineğe teslim etti.”

Kibirden muhafaza olan Hazret-i Musa ve Hazret-i İbrahim ise Allâh’a sığındılar, O’ndan yardım istediler ve Allâh’ın inâyetiyle yükseldiler, muvaffak oldular. Zaferlerini yine Allah’tan bildiler. Tarihe hüsran ile değil, hayırlarla geçtiler.

Cenâb-ı Hakk’ın büyüklük taslayanları kahredişinin yakın tarihlerde de birçok misâli vardır:

KAHRIN TEKERRÜRÜ

Meselâ 1912 yılında, okyanusu aşmak için yapılan «Titanic» adlı devâsâ gemi için, gurur ve kibir şaşkınlığı içinde; “Bu gemiyi hiçbir güç batıramaz!” denildi. Gemi daha ilk seferinde bir buz dağına çarparak okyanusun derinliklerine gömüldü.

Yine 1986’da uzaya gönderilmek istenen ve «Challenger» yani «meydan okuyan» adı verilen uzay mekiği, fırlatıldıktan 73 saniye sonra gökyüzünde infilâk edip paramparça oldu.

Kibrin en çirkin tezâhürlerinden biri, hak ve hakikati söyleyenlere karşı kibirlenmektir. Nitekim Firavun ve Nemrut gibi, Ebû Cehil ve avenesi de kendilerine hakikatleri getiren Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e kibirlerinden dolayı inanmadılar. İlk müslümanların fakir-fukarâ, köle ve zayıf kişilerden oluşması da onların kibrine dokundu.

KİBİR: EN BÜYÜK NASİPSİZLİK

Ebû Cehil, Ebû Leheb ve Ümeyye bin Halef gibi zavallılar; aslında asr-ı saâdette doğmak, Hazret-i Peygamber’in muâsırı olmak nasibine erişmişlerdi. Fakat kibirleri onları sahâbe olmak fazîletinden mahrum etti. Kahrolmuş İslâm düşmanları eyledi.

Bunun içindir ki ârif zâtlar şöyle buyurmuşlardır:

“Şu üç kişi, Allah dostu olamaz: Kibirli, cimri ve ahmak.”

Ebu’l-Hasan Harakānî Hazretleri de buyurur:

“İki kişinin dinde çıkardığı fitneyi şeytan bile çıkaramaz. (Bunlardan uzak durun.):

1. Dünya hırsına mağlûp, (mağrur, muhteris) âlim,

2. Kur’ân ve Sünnet’in muhtevâsına uzak ve bîgâne yaşayan (başına buyruk hareketleriyle ıslah edecek yerde ifsâd eden) ham sofu!”

Tarih boyunca; Hak dostlarına, ihlâslı âlimlere düşmanlık eden, kibir ve gurur ile onları kendilerinden aşağıda gören kişiler eksik olmamıştır. Hazret-i Mevlânâ onlara şöyle seslenir:

“Kibrin ve kinin başlangıcı; her türlü nefsânî arzulardan, bilhassa Kārun gibi bir zenginliğe ve dünyevî isteklere karşı duyulan aşırı sevgidendir. Bu aşırı arzuların gönle yerleşip kalması, kök salması da nefsin zaafındandır.”

İnsanın kendi varlığının ilâhî kudret karşısındaki muhtaçlığını, acziyetini, hiçliğini idrâk etmesi için, kendini tanıması şarttır. “Nefsini tanıyan, Rabbini tanır.” hakikatinin bir mânâsı da budur.

«Mârifetullâh»ın zirvesi olan Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hiçbir zaman övünmezlerdi. Ancak kendine ait sıfatları dile getirme zarureti olunca; Allâh’ın kendi üzerindeki nimetlerini sayar ve;

“Lâ fahre: Övünmek yok!” diyerek büyük bir tevâzua bürünürlerdi. (Tirmizî, Menâkıb, 1; İbn-i Mâce, Zühd, 37; Ahmed, I, 5, 281)

Hazret-i Mevlânâ şöyle der:

“Nefis çok övülmek yüzünden firavunlaştı. Sen, alçak gönüllü ol; mütevâzi ol; ululuk taslama. Elinden geldikçe kul ol; sultan olma.”

Tevâzu ve hiçlik şuurunun ne kadar mühim olduğunu şu kıssada görürüz:

«ENE! ENE!»

Ashâb-ı kiramdan Hazret-i Câbir -radıyallâhu anh- diyor ki:

Bir gün, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gittim ve kapısını çaldım. Rasûl-i Ekrem Efendimiz;

“–Kim o?” diye sordular.

“–Benim!” diye cevap verdim.

Bunun üzerine Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“–Ben, ben! (Öyle mi?!.)” diye tekrar etti. Galiba bu cevabımdan hoşlanmamıştı. (Buhârî, İsti’zân, 17)

Ârifler sultanı Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh-, bu hadîs-i şerifteki nükteleri gönül lisânıyla şöyle şerh eder:

“Birisi geldi, bir dostun kapısını çaldı. Dostu içeriden;

«–Ey güvenilir kişi, kimsin?» diye seslendi.

Kapıyı çalan;

«–Benim.» deyince, dostu;

«–Öyleyse git! Senin için henüz içeri girme zamanı değildir. Böyle bir mânevî nimetler sofrasında ham kişinin yeri yoktur.» dedi.

Ham kişiyi, ayrılık ve firak ateşinden başka ne pişirebilir? Nifaktan, ikiyüzlülükten onu ne kurtarabilir? O zavallı adam; kapıdan döndü, tam bir sene yollara düştü, dostunun ayrılığı ile yandı, yakıldı. O yanık âşık; ayrılık ateşi ile pişerek döndü geldi, dostunun evi etrafında yine dolaşmaya başladı. Ağzından sevgili dostunu incitecek bir söz çıkmasın diye, bin bir endişe içinde ve yüzlerce defa edep gözeterek kapının halkasını yavaşça vurdu. Dostu içeriden;

«–Kapıyı çalan kimdir?» diye seslendi.

Adam;

«–Ey gönlümü almış olan! Kapıdaki de sensin.» cevabını verdi.

Dostu:

«–Mademki şimdi «sen» «ben»sin. Ey «ben» olan, «ben»den ibâret olan, haydi gir içeri! Bu ev dardır; bu evde, iki «ben»i alacak yer yok­tur. İğneden geçirilecek bir iplik, ayrılır da iki iplik olursa, yani ucu çatallaşırsa iğne­den geçmez. Mademki sen tek katsın, birsin; gel bu iğneden geç!» dedi.”

Bu îzah, kibrin Allah dostu olmaya niçin mâni olduğuna da ışık tutmaktadır.

Hazret-i Mevlânâ şöyle devam eder:

“Ey nefsindeki benliği alt eden kişi! Gel, içeri gir. Sen, artık bahçedeki dikenler gibi gülün zıddı değilsin! Sen şimdi güllere şâh olansın!

Nefsini alçak gören kişiye, ne mutlu. Kendini üstün gören kimsenin de vay hâline!

Şunu iyi bil ki; bu kibir ve ucub, yani kendini üstün görme hâli kahredici bir zehirdir. Ahmaklar, bu zehirli şarabın sarhoşu oldukları için kendilerinde varlık hissederler. Bahtsızın biri bu zehirli iksirden içerse neşe ile bir an başını sallar. Sallar amma biraz sonra da insanlığa vedâ eder, rezil olur.

Ey aklı başında kişi! Şunu iyi bil ki; kılıç, boynu olan kişinin boynunu keser. Gölge ise yerlere serilmiştir. Boynu ve bedeni olmadığı için, onun yaralanması ve kesilmesi de mümkün değildir.

Ey doğruluktan sapmış kişi! Büyüklük taslamak, kibre, gurura ve ucba kapılmak, odunun üzerine ateş koymak gibidir. Böyle bir ateş üzerine sen nasıl gidiyor da kendini ateşe atıyorsun?

Dikkatle bak da gör; yerle bir olan gölgeler, hiç oklara hedef olabilir mi? Yerden başını kaldırıp varlık gösteren, böbürlenen kişi ise, oklara hedef olur. Çaresiz, oklar onu delik deşik ve perişan eder durur.”

Rabbimiz; bizleri kibir ve gururdan, benlik ve ucubdan muhafaza eylesin. Bizleri; hiçliğini idrâk ederek Cenâb-ı Hakk’a sığınan, nefsini tanıyarak Rabbini bilen, yeryüzünde tevâzû ile yürüyen, alçak gönüllü ve olgun kullarından eylesin.

Âmîn!..