YARA, YARA, YARA…

YAZAR : Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

“Namaz kıldırma işini deruhte eden kişiye ücret verilmesi câiz midir?”

“Ücret karşılığında Kur’ân okunur mu? Ya okutulur mu? Yani öğretilir mi?”

Bunlar tarihimizde tartışılmış meseleler. Bir caminin imam hatibinin; namaz kıldırmak karşılığında değil, o caminin faaliyetlerini yürütme, camiyi vaktinde açma, muhafaza vb. vazifeleri karşılığında bir ücret alabileceğine hükmedilmiş. Kur’ân öğretmek ve benzeri ilmî faaliyetlerde de; hocaya verilecek ücretin, ilmin karşılığı olarak değil, maîşetini kazanma zaruretini çözüme kavuşturmak için verildiğini söylemişler.

Bu meseleler, belli bir tarihten sonra zuhur etmiş. Çünkü ondan önce, bu işleri gerçekten ücret almayan insanlar yapmışlar. Hasbî kimseler. Hasbî; ücretini yalnız Allah’tan bekleyen, yaptığı işi hiçbir menfaat beklentisi olmaksızın Allah rızâsı için yapan demektir.

Fakat bir şey olmuş ve ondan sonra, sadece hasbî faaliyetlerle bu hizmetlerin yürümeyeceği, aksayacağı anlaşılmış ve fetvâlar gelmiş.

«O şey»in peşine düşmeli…

İslâm âlimlerinin bir kısmının meşhur isimleri meslek adıdır:

Cessâs: Kireç döken. Bezzâz: Bez satan. Ferrâ: Kürkçü…

İmâm-ı Âzam’ın aynı zamanda ticaretle meşgul olduğunu, bir ortağının bulunduğunu biliriz.

Maîşetini; ilmî ve dînî faaliyetlerinin dışında bir sahadan karşılamak, hem yukarıda bahsedilen mahzurdan onları koruyordu, hem de onları hür ve müstakil tutuyordu. Parayı veren kudretlerin emrinden muhafaza ediyordu. Fakat vakit nasıl yetiyordu? İmâm-ı Âzam gibi, ticarî faaliyetlerini ortaklık üzerinden yürütenler vardı. Fakat hepsi için bu böyle değildi. Onlar için günün mahdut bir kısmında çalışmak, maîşeti temine kâfi geliyordu. Çünkü ihtiyaçlar azdı. Dünya için ayrılması gereken mesâî dışındaki zamanı, geniş bir şekilde âhirete sarf edebiliyorlardı. Eğlence, mâlâyânî, hay huy için de harcayacakları zaman yoktu. Gerisi ilim ve ibâdete kalıyordu.

Hasbîlik… Hür ve müstakil olmak… Zâhid ve müstağnî olmak…

“İslâm’da ruhbanlık yoktur.” (Ahmed, Müsned, VI, 226)

Birçok mânâsı olan bu hakikat de mevzumuza ışık tutabilir. İslâm’da ruhbanlığın olmaması, kendini dîne adamış kimselerin olamayacağı mânâsına gelmez. Asr-ı saâdetteki ashâb-ı suffa da, müteakip asırlardaki ribatlar ve dergâhlar da bunu reddeder. Dînimizde reddedilen, ruhbanlığın iki tehlikesi idi:

1. Tufeylî / asalak bir kesimin yetişmesi.

Hazret-i Ömer, vaktini tamamen mescidde geçiren kimseler gördü;

“–Siz kimsiniz?” deyince;

“–Biz tevekkül ehliyiz.” dediler.

“–Hayır siz teekkül ehlisiniz. (hazır yiyicilersiniz.)” diyerek onları dağıttı.

Çünkü kendini Allâh’a adamış kimselerin; âyet-i kerîmede vasfedildiği gibi, bilmeyenlerin zengin zannedeceği derecede iffetli ve müstağnî yaşaması, işi dilenciliğe dökmemesi gerekmekteydi. Bu ne ilmin izzetine yakışırdı, ne de dervişliğin teslîmiyetine…

İslâm’ın dervişi (fakiri); tembelliğinden, miskinliğinden veya hazırcılığından değil, gerçekten dünyaya metelik vermediğinden dünyaya alâkasını azaltmış kimsedir.

Kendini mâbede adamış, dünyayı terk etmiş keşişlerle doğan Katolik kilisesi; bugün dünyanın en zengin şirketi gibi görülmekte. Kilise, müntesiplerinden aldığı paralarla şâşaalı katedraller inşa etti. Fakat bu tenâkuz, tepki çekti. Protestanlık, din adamlarının parayla olan münasebetini reddetmekten de doğdu. Yine Lâiklik de halkın açlık içinde kıvrandığı bir dönemde, din «sınıfı»nın rahat içinde olmasına yönelen nefretle meydana geldi.

Hak din İslâmiyet’te ise; mâlî ibâdetler, geniş bir şekilde var olmakla birlikte, bunların din adına şekillenmiş bir müesseseye verilmesi şeklinde bir uygulama yoktur. Zengin bir kişi; başta kendisine daha yakın olanları gözetmek şartıyla, fakirlere, yoksullara, yolda kalmışlara, talebelere, borçlulara… zekâtını verir. Bizde de çok büyük mâbedler inşa edilmiştir. Fakat bunlar, vergiyle değil, şahısların vakıflarıyla inşa edilmiştir. Bizim medeniyetimizde, dergâhlar; halktan toplayan değil, halka ikram eden müesseseler olmuştur.

2. Allah ile kul arasında bir makam ihdâsı.

Dinde ruhbanlığın olmaması, Peygamber dışında Allah ile kul arasında bir aracının bulunmadığını da ifade eder. Kul, mâlî ibâdetini; doğrudan fakirlere vererek gerçekleştirdiği gibi, tevbe ederken, duâ ederken, namaz kılarken, haccederken de doğrudan Allâh’a yönelir. Müslümanların; imam, halîfe, âlim, mürşid gibi ilmî, irşâdî ve siyasî lider ve rehberleri elbette vardır ve olmalıdır. Fakat hepsi, diğer bütün kullar gibi aynı şeriate bağlıdır. Katoliklerde ve Şia’da olduğu gibi, papaların / imamların masumiyeti (hatasızlığı, korunmuşluğu, ilâhî teminat altında oluşları) şeklinde bir doktrin yoktur.

İslâm toplumu içinde; ilm ü irfanıyla, zühd ü takvâsıyla temâyüz eden şahsiyetlerin tabiî bir şekilde halkı irşad etmeleri, medeniyetimizi bu kurumlaşmış ve kurum tutmuş (!) yapılardan da muhafaza etmişti. Tâ ki o şey oluncaya kadar.

Artık netleşiyor. O şey, dünyevîleşme idi. O şey, dünyayı tercih etmekti. O şey, âhiretin gündemden düşmeye başlamasıydı. O şey, idealizmin reel dünyaya mağlûp olmaya başlamasıydı. Nefsânî arzulara mağlûp olmamızdı. O şey, bizden öncekilerin düştüğü tuzaklara düşmemizdi.

Peygamberimiz, bizi bizden öncekilerin düştüğü çukurlar hususunda ikaz etmişti. Onların bir kısmı tembellik ve acziyet, bir kısmı ise aşırı dünya hırsına düştüler. Bir felsefecinin tabiriyle; “Katolikler iyi uyur, Protestanlar iyi yer.”

Hâlbuki yeryüzünde insanı halîfe / şahit kılan Cenâb-ı Hak; ondan dünyayı daha âdil, daha hakkāniyetli, daha merhametli, daha temiz… bir yer hâline getirmesini istiyor. Bunun için de mü’minin kuvvetli olması lâzım. Lâkin bu kuvvet, dünyalık değil. Dünyalığı elde etmek, tasarruf edip biriktirmek, yatırım yapmak, daha da kuvvetli olmak gibi kapitalist, protestan bir kuvvet değil…

“Kuvvetli mü’min, kuvvetsizinden hayırlıdır!” (Müslim, Kader, 34) düsturu; kuvveti elinde tutabilen mü’mindi, onun altında ezilen zayıf düşen mü’min değil. Kuvvetli mü’min; adâlete, hakkāniyete, kardeşliğe hizmet edeceği için hayırlı idi. Kuvvetli olmak için; piyasa kaidelerine boyun eğen, adâleti, hakkāniyeti çiğneyen bir mü’min, dünkünden daha zayıftı.

İşte misal: Kan gölüne dönen İslâm âlemi, dünyanın en zengin yer altı kaynaklarına sahip… Fakat ne o petrolü, ne de kardeşlerinin kanını; hırsızlardan, arsızlardan koruyabilecek kuvveti yok.

“Veren el, alan elden üstündür.” (Müslim, Zekât, 97) düsturu da yanlış anlaşılan bir başka esasımız. Burada maksat; bir mü’min için veren el olma hâlinin, alan el hâlinden hayırlı olduğunu beyan etmektir. Yoksa takvâ tek üstünlük esasıdır ve o da Allâh’ın ilmindedir. Kişi; takdir icabı fakir veya zengin olabilir, bu onun üstünlüğünü veya düşüklüğünü ifade etmez.

Günümüzde dağda bir kulübeye çekilip, elektriği bile reddederek yaşayan bazı kişilere rastlanıyor. Onlar, bitmek tükenmek bilmez dünya kavgasından bıkıyor ve en azından tabiata kaçıyorlar.

İtidali, vasat ümmet olmanın hassas dengelerini yakalaması icap eden müslüman için, bu da çare değil. Çünkü müslümanın içtimâî vazifeleri de var. Fakat bu içtimâî vazifeler; müslümanı, toplumun içine çekip eritmemeli. O, hâdiselerin kuyruğuna yapışmamalı, yelesinden tutmalı. Çünkü günümüz toplumu, geçmişin kendisinden hüküm bile inşa edilebilen örfü gibi değil. Dışarıdan, uzaklardan, masa başında hazırlanan, yönetilen, mühendisliği yapılan bir toplum. Bu toplumun çarklarına yakalanan bir insanın ömrü, kendisine dayatılan «ihtiyaçlar» için aldığı kredilerin taksitlerini ödemekle geçebilir. Böyle bir toplumdaki konumunu (maaşını, mevkiini, unvanını) muhafaza etme duygusu; bir âlime, hakikatleri açıkça ifade ettirebilir mi?

Ülke olarak da düşmanının turist olarak gelmesine bağımlı, düşmanının yabancı sermayesine bağımlı, yine düşmanının para birimine bağımlı bir iktisat; ne kadar millî ve ne kadar bağımsızdır?

Bu sebeple, müslümanların kapitalizmin tuzaklarına karşı tedbirler geliştirmeleri şart.

Zengin olmak nedir suâline bir cevap ile bitirelim:

Râgıb el-Isfahânî’ye göre;

Zengin (ganî); ihtiyaçsız, kimseye muhtaç olmayan demektir. Mutlak mânâda sadece Allah zengindir.

İkinci sırada, ihtiyaçlarını en aza indirmiş olan Hak dostları gelir. Onlar sadece Allâh’a muhtaçtırlar. Kimseye el açmaz, hâllerini arz etmezler.

Bizim zengin dediğimiz, malı çok olan; ancak izâfî olarak üçüncü sırada zengin addolunabilir. Çünkü parası olduğu için; başkalarına ihtiyacı azdır, bu nisbette birçok şeyin kölesi ve bağımlısıdır.