BASÎRET GÖZÜ!..

YAZAR : Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi

GÖZ, DOSTU GÖRÜRSE GÖZ…

Göz küçücük bir et parçası… Birkaç damla yağ… Cenâb-ı Hak ona öyle bir husûsiyet vermiş ki; âlemi görüyor, tanıyor, fark ediyor. Allah; insanoğluna göz vermemiş olsaydı, görmek denilen şeyi tasavvur dahî edemezdik. Her ne kadar ilâhî azamet tecellîlerini ve nakışlarını idrâk edebilmemiz için Hakk’ın bu cihana ikram ettiği yüce kanunlarını çöze çöze; görme hâdisesine tıbbî, ilmî îzahlar getirsek de, o mûcize kudreti tam olarak ifadeden âciziz.

Görmek fiilini dahî îzah edemeyen, onun künhüne varamayan insanın, acziyetinden dolayı göremediği mânevî hakikatler hakkında; “Mademki ben görmüyorum, o hâlde yok!” demesi ne kadar ahmakçadır. Yegâne varlık sandığın şeyleri de Allah gösterdiği için görebiliyorsun. O hâlde idrâk et ki, göstermediği şeyleri de göremiyorsun.

Dînin özü kalp ile tasdike, yani inanmaya dayanır. Zâhir kafa gözüyle görünen şeylere inanmaktan söz edilmez bile. Çünkü zaten gözler önündedir. Îmân imtihanı; gözle görülmeyen, gayba ait hakikatler çerçevesinde yaşanır.

Îmân edip takvâ ile yaşayanların ise basîret gözü açılır. Böylece zâhir gözüyle zâhiri gördüğü gibi, mânâ gözüyle de mânevî âlemleri görür veya görürcesine idrâk eder. Bu gözün açılabilmesi, nûra kavuşması için; îman, ihlâs, muhabbet ve takvâ ile rûhânî istîdatları inkişâf ettirme ve nefsânî hoyratlıkları giderme gayreti zarûrîdir. Bundan mahrum gönüller, basîret gözünden de mahrumdur.

Mevlânâ Hazretleri îkāz eder:

NEFSİN İKİ PARMAĞI

“İki parmağının ucunu iki gözüne koy. Dünyadan bir şey görebilir misin? Görmüyorsan bu âlem yok değildir. Görmemek ayıp ve kusuru, ancak nefsin uğursuz iki parmağına aittir.

Sen evvelâ gözlerinden parmaklarını kaldır. Ondan sonra dilediğini gör. İnsan gözden ibarettir. Geri kalansa cesettir. Göz ise ancak gerçek dostu (yani Hakk’ı) görene denir.”

Görme, çeşitli seviyelerde hemen hemen bütün hayvanatta vardır. Hayvanâtın gözü; basit, dünyevî menfaatlerden başka bir şey görmez. Seyr-i bedâyîden, Cenâb-ı Hakk’ın eşsiz yaratma sanatının tecellîlerini temâşâ etmekten ve tefekküre dalmaktan mahrumdur. Hazret-i Mevlânâ teşbihle ifade eder:

“Öküzün biri, ansızın Bağdat’a geldi ve şehri bir baştan öbür başına kadar dolaştı. Fakat gözü, yalnız kavun ve karpuz kabuklarını gördü! (Bir medeniyet merkezi olan Bağdat’ın muhteşemliğini ve Dicle’nin ihtişamını görmedi. Zaten öküzlerin ve merkeplerin bu dünyada gördükleri, yemek ve şehvetten başka nedir ki!..)

Öküzler ve merkepler; ya yola dökülüp saçılan samanlara, ya ayakaltındaki çayır ve çimenlere ya da bir kenara atılmış karpuz ve kavun kabuklarına düşkündür! (Baştan aşağı göz kesilseler de kâinattaki ilâhî sanatın ihtişamını göremezler…)”

“Eğer eşek müşteri olup bir şey alacak olsa, elbette ham kavunu alırdı.”

Fakat insandan, Allah farklı bir bakış, farklı bir görüş arzu eder.

Nitekim;

“İnsana, aradığı şeye bakılarak değer verilir.” (Temâyülleri bir insanın aynasıdır. Duygularının mücerred bir resmidir.)

“Ey kardeş, sen, tefekkür ile hayat bulmalısın. Bedenin; kemik ve etten ibaret, hayvanlarda da aynı. Eğer tefekkürün gül ise, sen gül bahçesindesin. Yani dünya cennetindesin. Tefekkürün diken ise, külhan kütüğüsün.”

İnsanın îman yolunda ilk kazanması gereken husûsiyet; tefekkürünü ıslah etmesi, bakışını ibret ve basîret hâline getirebilmesidir. Bu sebeple Kur’ân-ı Kerim’den nâzil olan ilk emirde buyurulur:

İLÂHÎ ÖLÇÜ İLE OKU!

اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذ۪ٖى خَلَقَ

“Yaratan Rabbinin adıyla oku!”

“Sadece oku, gelişigüzel oku!” buyurulmuyor. Okumak gözün fiilidir. “Gözünün gördüğüyle kal.” buyurulmuyor. Gözden bir ayar, bir kıvam, bir tefekkür isteniyor. “Yaratan Rabbinin adıyla…” okumak, idrâk etmek, telâkki etmek emrediliyor.

Göz bu emre itaatle; derinleşmiş, rakikleşmiş bir kalbe yardımcı bir göz olacak. Temâşâ edilen her güzellik ve çirkinlik karşısında; kalpte duyuşlar meydana gelecek, duygular gelişecek. Mü’min her gördüğü şeyde Rabbini hatırlayacak. Hilkati hatırlayacak, hilkatin gayesini derhâtır edecek; kendi gidişâtının bu gaye ekseninde olup olmadığını muhasebe edecek, tefekkürü tehassüse, hissiyâtı terakkîye medâr olacak. Bu âleme gelişin, bu âlemden gidişin ve bu sonsuz akışın sırrını çözecek.

Her uzvun mes‘ul olduğu bir vazife vardır. İşte gözün vazifesi budur. Cenâb-ı Hakk’ın verdiği her uzuvdan mes‘ûlüz. Âyet-i kerîmede buyurulur:

وَجُلُودُهُمْ بِمَا كَانُوا يَعْمَلُونَ حَتّٰى اِذَا مَا جَاؤُهَا شَهِدَ عَلَيْهِمْ سَمْعُهُمْ وَاَبْصَارُهُمْ
“Nihayet oraya geldikleri zaman; kulakları, gözleri ve derileri, işledikleri şeye karşı onların aleyhine şahitlik edecektir.” (Fussilet, 20)

Göz; mes‘ûliyetini yerine getirecek derecede vazifesini yerine getirdiğinde, yani basîreti açıldığında mânevî hakikatleri de görecektir. Yanlış ekranları seyretmek sûretiyle gözünün basîretine düğüm atmayacaktır. Hakikatleri gördüğünde de özünü bulma noktasında, mühim bir merhale kat edilmiş olacaktır. Mevlânâ Hazretleri buyurur:

GÖREN GÖZ, MÜREBBÎDİR…

“İnsana, kimse gözü gibi lalalık edemez.”

Yani insanın bizzat görüp idrâk etmesi kadar eğitici, terbiye edici bir başka usûl yoktur. İbâdet ve tâatte cennetin bahçelerini, haramda cehennemin alevlerini görebilmek, kanaatteki zenginliği fark edebilmek, zorluktaki kolaylığı, Hak yolunda cefâdaki safâyı temâşâ edebilmek insanı değiştirir. Öyle ki;

“Kulağın (îman hakikatlerini) duyuşu huyları değiştirir, gözün (mânâ âlemlerini) apaçık görüşüyse özü değiştirir.”

Eğer göz görmüyorsa; kusur hakikatte değil, gaflet perdesiyle örtülü gözdedir. Hazret-i Mevlânâ’nın dediği gibi:

“Kur’ân-ı Kerîm’in âyetlerini ve Hazret-i Peygamber’in hadîs-i şeriflerini okumadan evvel kendini düzelt. Gül bahçelerindeki güzel kokuları duymuyorsan, kusuru bahçede değil, gönlünde ve burnunda ara…”

“Kur’ân-ı Kerîm’in mânâsını; ancak hevâ ve hevesini ateşe verip kül etmiş (yani nefsini ve benliğini yok etmiş), böylece Kur’ân’ın önünde eriyip kurban olmuş ve rûhu Kur’ân kesilmiş kimseler anlar…”

Okumak, görmek, idrâk etmek fiillerine; “Yaratan Rabbinin adıyla” muhtevâsının kazandırılması, aklı da vahy-i ilâhî çatısı altında kullanmak gibidir.

Hazret-i Mevlânâ, aklın hududunu şöyle ifade eder:

“Akıl zarûrîdir; ama insanda, ancak aklın sınırlı olduğunu anlayacak kadar akıl olmalıdır.”

Çünkü akıl; ancak doğru kullanıldığında, insana insâniyet değeri kazandırır:

“Hayvan nasıl kabiliyeti ile değer kazanırsa, insan da aklını ve kalbini kullanmasıyla değer kazanır.”

Görmek için göz yetmez. Ayrıca görmeye yetecek derecede ışık da lâzımdır. Basîret gözü için de Cenâb-ı Hakk’ın lutfu olan hidâyet nûru şarttır. Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ve Hak dostları da bu nûru, feyiz ve rûhâniyet olarak tevzî etmekle vazifelendirilmişlerdir.

Hem onlardan gelecek nur lâzımdır. Aynı zamanda o ışıktan istifade için, ona gönlü açmak da zarûrîdir. İç içe iki hakikat…

Damla içinde derya.

Göz, bir damla misâli. Kâinattaki sayısız sır ve hikmetler de birer derya. O küçük damla, zâhirden daha ziyade uçsuz bucaksız mânevî deryalara dalabildiği nisbetle engin tecellîlere mazhar olur, dâimâ sûretten sîrete intikal eder. Dış câzibelere değil iç âlemdeki ihtişamlı güzelliklere gönül verir.

Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“Bir sûfî, neşelenip tefekküre dalmak için müzeyyen bir bahçeye gider. Bahçenin rengârenk tezyînâtı karşısında mest olur. Gözlerini kapayarak murâkabe ve tefekküre dalar.”

“Orada bulunan gafil bir kişi, sûfîyi uyur zanneder. Onun bu hâline hayret eder, canı sıkılır. Sûfîye;

«–Ne uyuyorsun? Gözünü aç da üzüm çubuklarını, çiçek açmış ağaçları, yeşermiş çimenleri seyret! Allâh’ın rahmet eserlerine nazar et!» der.

Sûfî de ona şöyle cevap verir:

«–Ey heveskâr insan! Şunu iyi bil ki, rahmet-i ilâhiyyenin en büyük eseri gönüldür. Onun dışındakiler bu büyük eserin gölgesi mesâbesindedir.»

«Ağaçlar arasında bir dere akıp gider. Onun berrak suyunda iki tarafın ağaçlarının akislerini görürsün.»

«Su içine aksedip görülenler, hayâlî bir bağ-bahçedir. Asıl bağ ve bahçeler, gönüldedir. Çünkü gönül, nazargâh-ı ilâhîdir. Onların zarif ve latîf akisleri, su ve çamurdan olan dünya âlemindedir.»

«Eğer bu âlemdekiler, gönül âlemindeki o neşe selvisinin aksi olmasaydı, Cenâb-ı Hak bu hayâl âlemine aldanış mekânı demezdi.»

«Âl-i İmrân Sûresi, 185. âyette;

‘Her canlı ölümü tadacaktır. Yaptıklarınızın karşılığı muhakkak kıyâmet günü tastamam verilecektir. O vakit; kim ateşten uzaklaştırılıp cennete sokulursa, artık o, muhakkak murâdına ermiştir. (Bu) dünya hayatı, aldanma metâından başka bir şey değildir.’ buyurulur.»

«Gafil olanlar ve dünyayı cennet zannederek; ‘Cennet budur!’ diyenler, bu derenin görüntüsüne kananlardır.»

«Asıl bağ ve bahçelerden, yani ‘evliyâullah’tan uzakta kalanlar, o hayâle meylederek aldanırlar…»

«Bir gün bu gaflet uykusu nihayet bulur, gözler açılır, hakikat görülür. Fakat son nefeste o manzaranın ne faydası olur?»

«Ne mutlu o kimseye ki, ölmeden evvel ölmüş, onun rûhu, bu bağın hakikatinden koku almıştır…»”

Unutmamalı ki;

Güneşin ışıkları yeryüzünün her yerini aydınlatırken; zulmete âşık yarasalar, karanlık mağaralara saklanırlar. Ancak güneş battıktan sonra ortaya çıkarlar. Hazret-i Mevlânâ’nın gözü bu mahlûkatta şu hikmeti görmüştür:

“(Basîret) bakışı eksik, görüşü kıt olan yarasanın gözleri; güneşin ışıklarının aksettiği yıldızları da göremez.”

Onun göremeyişi; bir başka açıdan da görmek istemeyişinden, kaçışındandır. Böyle olunca, görmeyi murâd eden gözlere, bin bir hârika seyrettiren güneş; yarasaları ancak kaçırtıp mağaralara sığındırtır. Hazret-i Mevlânâ; güneşin, farklı varlıklarda muhtelif mâkesler buluşundan sırlar devşirir:

GÜNEŞİN İKİ TESİRİ

“Hak yakınlığı çeşit çeşittir. Güneş; dağa da, taşa da, altına da ışığını düşürür, vurur. Fakat güneşin altın madenine öyle bir yakınlığı vardır ki, o yakınlıktan, söğüt ağacının haberi bile yoktur. (Altın madeni güneşi parıl parıl yansıtırken, kara bir taşta güneşin tecellîsi aynı parlaklıkta değildir.)

Güneş, kuru dala da, yaş dala da yakındır. Güneş; ikisine de ışık huzmelerini yansıtır. Fakat zamanı gelince; olgun, lezzetli, güzel kokulu meyvelerini yiyeceğin yaş, taze dalın güneşe yakınlığı nerede? Kuru dalınki nerede? Kuru dal, güneşe yakınlığı yüzünden daha çok kurumaktan başka ne elde edebilir?”

Kur’ân-ı Kerim de mânevî bir güneş, bir hidâyet ve nur kaynağıdır. Onun nurları; mü’min ve müttakîleri saâdet yoluna sevk eder, onlara şifâ verir, rahmet yağdırır. Fakat ehl-i küfür ve ilhâd için ise idlâle sebep olur. Mü’min ve kâfir kalpler arasında, yeşil dalın istîdâdı ve hazır oluşu ile kuru dalın liyâkatsizliği ve nasipsizliği gibi derin bir fark vardır.

İşte;

اَسْفَل سَافِلٖ۪ين … اَحْسَنِ تَقْوٖ۪يم

Kur’ân’a münbit bir gönülle yaklaşanlar, ufuklara doğru giderler. Ömrü Allah yolunda hayırlı bir şekilde geçiren kişiye; Kur’ân, güneşin yeşil dallara, çimenlere verdiği gibi güzellikler verir.

Fakat mâneviyattan uzak bir mezbele hâlinde ömrünü ziyân edenler ise; kuru bir ağacın güneşin ışığıyla daha da kuruyup ateş malzemesi olduğu gibi, Kur’ân’ın hidâyet ve feyzinden mahrum olurlar. Şu âyet-i kerîmeyi bu îzah ile anlamak lâzımdır:

وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْاٰنِ مَا هُوَ شِفَاءٌ وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِنٖ۪ينَ

وَلَا يَز۪ٖيدُ الظَّالِمٖ۪ينَ اِلَّا خَسَارًا

“Biz, Kur’ân’dan öyle bir şey indiriyoruz ki o, mü’minler için şifâ ve rahmettir; zalimlerin ise yalnızca ziyânını artırır.” (el-İsrâ, 82)

Gözün bu nûru kaybetmesi, günahlardandır ve kalpteki menfî duygulardandır:

“Öfke ve şehvet; insanı şaşı eder, rûhu doğruluktan ayırır; garez geldi mi hüner örtülür; gönülden yüzlerce perde gelir de gözün önüne çekiliverir.”

Göz bir uzuv olarak aynıdır. Fakat, görülenlerin yansıdığı gönül aynaları birbirinden farklı olduğu için, aynı manzarada her göz aynı şeyi görmez. Herkes, kalbinin durumuna yani mânevî seviye ve derinliğine göre farklı farklı fotoğraflar çeker.

Bu sebeple;

Aynı rahle başında oturanların Kur’ân-ı Kerim’den aldığı hisseler birbirinden farklıdır.

İlâhî hikmetler karşısında bir göz, nice sırları sezinler. Bir başka göz ise, diğer mahlûkātın baktığı gibi alık alık seyredip geçer.

Bir göz, Cenâb-ı Hakk’ın azamet-i ilâhiyyesine bakıp mesafeler alır. Huşû ve duygu derinliğine nâil olur. Bir başka göz, beter bir âmâ kesilir.

Bir göz, meselâ İstanbul’a bakar ve büyük irfan içinde şöyle der:

“Allah Allah! Bu şehri Cenâb-ı Hak ne kadar güzel yaratmış. Âdetâ bir inci. İki taraflı akıntının olduğu şu Boğaz biraz dar olsa bu denli güzellik olmazdı. Ya da biraz geniş olsa, böyle bir asâlet meydana gelmezdi. Rabbim, ne kadar muazzam ölçüler içinde emsalsiz mükemmellikte yaratmış!”

Bu bakıştan mahrum bir başka göz ise, ondaki muhteşem güzellikleri hiç görmeden abus ve alık bir şekilde bomboş bakar durur, sadece boş lâflar söyler.

Yine bir göz, Kâbe-i Muazzama’yı ve Ravza-i Mutahhara’yı seyreder ve âdetâ melâike-i mukarrabîn ile bakışır. Tarifsiz bir huzura ve feyz-i ilâhîye nâil olur. Bir başka göz ise, o mübârek mekânlarda sadece insan ve bina kalabalığı görür.

Bir göz, Sodom Gomore ve Pompei’e bakıp ibretler içinde Allah korkusuyla dolar. Yeryüzündeki ilâhî intikam ve azap tecellîlerini açıkça hisseder. Allâh’a sığınır. Bir başka göz ise gaflet içinde bakarak; «Bunlar normal tabiat hâdiseleri. Depremler, volkanlar vesaire yüzünden böyle şeylerin olması gayet tabiîdir.» der.

Yine bir göz, bin bir varlığın yaşadığı ormanlara bakıp orada hayatın her türlü karakter ve yansımasını seyreder. Bülbüller, ceylânlar, tilkiler, yırtıcılar, timsahlar, karıncalar vesaire türlü türlü ahvâli idrâk eder. Bir başka göz ise, küçümseyici bir bakışla ormanları ve dağları öylesine ve sıradan şeyler zanneder.

Bakışlarda daha nice farklılıklar vardır.

Aynı şeyi muhtelif gözlerin son derecede farklılık içinde görmelerine tesir eden husus; insanların iç âlemlerindeki basîret, hikmet ve derinliktir. Elbette tecrübenin de tesiri büyüktür.

Hazret-i Mevlânâ tecrübenin insan idrak ve görüşüne nasıl katkıda bulunduğunu şöyle ifade etmiştir:

“Gençlerin aynada gördüklerinin daha fazlasını, ihtiyarlar bir tuğla parçasında görürler.”

Yaş ilerledikçe tecrübe artar. Heyhat ki kudret zayıflar. Bu sebeple;

“Gençler bilse, ihtiyarlar yapabilse!..” denmiştir. Fakat ömürlerini irfan ve mâneviyat yolunda çok iyi değerlendirerek, sadece yaşın kemâliyle değil, basîret gözüyle de olgunlaşan Hak dostları; sair insanlardan çok daha ileri, derin ve engin bir görüşe sahiptirler. Onlar yücelere bakmışlardır;

“Yücelere bakmak önce göz kamaştırır, ama göze ışık verir, aydınlık bağışlar. Gözünü aydınlığa alıştır; yarasa değilsen o yana bak. İşin sonunu görmek, senin ışığının ufkudur, delilidir.”

“Hakk’ı tanıyan iki göz sahibi olursan, iki dünya meydanının da Dost’la dopdolu olduğunu görürsün.”

İster kerâmet denilsin, ister basîret ve firâset; gönül dünyalarını inkişâf ettiren büyük ruhlar, mikro ve makro âlemleri seyre dalmış, bulundukları yerden öteleri ve asırları temâşâ etmişlerdir.

Atâ tarihinde yer alan şu rivâyet, Hazret-i Mevlânâ’nın bu ileri görüşlülüğüne güzel bir misaldir:

OTUZ ALTI FÂTİHA

Son Selçuklu Sultanı II. Alâeddîn, değersiz bir kimseyi kendisine metbû addetmişti. Bu sebeple tertip ettiği ziyafette hazır bulunan Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, sultanın bu tercihini beğenmeyerek oradan ayrıldı; sarayın merdivenlerinde Osmanlı devletinin kurucusu, velâyet sahibi bir bey olan Osman Gazi Hazretleri ile karşılaştı. Onu alıp tekkesine götürdü.

Burada istikbâlin büyük sultanı, genç Osman Gazi’ye Fâtiha-i şerîfe okumasını emir buyurduktan sonra mânevî bir âleme daldı. Sonra da bir uykudan uyanırcasına silkindi ve sordu:

“–Oğlum kaç Fâtiha okudun?”

“–18 Fâtiha okudum Efendim.”

Bu cevap üzerine Hazret-i Mevlânâ;

“–Bu yetmez.” diyerek 18 Fâtiha-i şerîfe de kendisi okuduktan sonra ona şu müjdeyi verdi:

“Oğlum, İslâm padişahlığı sana ve nesline mübârek olsun! Neslinden 36 âdil padişah gelecektir.” (Bkz. Târih-i Atâ, c. 1, s. 18-19)

Bugün müslüman yahut gayrimüslim olsun, kadirşinas herkesin hâlâ gıpta ile hatırladığı Osmanlı; basîret gözüyle geniş ufuklara bakabilen gönüllerin kurduğu bir devletti. O azametin temelinde de; Hazret-i Mevlânâ gibi, Şeyh Edebâlî gibi Hak dostları ve onların basîret dolu olgunlaştırıcı bakışları vardı.

Fert, toplum ve ümmet olarak; Kur’ân’a, insana, kâinâta ve istikbâle basîret gözüyle bakabilecek nesillerin yetişmesi, dün olduğu gibi bugün de en büyük ihtiyacımızdır.

Yâ Rab!.. Bizleri gafletten, dalâletten, kalp körlüğünden, muhteris bakıştan muhafaza eyle!..

Yâ Rab!.. Gözlerimizi hidâyet ve basîret nûruyla nurlandır. Hakkı hak olarak görüp tâbî olmayı, bâtılı bâtıl olarak görüp ondan içtinâb etmeyi bizlere nasîb et ve kolaylaştır.

Âmîn!..