Vicdan ve Mes’ûliyet İnsanı ÇİLE ve ISTIRAPLARIN MAHSULÜDÜR

YAZAR : Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi 


NOHUDUN FERYÂDI

Dünyada en zor iş, ham nefsin olgunlaştırılmasıdır. Nefsin ıslahı, yani onun sertlik ve kabalıklarının yontulup makbul bir hâle getirilmesi, hoyratlıklarının giderilip rûha ferahlık verecek bir hâle getirilmesi; birçok yorucu merhaleden geçmeyi gerektirir.

Hamlıktan kurtulmak, çile ve ıstıraplara göğüs germe sanatıdır. Emeksiz yemek pişmez. Zahmete tahammül etmeden, rahmet tecellî etmez. Cefâ çekmeden safâya erilmez. Ham demire -ateşe sokulmadan- bir dekor verilemez.

Maddî ve mânevî eğitim; kaideleriyle, tavizsiz ve disiplinli bir şekilde tatbikatıyla bu insanı çile çemberlerinden geçirerek hazırlar.

Beden terbiyesiyle meşgul olan bir antrenör; sporcusunun yediğine, içtiğine karışır, uykusuna, uykusuzluğuna müdahale eder ve dâimâ çalıştırır. Terlese de çalıştırır, yorulsa da gereken idmanları yaptırır.

Zihin terbiyesiyle meşgul muallim de, talebesini muhabbetli bir disiplin ile terbiye eder. Ona zihnini saatlerce meşgul edecek, yoracak, geliştirecek problemler çözdürür. Bilgi ve tecrübesini artıracak vazifeler verir, yazdırır, okutur, ezberletir.

Nefsin, arzularına konulan tahditlerden hoşlanmaması gibi; gördüğü tâlim ve terbiyenin hakikatini henüz idrâk etmemiş talebe de vazifelerden, mes’ûliyetlerden, disiplinden rahatsız olur.

Hazret-i Mevlânâ nohut pişiren bir hanım ile pişirdiği nohutları konuşturur. Onların hâl lisânına, insan yetiştirmekteki sabır ve sebat imtihanının nice hakikatini söyletir:

“Tenceredeki ham nohuda bak! Ateşte kaynayan sudan canı yanınca nasıl da yukarı doğru sıçramaya başlar, yüzlerce taşkınlık göstermeye koyulur.

(Kendisini pişirip yemek hazırlayacak olan hanıma hâl lisânıyla der ki:)

«–Niçin beni ateşlere salıyorsun? Madem beni satın aldın, ne diye beni bu cefâlara dûçâr ediyorsun, benim canımı yakıyor, beni horluyorsun?»

Evin hanımı da, nohuda kepçe ile vurarak der ki:

«–Hayır, iyice kayna, adamakıllı piş de, ateşten sıçrayıp kaçmaya kalkışma! Ben seni hor gördüğümden, istemediğimden, sevmediğimden ötürü kaynatmıyorum. Bir tat, bir lezzet elde edesin de gıda hâline gelesin, yenesin, cana karışasın diye kaynatıyorum. Yoksa seni cefâlara salmak, seni horlamak için değil.»”

Nasıl, nohudu pişiren aşçı, nohuda zulmetmek değil, onu değerli bir hâle getirmek maksadıyla hareket ediyorsa; nefsin terbiyesinde gereken disiplin ve kaideler manzûmesini tatbik eden bir anne-baba, bir muallim, sorumluluğu altındakilerden mes’ul herhangi bir âmir de bu iyi niyet ve arzu içindedir.

Çocuğunu eğitmeye kıyamayan anne-babalar, öğrencisini terbiye etmeye kıyamayan öğretmenler aslında onların dünyalarına da âhiretlerine de kıymış olurlar. Eğer kadın; nohudun sızlanmasına kulak assa, o nohut çok geçmeden insanın dişlerini parçalar. Tıpkı bunun gibi mânevî bakımdan ham bırakılan evlâtlar da neticede aileyi de toplumu da felâkete götürürler.

Bir annenin aslî vasfı; yavrusuna süt verip beslemesidir. Lâkin bulunduğu yerde yangın çıktığı zaman, hiçbir anne süt vermeye devam etmez, kendisini ve yavrusunu yangından kurtarır.

Bugünkü manzara ortada:

Mânevî yangınlar her taraftan evlâtları tehdit etmekte… Menfî tesirlerin şiddeti her taraftan sarmakta. Bu ateşler içinde bir annenin vazifesi ve mes’ûliyeti; evlâdının sadece biyolojik ihtiyaçlarını karşılamaktan ibaret olamaz. Bugün onun asıl vazifesi, evlâdını İslâmî bir kimlikle yetiştirmesidir. Bir anne-babanın evlâdına bırakabileceği en büyük mîrâsı ise, ona âhiret mirası, cennet mirası bırakmasıdır; onu cennet mîrâsına medâr olacak istikamette yetiştirmesidir.

Hazret-i Mevlânâ, kadının pişireceği nohuda karşı yaptığı mânidar konuşmasını şöyle devam ettirir:

“–Ey nohut! Sen bostanda su içtin, yeşerdin, tazeleştin. İşte senin o suları içmen, bu ateş (üzerinde kaynayan kızgın tencereye) düşmene sebep oldu. Çünkü o su, bu ateş içindi… Bu sevgi ateşi, sendeki hamlığı (nefsâniyeti) senden gidermek içindir.

Allâh’ın rahmeti, kahrını ve öfkesini aşmıştır. Bu yüzden de, birisini imtihan etmek için belâlara uğratması, rahmetindendir. Çünkü O’nun kahrında gizli bir lütuf vardır.

Nefse eziyet edilmeden, nefisle savaşa girişmeden (mânevî bir olgunluk ve) Allah sevgisi elde edilebilir mi? İlâhî takdir gereği sana belâlar, kahırlar gelince, bu kahırlarda gizli lütuflar olduğunu düşün de üzülme. Şunu unutma ki, Hak dostları çilelerin ve ıstırapların insanıdır.

Bu kahırlar sayesinde; dünya sevgisini, zevk duyduğun her şeyi (yani süflî arzularını) Allah yolunda fedâ edersin. Başına gelen kahırdan sonra, O’nun lutfunu görürsün ve içine girdiğin merhamet ırmağında, günahlardan, mânevî kirlerden temizlenerek ilâhî lütuflara kavuşursun.

(Şunu bil ki bir akarsu, denize kavuştuğu zaman artık o akarsunun ismi mevzubahis olmaz. Sakarya, Karadeniz’e döküldüğü zaman artık o Sakarya olmaktan çıkmış, Karadeniz’den bir parça olmuştur. Damla deryâda fânî olmuştur.

Bir ekmek yenip vücuda enerji olduktan sonra, vücudun içinde onu bulmak, tespit etmek mümkün değildir. Artık o ekmek, vücutta erimiş, can olmuştur.

Bunun gibi, Hak dostları da imtihan ve çilelerle mum gibi yana yana benliklerinden tamamen geçerler. Allah Teâlâ’da fânî olurlar. Yani O’nun rızâsından başka bir arzuları, endişeleri kalmaz. Artık, damla deryâda yok olmuştur. Hak yâranlarının bu müstesnâ hâlini şu iki mısra ne güzel ifade eder:

Sen çıkınca aradan,
Kalır seni Yaradan…

Benliği aradan çıkarmak zordur, lâkin bu zorluğa tahammül edildiğinde büyük bir ilâhî rahmet tecellî ederek, bütün zorlukları âsân eder. Zira Cenâb-ı Hak;

«Elbette zorlukla birlikte bir kolaylık vardır, gerçekten zorluğun yanında bir kolaylık daha vardır.» (el-İnşirâh, 5-6) buyurmuştur. Sen de zorlukları hoş gör ki arkadan gelen ferahlığı elde edebilesin.)”

Dünyada çekilen birtakım sıkıntılar rûhun inkişâfı içindir. Bu sebeple en büyük sıkıntılar, en şiddetli imtihanlar peygamberlerin başından geçmiştir.

Meselâ;

■ İbrahim -aleyhisselâm-; malıyla, canıyla, evlâdıyla ağır imtihanlardan muvaffakiyetle çıkarak Hak dostu oldu. Musîbet ve meşakkatlere katlanarak Hak dostluğu yolunda öyle büyük bir merhale kat etti ki; Cenâb-ı Hak; “Selâm İbrahim’e!..” (es-Sâffât, 109) buyurarak dostunu taltif etti. İbrahim -aleyhisselâm- kıyâmet günü tecellî edecek Cenâb-ı Hakk’ın azameti karşısındaki aczini idrâk ederek şöyle niyaz etti:

وَلَا تُخْزِنٖ۪ى يَوْمَ يُبْعَثُونَ

“(İnsanların) dirilecekleri gün, beni mahcup etme.”

Cenâb-ı Hak rafine olmuş, berrak, kendisiyle dost olmuş gönülleri cennete davet etmektedir. O gün rezil-rüsvâ olmaktan, mahcubiyetten kurtuluşun yolunu müteakip âyet-i kerîmeler beyan buyurur:

يَوْمَ لَا يَنْفَعُ مَالٌ وَلَا بَنُونَ اِلَّا مَنْ اَتَى اللّٰهَ بِقَلْبٍ سَلٖ۪يمٍ

“O gün, ne mal fayda verir ne de evlât. Ancak Allâh’a kalb-i selîm (temiz bir kalp) ile gelenler (o günde fayda bulur).” (eş-Şuarâ, 87-89)

■ Süleyman -aleyhisselâm- ise; varlıkla, kudretle, zenginlikle imtihan edildi. O da dünyalığı sadece âhireti kazanma malzemesi olarak kullandı. O kadar saltanat içinde, kalbini kasa yapmadı;

“Ben fakirlerle beraberim.” dedi.

■ Hazret-i Eyyûb -aleyhisselâm-, çok ağır hastalıklarla imtihan edildi. Sabrın zirvesini yaşadı. Bir gün hanımı Rahîme Hatun;

“–Sen bir peygambersin! Allah Teâlâ’dan sıhhat ve afiyet istesen de bu dertlerden kurtulsan!” dedi.

Eyyûb -aleyhisselâm-;

“–Sıhhat ve âfiyetle geçen günlerimiz ne kadardı?” diye sordu.

Rahîme Hatun;

“–Seksen yıl idi.” dedi.

Bunun üzerine Hazret-i Eyyûb -aleyhisselâm-;

“–Ey Rahîme! Cenâb-ı Hak bana seksen sene sıhhatli bir ömür ihsân etti. Hastalık müddetim, sıhhatle geçen ömrüme nazaran çok az. Hâl böyleyken Cenâb-ı Mevlâ’ya hâlimi şikâyet etmekten hayâ ederim. Allah Teâlâ, bizlere nimetler verirken (râzı oluyorum da), O’ndan gelen belâlara niçin sabretmeyeyim?!. Ben Rabbimden râzıyım!” dedi. Nihayet zevcesinin ısrarları karşısında sadece;

اَنّٖى مَسَّنِىَ الضُّرُّ وَاَنْتَ اَرْحَمُ الرَّاحِمٖ۪ينَ

“…(Rabbim!) Başıma bu dert geldi. Sen, merhametlilerin en merhametlisisin!..” (el-Enbiyâ, 83) diye niyazda bulundu. Bu duâ üzerine Allah Teâlâ; kullukta dâim olanlara bir rahmet hâtırası olmak üzere, onun derdini giderdi, hastalığına şifâ verdi ve kendisine yeniden mal ve evlâtlar lutfetti.

■ Yakub -aleyhisselâm-, çok sevdiği evlâdı Yûsuf’u kaybetti. Kendisine yetmiş annenin şefkati verilmişti. Lâkin asla feryat hâlinde olmadı. Sabr-ı cemîl gösterdi. Sadece şu niyaza sığındı:

اِنَّمَا اَشْكُوا بَثّٖ۪ى وَحُزْنٖ۪ى اِلَى اللّٰهِ

“Ben hüznümü, gam ve kederimi sadece Allâh’a arz ediyorum.” (Yûsuf, 86)

■ Yusuf -aleyhisselâm-, çocuk yaşta kardeşlerinin hasediyle kuyuya atıldı. Gurbet ellere köle diye satıldı. Yine de yıllar sonra kardeşlerine büyük bir af fazîleti sergiledi; kendisine yapılan zulümlerin üzerine nâdide bir şal atarak;

“Size kınama yok!” dedi, hepsini affetti. Cenâb-ı Hakk’ın affı için de;

“Allah sizi bağışlasın, O, merhametlilerin en merhametlisidir.” (Yûsuf, 92) diyerek kardeşlerine Cenâb-ı Hakk’a ilticâ ve tevbe yolunu gösterdi. Daha sonra da;

“Kardeşlerimle aramıza şeytan girdi.” (Yûsuf, 100) diyerek onları teselli etti.

Yusuf -aleyhisselâm-, Züleyha ile de bir imtihan gördü. İffetli olduğu için haksız bir şekilde yıllarca hapis yattı. Orayı bir tebliğ mekânı olarak gördü. Nihayet adâlet tecellî edip, masumiyeti meydana çıktı, Allah Teâlâ’nın ikramıyla zindandan saraya yükseldi.

■ Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in, 23 senelik hayatı ise hemen hemen yaşanabilecek bütün imtihanların ve çilelerin meşheri hâlinde idi. Yetimlik, öksüzlük, fakirlik… Evlâtlarını, akrabalarını, yakınlarını, en sevgili destekçisi hanımını bir bir kaybetmesi; risâlet yolunda maruz kaldığı onca hakaret, iftirâ, zulüm ve işkence… Yine İslâm’ın tebliği ve ashâbın yetiştirilmesi yolunda çekilen muhasaralar, harpler, seferler, açlık ve yokluklar… Müşriklerin, münafıkların ve yahudilerin ellerinden ve dillerinden çektiği onca çile ve ızdırap…

Bunca çileye rağmen O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hiç şikâyet etmedi. Dâimâ; «Esas hayatın âhiret hayatı olduğu»nu bizzat yaşayarak ümmetine tebliğ etti.

Onların hayatlarında bize en güzel misal, en güzel örnek var. Çilelere sabrederek, sıkıntılarla olgunlaşılarak kazanılan mes’ûliyet şuuru var. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece; «Îmân ettik» demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar?” (el-Ankebût, 2)

İmtihan dünyasındayız. Bu imtihan dünyasında -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’den bize üç mesaj var:

İNSANLIĞA ÜÇ MESAJ

Hira’da bütün insanlığa inen ilk tâlimat:

اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذ۪ى خَلَقَۚ

“Yaratan Rabbinin ismiyle oku!” (el-Alak, 1)

İnsanın; temâşâ ettiği her manzarayı, seyrettiği her hâdiseyi hikmet ve sırlarıyla okuyabilmeyi başarabilmesi lâzım. Bu da ancak kalbin Cenâb-ı Hak ile beraberliğini temin etmekle mümkün.

Sevr’de inen tâlimat:

لَا تَحْزَنْ اِنَّ اللّٰهَ مَعَنَا

“…Mahzun olma; Allah bizimle beraberdir!..” (et-Tevbe, 40)

Yani kul, her an Rabbinin kendisiyle beraber olduğunun idrâkinde olacak. İlâhî müşâhede altında bulunduğunun şuuru içinde olacak. O, bize şahdamarımızdan daha yakın. Peki, biz ne hâldeyiz?

Arafat’ta, Mina’da îrâd edilen Vedâ Hutbesi’ndeki tâlimat:

“Size iki emânet bırakıyorum. Bunlara sımsıkı sarıldığınız müddetçe sapıklığa düşmezsiniz. Biri Allâh’ın kitâbı Kur’ân diğeri Rasûl’ün sünnetidir.” (Muvattâ, Kader, 3)

Kitap ve Sünnet hayatın her ânında yaşanacak. Nefeslerimiz bile o âhengin içinde olacak. Bu emânetlere sahip çıkma mes’ûliyetimiz var. Yeryüzünde Hakk’ın şahidi olabilmek ve tebliğ edebilmek bizim vazifemiz.

Bu üç tâlimâtın hulâsa ettiği mes’ûliyetlerimizi yerine getirebilirsek; bunun mukabilinde de cennet var. Ebedî ve kusursuz saâdet ve selâmet yurdu var.

Bu muazzam mükâfâtı tefekkür etmek, karşılığında tahammül edilen bütün cefâları küçültecektir. Nitekim İmâm-ı Şâfiî der ki:

“Amellerin husûsunda ucba ve kibre yani kendini beğenmişliğe ve gurura düşmekten korkarsan, bunu başarmak için, hangi Zât’ın rızâsını kazanmaya gayret ettiğini tefekkür et.

Bu amellerinle;

◆ Hangi nimetlere talip olduğunu,

◆ Hangi cezalardan kurtulmaya çalıştığını,

◆ Hangi afiyetlere şükrettiğini

◆ ve hangi musîbetlerden ibret aldığını iyi bir düşün.

Bunlardan biri üzerinde dahî hakkıyla tefekkür edebilirsen; amelin, gözünde küçülecektir.”

Bu tefekkür için de, esas hayatın âhiret olduğuna yakînen îmân edip, ilâhî tâlimatlara tam teslim olmak îcâb eder. Terbiye edilip olgunlaşmayı dileyen kimse, Hazret-i İsmail gibi teslîmiyet sergilemelidir. Çünkü pişiren, Hazret-i İbrahim gibi mâhir olsa da, pişecek olan, Hazret-i İsmail gibi teslim olmazsa, netice alınamaz. Bu itibarla Mesnevî kıssasındaki nohudu pişirip lezzetli hâle getiren hanım, ona şöyle seslenir:

“–Ey nohut! Ben Halil İbrahim, sen de bıçak karşısında benim oğlumsun. Sıcağın önüne başını koy, çünkü rüyamda seni kurban ettiğimi gördüm. Heyecanlanma, gönlüne korkuyu sokma, kahır bıçağı önüne başını koy da, Hakk’a teslim olmuş İsmail gibi senin boğazını keseyim. (Lâkin o bıçak, İsmailleri tanır, onları vuslata erdirir.)

Başını keserim, lâkin bu baş, o baş değildir. Bu baş, kesilmekten, ölmekten uzak olan bir baştır. (Zira bu baş, nefsin ve hevânın kesilen başıdır.)

Yani Allâh’ın ezelî dileği, senin başının kesilmesi değildir. Senin (nefsânî arzularını bertarâf etmen ve cemâlî tecellîlere mazhar olarak) O’na teslim olmandır. Bu sebeple O’na candan teslim olmanın gayretine gir.

Hâsılı ey nohut, belâlara uğra, kayna (ve olgunlaş) da, benliğinden sıyrıl, fânî varlıklardan kurtul (ki saâdeti bulasın)!

Ekili bulunduğun bostanda, bir müddet ter ü taze durdun, yeşiller giyinmiş olarak neşeli neşeli sallanarak güldün. Fakat sen (çektiğin bu çilelerden sonra) şimdi gönül bahçesinin, can bahçesinin nâdîde gülü oldun.”

Neticede nohut, kendisini pişiren o mahâretli hanıma cân u gönülden ve minnetle şöyle der:

“–Ey fazîletli hanım! Mademki iş böyledir. Hoşça kaynayayım, bu hususta sen de bana yardım et. Sen bu kaynayışta benim mîrâcım gibisin. Kepçeni kafama vur ki, ıslah olayım!

Ne de güzel vuruyorsun. Yani ey mürşidim, ben değersiz müridini, ne iyi terbiye ediyorsun. Ben tam mânâsıyla sana teslim oldum.

Böylece kendimi, kaynamaya bırakayım ve mücâhede kucağından hakikate bir yol bulayım.”

Dünyada rahat olmadığını, istirahatin kabre bırakılması gerektiğini, dünyanın âhiretin tarlası olup burada cefâ çekenlerin orada safâya ereceklerini idrâk etmek zarûrîdir.

Cenâb-ı Hak, cümlemize bu şuuru ihsân eylesin.

Yâ Rabbî!.. «Dayanılamayacak dertten, insanı helâke götürecek bedbahtlıktan, başa gelecek fenalıktan ve düşmanı sevindirecek felâketten Sana sığırınız.» (Bkz. Buhârî, Daavât, 28)

Yâ Rabbî! Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Sen’den dilediği hayırları biz de Sen’den niyaz ederiz.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Sana sığındığı şerlerden biz de Sana sığınırız. Yardım ancak Sen’den beklenir. İnsanı dünya ve âhirette murâdına ulaştıracak Sen’sin yâ Rabbî… Bize günahtan kaçacak güç, ibâdet edecek kuvvet lutfeyle!..” (Bkz. Tirmizî, Daavât, 89)

Âmîn!..