FAYDA VEREN NASİHAT
LİSAN, NASİHAT İÇİN…

YAZAR : Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi

Kâinâtın her köşesindeki ilâhî azamet akışları ve kudret nakışları insana nice sırlar ve hikmetler söylemekte. Maksat, insanların öğüt alması. Âyette buyurulur:

وَيَضْرِبُ اللّٰهُ الْاَمْثَالَ لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَذَكَّرُونَ

“Öğüt alsınlar diye Allah, insanlara misaller getirir.” (İbrâhîm, 25)

O misaller, gönüllere ötelerden pencereler açtı. Niceleri o misalleri gördü, işitti, uyandı, dirildi ve istikamete girdi.

Bu sebeple Hazret-i Yûnus ve Hazret-i Mevlânâ gibi Hak dostları, insanları ince misallerle eğitmeyi kendilerine usûl eylediler.

Elbette; nasihati dinleyecek kulağın sağır olmaması, öğütlere muhatap olan kalbin ölü olmaması, aklın da ahmak olmaması şartıyla.

Aksi hâlde en tesirli sözden ne fayda!..

Mânen sağır bir kulak, mânen ölü bir kalp ve ahmak bir akıl için en kıymetli nasihatler de, en müessir misaller de nâfile! Ne ilim, ne zekâ, ne lisan, ne beyan… Cûdî Efendi’nin dediği gibi:

Hidâyet Sen’den olmazsa dirâyet n’eylesin yâ Rab!
Arapça bilse de Bû Cehl’e âyet n’eylesin yâ Rab!

“Yâ Rabbî, Sen hidâyet lutfetmezsen, anlayış kudreti ne işe yarar?!. Arapça bilse de Ebû Cehil’e işittiği âyetler ne fayda versin.”

Kalbi ölü, vicdanı katı, gözü kör eden kin, haset, nefret gibi habis duygular ve yalan, fısk u fücur ve zulüm gibi büyük günahlar; kara bulutların, azametli güneşe perde olabildiği gibi, insan ile hidâyetin, hikmet ve nasihatlerin arasına girerler. O kara bulutları dağıtacak yegâne çare ise, samimî tevbe yağmurlarıdır.

O zaman nasihatler fayda verir. Misaller rahmet olur. İşte bu çerçevede Hazret-i Mevlânâ, nasihat ve faydası üzerine şu hikâyeyi anlatmaktadır:

SIRLI ÜÇ ÖĞÜT

Kuşun biri, hile ve tuzakla yakalanmıştı. Kuş, kendini yakalayana dedi ki:

“–Ey efendi! Sen hayatında birçok sığır ve koyun yemişsindir; birçok deve de kur­ban etmişsindir! Sen onların etleriyle dahî doymadın, benim bedenimle mi doyacaksın?!. Beni serbest bırak da, sana üç öğüt vereyim. Vereyim de, bil bakalım akıllı mıyım, aptal mıyım?

O üç öğüdümün birincisini senin elinde vereyim, ikinci öğüdümü damın üstünde vereyim. Üçüncüsünü de ağacın üstüne konunca söylerim. Sen, bu üç öğüt sayesinde mesut olursun! Elinde iken vereceğim öğüt şudur:

«Olmayacak şeye, kim söylerse söylesin, inanma!»”

Kuş o değerli olan ilk öğüdü söyleyince, kendini yakalamış olan el gevşedi, âzâd oldu, uçtu ve duvarın üstüne kondu. Orada ikinci öğüdünü söyledi:

“Bir de geçmiş gitmiş şeye gam çekme! Bir şey senden geçip gittikten sonra, onun hasretini çekme! Geçmişe acımak, geçmişe hasret duymak yanlış bir iştir; giden geri gelmez! Onu yâd etmek de boş şeydir!”

Ondan sonra dedi ki:

“–İçimde on dirhem ağırlığında çok kıymetli, eşi bulunmaz bir inci vardır! O inci, seni de, çocuklarını da devlete ve saâdete kavuştururdu! Fakat, kısmetin değilmiş; dünyada eşi bulunmayan o inciyi kaçırdın!”

Bunun üzerine avcı feryâd u figān etmeye koyuldu. Kuş, avcının bu hareketi üzerine;

“–Sakın; «Geçmiş bir şeye gam çekme!» demedim mi!?.” dedi.

“Mademki inci elinden gitti, neden gam çekiyorsun? Sözümü anlamadın mı?!. Yahut sağır mısın? Sonra, bir de sana; «Olmayacak şeye sakın aldanma!» demedim mi!?.” dedi. Ve devamla;

“–A aslanım; benim kendim üç dirhem gelmez bir serçe kuşu iken, içimde on dirhemlik inci nasıl bulunabilir?”

Adam kendine geldi de;

“–Pekiyi!” dedi. “Haydi, o üçüncü öğüdü de söyle!”

“–Evet!” dedi kuş. “Öbür öğütleri tuttun da, üçüncüsünü sana bedava söyleyeyim, öyle mi?!.

Gaflet uykusuna dalmış bir bilgisize öğüt vermek, çorak bir yere to­hum ekmektir! Yahut çölü sulamak gibidir. Ahmaklığın, bilgisizliğin yırttığı şeyi, artık hiçbir yama tutmaz! Ey öğütçü; oraya hikmet tohumu pek ekme!”

Hikâyede, insanın dinlediği nasihatleri değerlendiremeyişi, gaflet ve hamâkat içinde az evvel işittiği sözün dahî hakikatini idrâk edemeyişi; tebessüm ettirici, fakat düşündürücü bir şekilde temâşâ edilmekte. Fakat bu hikâyeye gülüp geçen birçok insan, aynı hâlin içinde yaşar.

Gafil insan; eşi, dostu, akrabası birçok insanın vefat haberini alır. Fakat ölümü, o sessiz vâizi bir türlü dinlemez. Son nefes için, âhiret yurdu için çalışmaz… Ezanları işitir, ayağı camiye gitmez. Feryatları duyar, yardım etmez. Sohbetleri duyar, âyetleri, hadisleri ezbere bilir, hattâ, böyle güzel hikmetli sözleri mesajlar hâlinde eşine dostuna gönderir, devrimizin tabiriyle paylaşır, fakat kendisi o hakikatlerle amel etmez.

Hikâyeden murâd edilen bir hikmet de şudur:

AKIL KÂFÎ DEĞİL

Hikâyedeki adam da, verdiğimiz misallerdeki benzerleri de akıl taşıyan insanlardır. Toplumda, Hakk’a yahut halka karşı suç işleyen insanların, «akılsız» oldukları söylenemez. Zekâ taşımadıkları, bilgisiz oldukları da iddia edilemez. Demek ki, nasihatlerden istifâde edebilmek için akıl yeterli olmamakta. Aklı aşan inanç, muhabbet, teslîmiyet ve itaat gibi duygulara ihtiyaç bulunmaktadır.

Ayrıca, nasihate, insana kendi aklının yetmemesinden ihtiyaç duyulur. Zira darb-ı meselde geçtiği üzere; “Akıl, akıldan üstündür.”

Âyet-i kerîmenin ifadesiyle;

وَفَوْقَ كُلِّ ذٖ۪ى عِلْمٍ عَلٖ۪يمٌ

“Her ilim sahibinin üstünde daha iyi bilen birisi vardır.” (Yûsuf, 76)

Nasihate ihtiyaç duymadığını düşünmek, kibir ve gururdan kaynaklanan bir hamâkattir. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, tebliğine başladığı zaman; Mekke’nin ileri gelenlerinden birçoğu, Efendimiz’in asil bir aileden gelse de fakir ve yetim oluşundan dolayı, O’nun davetine icâbet etmeyi gururlarına yediremediler. Taassup göstererek hakikatin düşmanı oldular.

Mü’minler ise, dâimâ sohbet ve nasihate aç ve muhtaç olduklarını müdriktirler. Âyet-i kerîmede;

وَذَكِّرْ فَاِنَّ الذِّكْرٰى تَنْفَعُ الْمُؤْمِنٖ۪ينَ

“Sen yine de öğüt ver. Çünkü öğüt mü’minlere fayda verir.” (ez-Zâriyât, 55) buyurulmuştur.

Kâmil mü’minler sözün hakikatine bakarlar; söyleyenin yaşına, mevkiine değil. Menkıbelerden biliriz ki, kimi zaman koca bir insan, küçük bir çocuğun nasihatiyle intibâha gelmiştir. Azametli sultanları; bir derviş yahut bir âlim, bir tesirli sözle hatalı davranmaktan alıkoyabilmiştir.

Bu hususta nasihat verenin de dikkat edeceği hususlar vardır:

SICAK ve SAMİMÎ

İnsandaki benlik ve nefsâniyet; nasihate karşı tepkili olabileceği için, öğüt ve hatırlatmaların bilhassa ilk kez hitâb edilecek kimselere, umumiyetle yumuşak olması emredilmiştir. Firavun’u hakikate davet etmek için gönderilen Hazret-i Musa’ya «kavl-i leyyin» ile konuşması emredilmiştir.

Bu yumuşaklık, sadece lâfızda değil, nasihati veren kişinin kalbinde de bulunmalıdır.

Çünkü;

Nasihat veren kimse, kendini sanatkâr bir tamirci gibi düşünmelidir. Tamirciye eşyanın bozuğu gelir. Eşya bozulmamış olsa veya tamirciye getirilmese o, mesleğini icra edemez. Bozulan eşyalar; bu sebeple, tamirci için bir nimettir. Tamircinin mahâreti, tamir ettiği eşya ile ölçülür. Aynı şekilde günahlarla zedelenmiş insanlar da nasihat ve irşadlarına muhtaç oldukları gönül dergâhlarına koşarlar. Onları hakîr görmek, küçümsemek veya kapıdan kovmak bir tarafa, hakikî tebliğ eri; şefkat dolu yüreği ve nârin elleriyle bu çaresiz güvercini ürkütmeden gönül sarayına alarak tedâvi etmelidir.

Tebliğcinin, muhâtabının rû-huna sirâyet edebilmek için bir damar arayıp bulması şarttır. Unutmamalıdır ki; günahkârların kirlerini arıtmakla meşgul olmak, kişiyi Allâh’a yaklaştırır. Zira ihyâ olmasına vesile olduğu insanların hayırlı amellerinden silsile hâlinde kendisine de sadaka-i câriye kapısı açılmış olur.

Eğer bu mânevî tedâvi vazifesinde muvaffak olamıyorsa hatayı muhâtaptan önce kendinde aramalıdır. Tamirci ehil değil, ham ise; yani daha kendinin tamire ihtiyacı varsa, önüne gelen eşyayı ancak ziyan eder. Sevap ararken, vebal yüklenir.

Ebu’l-Hasan Harakānî Hazretleri buyurur:

“İki kişinin dinde çıkardığı fitneyi şeytan bile çıkaramaz:

1. Dünya hırsına mağlûp âlim,

2. Kur’ân ve Sünnet’in muhtevâsına uzak ve bîgâne yaşayan ham sofu!”

Kısacası olgun mü’min, hizmet ve tebliğ ehlidir. Fânî varlığından sıyrılmış bir hâlde kendisi­ni hizmet kervanının en gerisinde kabul eden bir gönül neferidir. O; dertlilerin ve hastaların yanında, mâtemlilerin civarında, ümitsizlerin başucunda, muzdarip ve yalnız kalmışların dostluğundadır. O; nefsin girdaplarında boğulmak üzere olanların imdâdına koşan bir el, yolunu kaybeden veya şaşıranlara yol gösteren bir kılavuzdur.

Her hâlükârda, nasihat ve sohbet; bir mü’minin çok mühim bir gıdası ve ihtiyacıdır. Sahâbe, sohbet ile bu mevkie erişmiştir. Mürşid-i kâmiller de sâliklerini sohbet ile irşad ederler.

Bu ihtiyaç o kadar esaslı ve umûmî bir mâhiyet arzeder ki, Peygamber Efendimiz’in lisânından;

“Din, nasihatten ibârettir.” (Bu­hâ­rî, Îmân, 42) buyurulmuştur.

Hadîs-i şerifte zikredilen na­si­ha­tin iki mâ­nâ­sı var­dır:

Bi­ri samimiyet, diğeri hayra davettir.

Öyleyse;

Kul, dînini istikâmet üzere yaşayabilmek için ihlâslı olmaya ve insanları hayra davete devam etmelidir.

Hikâyede kuşun dile getirdiği iki nasihatte de ibretler vardır.

TUZAĞA DÜŞMEMELİ

Olmayacak şeye, kim söylerse söylesin, inanma!

Mü’minler, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bildirdiği gaybî hususlara îmân ederler. Bunlarda da Kur’ân ve Sünnet’in, vahyin doğruluğunu esas tutarlar. Mûcize ve kerâmet gibi hârikulâde hâdiseler de haktır. Fakat bunlar dışında kendisine bildirilen, aktarılan, hattâ gösterilen şeyleri müslümanlar, şerîat mihengine vururlar.

Çünkü insanların hayret verici şeylere düşkünlüğünden istifâde eden sahtekârlar, olmayacak hikâyeler, rüyalar ve vaatlerle, insanların inanç dünyasını istismar edebilmektedir.

Hazret-i Mevlânâ ne güzel hikâye eder:

“Sahte para büyüklük taslar da, her an;

«–Ey ayarı tam altın!» der. «Ben, senden hiç değersiz olur muyum?»

Altın ona cevap verir, der ki:

«–Evet kapı yoldaşı! Fakat, mihenk taşı geliyor; imtihana hazırlan!»”

İslâmiyet’te her şeyin mihenk taşı, şer-‘i şeriftir, istikamettir, takvâdır. Tasavvuf; şer‘î ölçüler ve istikamet üzere, Kur’ân ve Sünnet’in, mânevî ve rûhânî derinlikte hayata geçirilmesidir.

İkinci nasihat de, İslâmî bir hakikati ifade eder:

ÂNI DEĞERLENDİR!

Geçmiş gitmiş şeye gam çekme!

Gönül bir misafirhâneye ben-zer. Oraya uğrayan gamlar da, se-vinç ve mutluluklar da birer misafir hükmündedir. Hiçbiri dâimî ve kalıcı değildir. Bu yüzden hâdiseler karşısında aşırı sevinç de, aşırı hüzün de insanın îtidâlini gereksiz yere bozar.

Âyet-i kerîmede bu husus, kaderin hikmeti olarak beyan buyurulur:

“Yeryüzünde vukû bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musîbet yoktur ki; Biz onu yaratmadan önce, bir kitapta yazılmış olmasın. (Yani hepsi önceden yazılmıştır.) Şüphesiz bu, Allâh’a göre kolaydır. (Allah bunu) elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve Allâh’ın size verdiği nimetlerle şımarmayasınız diye açıklamaktadır. Çünkü Allah, kendini beğenip böbürlenen kimseleri sevmez.” (el-Hadîd, 22-23)

Olmuş bitmiş bir hâdisenin değişmesi imkânsızdır. Çünkü her oluş, kader îcâbıdır. Geçmiş olaylardan şikâyet ve elem çekme yerine, ders ve ibret almaya bakmalıdır. Bu bir günah ise, tevbe ve istiğfâr etmelidir. Geçmişle ancak bu sebeple ilgilenmek mâkuldür.

Hazret-i Ömer buyurur:

“Dört şey asla geri gelmez:

1. Söylenen söz.

2. Atılan ok.

3. Geçmiş hayat.

4. Kaçırılan fırsat.”

İnsan için gelecek de meçhuldür. Ne olacağı bilinemeyeceğinden geleceğe ait mülâhazalarla tasa çekmek yerine, akıl, kalp ve tecrübe ile alınacak tedbirle yetinmek, aynı zamanda duâ ile de Allah Teâlâ’ya ilticâ etmek gerekir. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“…Sizin için daha hayırlı olduğu hâlde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu hâlde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (el-Bakara, 216)

Kaldı ki, gelecek adına umûmiyetle rızık için endişe çekilir. Hâlbuki Allah rızka kefildir.

Lâkin esas istikbal olan ukbâdaki mânevî rızıklar için Rabbimiz kefil değildir. Kimseye garanti etmemiştir. Bu sebeple âhiret için yapılacak işlerde geleceğe güvenmemek îcâb eder. Zira ömür, ne zaman biteceği meçhul bir makaraya benzer. Dolayısıyla tevbeyi, infâkı, gayreti, hayırlı işleri asla ertelememek îcâb eder.

Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“Ey arkadaş! Sûfî, bulunduğu vaktin oğludur. Bu iş yarın olsun, yarına kalsın demek, tarîkat anlayışına uymaz.”

Geçmiş için gamlanmakla vakit kaybetmemek, geleceğe güvenmeyip, onunla ilgili emellere kapılmamak gerektiğine göre, geriye içinde bulunduğumuz an kalmaktadır.

“Sûfî ibnü’l-vakt: Sûfî vaktin oğludur.” tabiri bunu anlatır. Tasavvuf; ânı en doğru şekilde, zikirle, tefekkürle, ibâdetle, hizmetle yaşama sanatıdır. Böyle yaşayanların da, ne hayıflanıp gamlanacakları bir geçmişleri, ne korkup endişe edecekleri bir istikballeri olur. Şair şöyle ifade etmiştir:

Geçti mâzî, çekme istikbâle gam.
Gün bu gün, sâat bu saat, dem bu dem.

Rabbimiz; bizleri hikmetli nasihatlere karşı, mânen sağır kesilmekten muhafaza eylesin. Zât’ının ve Habîbi’nin tâlimatlarına itaat eden, Hak dostlarının hikmetli nasihatlerinden istifâde edebilen, hassas, rakîk, duygulu kullar olabilmemizi nasîb eylesin.

Âmîn!..